İçeriğe geç
Anasayfa » YERİN ALTI MI, ÜSTÜ MÜ DAHA HAYIRLIDIR?

YERİN ALTI MI, ÜSTÜ MÜ DAHA HAYIRLIDIR?

İnsanın fıtratında taşıdığı ilâhî lütuflardan birisi de onun kendi başına hayatını idame ettiremeyeceği hakikatidir. Bunun tabiî bir sonucu olarak muhtaç bir varlık olduğunu çok iyi bilir insan. Ya da biraz daha kayıtlı bir ifade ile söylersek, kendisini farklı bir yerde konumlandırmayarak dünyada “insan” olarak kalmaya niyetli olanlar için bu böyledir. Giydiklerimizi, yediklerimizi, evlerimizi ve bizi kuşatan beşer eliyle ortaya çıkıvermiş şeyleri gözlerimizin önüne getirip, bunların hepsini tek başına yapmak zorunda bırakılsaydım acaba ne olurdu gibi bir sorunun anlamsız olduğu açıktır.

Beşer mahsulü olarak istifade ettiğimiz şeyler, kimlerin üzerimizde hakkı olduğu meselesini tekrar düşünmemiz gereğini ortaya koymaktadır. Sofralarımızın ayrılmaz rızıklarından biri olan ekmeğimizin önümüze gelene kadar kaç insanın alnındaki terin, nasırlı ellerdeki emeğin, yorgun gözlerdeki ferin eseri olduğu düşünmeğe değer bir şey değil midir? Tabi “fiyat” ve “değer” arasındaki denge şaştığından beri bu da anlamını yitiren şeylerden oldu. Her şeyin bir fiyatının olduğu yeni dünyamızda -ekonomik durumu vasatın altında olanlar için dahi- ekmeğin tıpkı bir Mushaf gibi öpülüp başa konulmamasının da pek alâ ‘çok pahalı olmaması’ ile izahı mümkündür. Ümit ederiz ki bu ifadeler de bir nevi “nân” körlük olmaz. Taksitle almadığımız, boynumuzu büktürmeyen şeyler artık değersiz oluverdi bizim için.

Şaşan sadece bu denge değildi elbet. Birbirinin sadece işlerini gören, iş gördüğü ölçüde bir şeye yarayan, yani bir nevi ‘bağımlılık’ eseri bir arada bulunan varlıklar olarak yap-boz oyuncakları andıran plastik şekillere dönüşüverdi insanlar. Hayatını başkasının sorumluluğunu almak üzerine kuran varlıklardan, kimseye tahammül edemeyen keyif ehli bir türe evriliverdi.

Mesela Plaza –artık iş hanı ya da iş merkezi bile diyemiyoruz- kültürü içinde yatağımızdan kalktığımız andan yastığa tekrar başımızı koyduğumuz vakte kadar hatırı sayılır bir insan kitlesi ile muhatap oluruz. Buradaki kitlenin birbirleri ile bağlarında etken olan hâkim unsuru özetleyecek kelimenin ‘bağımlılık’ olduğu realitesine karşı gelebilecek itirazlara söylenecek çok şey vardır. En basitinden hayatın ‘ekonomik’ gerçeklerinin bir sonucu olarak bu insanların yemek aralarını bile kendi başlarına değerlendirmeye çalıştığını, ısmarlama kültürünün artık oralarda kendine yer bulamadığını söylesek galiba ‘ama’larla başlayan cümlelere cevap aramak durumunda kalırız.

Hatta bir adım öteye giderek dört-beş kişilik çekirdek bir ailenin bile sadece sayısal anlamda bir çekirdek olduğunu, buradaki fertlerin de ‘zorunluluk’ ve ‘bağımlılık’ eseri bir arada bulunduğunu söylemek kolay bir cümle gibi gözükse de bu, içimizi çok acıtan şeylerden.

Bu çetrefilli bağı zihnimizde açabilecek küçük bir pratiği bizzat sevgili Peygamberimizin bir uygulaması ile ortaya koymak mümkündür. Korkmayın öyle büyük ve iddialı şeyleri insanlık tarihinin en doğal beşeri ilişkisine şahit olan Medine’mize söyletmeye niyetli değilim. Ama peygamberlik gibi ağır bir yük omuzlarında iken O’nun günlük programının birkaç sabitesi dikkat çekici olsa gerektir. Sabah ve ikindi namazlarından sonra aile fertleri ile yapılan buluşmalar yani aile içi sohbetleri. Sohbet burada konunun anlaşılması için anahtar kelimedir. Çünkü aile toplantısı, buluşması gibi bir sıfat ile bu durum izah edilince zihinlerimize iş hayatının kendine mal ettiği bir dünyayı getiriveriyor. Bu sohbetlerin otoriter bir atmosferde geçmediği nakledilenlerden anlaşılmaktadır. Her haliyle saygının dilenilen değil ‘kazanılan’ bir şey olduğunu gördüğümüz bu hayatta zaten otorite böyle bir şeydi. Sürekli muhatabların talimatlara boğulduğu, sorumlulukların hatırlatıldığı ve onların tekdir edildiği bir ortam olsa olsa askerî bir disiplin toplantısı olabilirdi.

Ama annelerimizin hücre-i saadetinde -içine dünyaları sığdıran Peygamberimizin zevcelerinin küçük odalarından bahsediyoruz- bambaşka bir şekilde ancak adına layık olan sohbetler. Onlar konuşurlar, anlatırlar, O dinlermiş. Bazen de O konuşur, onlar dinlermiş. Dünden ve yarından, kederden ve sevinçten, cahiliye günlerinden ve hatta Mekke’de bırakılan vefakâr eş Hatice’den velhasıl kelimenin hakkını verecek şekilde ‘sohbet’ olabilecek her şeyden bahsedilirmiş.

Birkaç meselenin muhasebesi açısından önemli değil mi bu tablo. Birinci sorumuzu hem yukarıdaki tabloya hem de modern hayatta karşımızda duran tabloya soruyoruz: Aile fertlerinin bir araya toplanamamasının ve sohbet edememesinin mazereti ne olabilir? Aile fertleri olarak bizleri bir araya getirip ‘sohbet’ ettirecek merci kimdir?

Yukarıdaki pratik açısından meseleye bakıldığında ‘nübüvvet’ gibi önemli bir makamın en son ve en öndeki temsilcisi için günde en az iki defa aile olarak bir araya gelmek elzem. Daha önemlisi bunu yapmak da ailede ‘reis’in temel görevlerinden birisi. Sadece aile ölçeğinde değil, Medine’de dost-ahbab, peygamber-ümmet ilişkisi de bu temel üzerine kurulmuştur. İşte bu yüzden Onu görmek için can atan insanlara Onun arkadaşları, dostları ve daha önemlisi onunla sohbet ederek görüşen anlamında ‘sahabî’ denmiştir. Kavramın içini tamamıyla dolduracak şekilde peygamberle bir araya gelen, onu gören insanlardan biz, muhtevasını sohbetten alan bir kelime ile bahsediyor ve onlara ‘sahâbî’ diyoruz. Onunla muasır bile olsa bir an bile sohbeti olmayana sahabî denilemeyeceğine dair klasik bilgi bile durumu özetlemeye yetiyor.

En masum haliyle hayatın şimdi biraz daha farklı işlediğini, ihtiyaçların ve yoğunlukların arttığını bir savunma ve hatta haklılık cümlesi olarak kuran insanların aslında neyden kaçtığı ortadadır. Çünkü hayatı; sürekli bir şekilde peşinde koşulması gereken şeyler yumağı, muasırlarının gözünde itibarlı olanlara sahip olunması gereken yaşam standardı olarak gören zihnin bu denklemle işinin olması zaten beklenemez. Aile bireylerinin ekonomik refahı adına onları görmemeyi tercih eden bir babanın esasında neyi tercih ettiği ortadır. Kendileri ile vakit geçirilmeyerek büyüyen delikanlılarımızın, hanım kızlarımızın emekliliklerinde babaları ile paylaşacak emeklilik maaşı dışında pek bir şeyleri olamaması çok tahammül edilebilir bir şey değildir herhalde.

Anneler açısından da durumun biraz farklı olduğunu söylemek hal-i hazırda olsa olsa bir temennî olur. Çünkü evin içindeki eşya çokluğu, her birinin ahengi, yenilerinin takip edilmesi gibi meseleler annenin temel görevi olunca hanım kızları için konuşacak ve dert anlatacak insan anne olamıyor pek tabiî olarak. Bu boşluğu kimlerin ve ne ile doldurduğu sorusu ile cafeleri kimler niçin dolduruyor, gençler sosyal sitelerde ne arıyor soruları sizce de bir yerlerde birleşmiyor mu?

Sonuç ortada: üç odalı bir evin içinde elinde kumandası ile babanın ayrı bir dünyası, eşi ile zevkleri ve dünyası uyuşmayan annenin ayrı bir dizi film kuşağı üzerine kurulu dünyası, çocukların ise kendi odalarındaki ‘sosyal’ paylaşımı bol iletişim (!) dünyası. Ailelerimizin artık çekirdek olduğundan mı bahsetti birisi?

Bu evlerde yetişen fertlerin akrabalık, arkadaş, komşuluk ilişkilerinin de bundan nasibini almaması düşünülemez herhâlde. Dinî bir terminoloji olan ‘sıla-i rahim’ ifadesinin omurgası olan sıla/vuslat kelimeleri ile inatlaşırcasına akraba ile bir araya gelmemek için direniyoruz. Akrabalık ilişkilerimiz teyze, hala, dayı ve amca gibi birinci derece akrabalarımızla sınırlandı ve onlarla da muhabbetimiz ‘bayramlık’. Yani akrabalarımızla da bir araya gelemiyoruz. Rahmanın birleştirilmesini (ısrarla hatırımıza sıla ve vuslat gelmeli) emrettiği şey de tarafımızca kat’ edildi. Yani anlayacağınız akrabalarımızla (kişinin en yakınları anlamına gelen bu ifadeye de ayrıca dikkat çekilmeli) da uzaklaştık ve bir araya gelemiyoruz.

Kendi evimiz gibi görebileceğimiz, evimizin anahtarını bırakabileceğimiz, okuldan gelen çocuğumuza “Falan teyzenlere git, ben seni oradan alırım.” dediğimiz komşularımız da gecekondularla beraber gömüldü. Onlar da çok katlı onlarca daireye ve site kültürüne kurban gitti. Komşularımızla da bir araya gelemiyoruz anlayacağınız. Halbuki annelerimiz için ne güzel bir terapi saati olurdu o buluşmalar. Ne doktor, ne izdivaç ve ne de yemek programlarına ihtiyaç duymazlardı o zamanlar. Sabah kuşakları onların bir araya geldikleri saatlerdi. Stres kalmadığı gibi evdeki eşten bir türlü evlenmeyen delikanlıya ve eş beğenmeyen hanım kıza kadar çekiştirmedik kimse de kalmazdı. Annelerimizin artan stres ve antidepresan kullanımında, kopan bu bağın payı hiç de küçük değil. Bir apartman dairesinde -site kültürü içindekileri kastediyorum- camlardan sarkan, balkonlardan birbirine seslenen teyzeleri galiba yakın bir zamanda ancak Yeşilçam film kuşaklarından televizyonlarda görebileceğiz.

Ayrıca temel amaçları birbirini görmek, bir biri ile konuşmak kısacası ‘sohbet’ olan insanların da bir araya geldiği zaman birbirlerinin yüzüne bile bakmaması da en az akrabalık bağımız, komşuluğumuz kadar dikkat çekici bir husus. Buradaki yüzüne bile bakmama ifadesi bir mecaz değildir. Herhangi bir cafede bir grup arkadaşı bu gözle izleyin lütfen. Hatta otobüste yan yana yolculuk yapanları, gemideki insanları, okul kantinindekileri ve evde karşılıklı oturanları. Elindeki ‘akıllı’ telefonun kendisine sunduğu ‘sınırsız’ imkânları değerlendirerek (!) karşısındakiyle (muhatab demiyorum çünkü burada karşıya alıp hitab etme yok) ağız ucu ile konuşmanın iletişimdeki adı tam olarak nedir bilememem. Ama sohbetin sahabe yetiştirdiği ortamda bırakın insanın bakışlarını, vücudunun bir kısmının bile muhataptan ayrılmaması gerektiği Peygamberden ahlâkî bir ilke olarak öğrenilmiştir.        Bedenen bir arada olan insanların ellerindeki aletle aynı anda kaç insana laf anlatmaya çalıştığına girmeye lüzum yok herhalde. Karşısındaki ile iki laf edemeyen insanın iletişim adına dünyanın başka bir yerindeki insanla ‘paylaşımı’ herhalde yediği yemek ve gezdiği yer olabilir. Kuvvetle muhtemel yazışma derdinde olduğu insanın yanında da başka kişilerle iletişim hevesindedir. Bu döngünün adına da hem mahkûmiyet hem de mahrumiyet desek ileri gitmiş mi oluruz?

Cevap aradığımız soruları yine bir başka soru ile nihayetlendirelim: Peki niçin bir araya gelemiyoruz ve bir araya geldiğimizde de bambaşka yerlerdeyiz? Eski fetva kitaplarındaki gibi “el-cevap” diye başlayıp tek kelime ile meseleyi halledebilmek en azından bu zihnin haddi değil. Ancak yine de cevap tıpkı fetva kitapları gibi eskittiğimiz bazı kelimelerde. Tahammül etmek, katlanmak, sabretmek, dinlemek gibi kelimeler sadece kariyer planlarımızda karşılığı olan, bizi bir yere taşıyacak kelimeler olmadığında sohbet edilecek iyi bir fert adayıyız demektir. Çünkü tahammülümüz kadar ailemiz, evimiz, komşumuz, arkadaşımız ve akrabamız vardır.

Hal-i hazırda birileri konuşacak muhataplar arıyorsa meselesi dert almak değil sürekli anlatarak dert olmaktır. Görünür manzara bu olduğuna göre küçük bir notla noktalayalım: Medîne’de herkese kulak verdiği, herkesi dinlediği için –herkese konuştuğu için demiyoruz- Peygamberi, münafıkların biraz ayıplayarak hangi ifade ile incittiklerini hatırlayalım: “O (her sözü dinleyen) bir kulaktır”.(Tevbe 61) Aynı yerde O’nu gönderen Rabbi bu ifadeyi nasıl tashih etmiştir bir de ona bakalım: “De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır.”