İçeriğe geç
Anasayfa » Muhalefetin Kalbine Yolculuk

Muhalefetin Kalbine Yolculuk

Hak ve hikmeti esas almadan sadece ilme güvenmenin hevâ ve hevese dayalı bir muhalefete yol açması kaçınılmazdır.

Toplumumuzda haksız muhalefetin sebeplerini incelemeye geçmeden önce temel terimleri netleştirmekte fayda vardır. Muhalefet, muvafakatin zıddıdır ki bunları “katılmak/katılmamak” olarak karşılaştırabiliriz. Muhalefet, temelde görüşleri sınama ve değerlendirme anlamına gelen tenkitten kaynaklanır. Aşağıda gösterebileceğimiz gibi tenkit muhalefete, muhalefet itiraza, itiraz da münazaaya ve bu da muhasamaya yol açar:

tenkit . muhalefet . itiraz . münazaa . muhasama

Bu süreci açacak olursak, insan tenkit denen bir değerlendirme sonucu bir görüşe zihnen katılmayabilir. Bu muhalefetini dile getirmesi itirazdır. Bu itiraz ise muhatap açısından tatminkâr değilse münazaa denen çekişmeye, bu çekişme de bir çözüm yolu bulunmazsa sonuçta muhasamaya, bu da en sonunda cemaatin parçalanmasına ve rahmetin gitmesine yol açar. “Ehl-i sünnet ve cemaat”in zıddının “ehl-i bid’at ve firkat” olarak adlandırılması bunun içindir. Şu halde cemaatin vahdet sayesinde rahmete nailiyetini önleyen bir şey olduğu içindir ki muhalefetin anlaşılması, imamet denen otorite ile cemaatleşme arasındaki ilişkinin anlaşılmasına bağlıdır.

Cemaatleşme, imamet denen bir otorite sayesinde gerçekleşir. Seyyidü’l-‘Âlemîn ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın “Üç kişi yola çıktığında içlerinden biri başkan olsun” hadisi, imametin önemini anlatır. Burada otoriteden kasıt, Allah ve Rasûlünün imametidir; Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette geçen “Allah ve Rasûlüne itaat edin” emrinin de belirttiği gibi. Halkımız arasında özellikle kız istenirken kullanılan “Allah’ın emri, Peygamberin kavli” sözü, hakkın otoritesini belirtir. Bu anlamda hakkın otoritesinin kabulüne dayanan haklı muhalefet, ilmî ve siyasî düzlemde ‘müzakere ve istişare’ denen iki kanaldan gelir.

Cihad Sayesinde Muvafakat

Öncelikle haklı veya haksız muhalefetin varlık sebebinin ortadan kalktığı ideal ‘cihad=hikmet’ durumunu belirtmek, haksız muhalefet kültürünü anlamayı kolaylaştıracaktır. Cenab-ı Hak, insana ilim ve amel olarak iki kuvvet vermiştir. Tencere/kapak misali, ilim varlık sebebi amelle örtüştüğünde aralarında bir açık kalmaz ve hikmete dönüşür. Kâl değil, hâl ile hakka isabet anlamına gelen bu fıkıh=hikmet=cihâd durumunda muhalefetin gerekçesi kalmaz. Fârâbî gibi İslâm filozoflarında da gördüğümüz Arapça ‘nutk-ı dâhilî/nutk-ı hâricî’ ayırımına göre aslında düşünme denen şey nefsin dâhilî, konuşma denen şey de hâricî konuşmasıdır. Bu bakımdan hikmet durumunda ne dâhilî, ne hâricî konuşmaya, ne zihnî, ne kavlî muhalefete ihtiyaç kalır.

Buradaki fıkıhtan kasıt, ‘ılmü’l-kâl (kâl ilmi) değil, ‘ılmü’l-hâl (hâl ilmi), hikmet olarak fıkıhtır. Arapça ‘fakih’ kelimesine, ‘fakih oldu’ anlamına gelen ‘fekuhe’ gibi lâzım fiillerden türeyen sıfat-ı müşebehhe denir. Seyyidü’l-‘Âlemîn ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın “Nice fıkıh taşıyıcısı vardır ki (aslında) fakih (fıkhı yaşayan) değildir” hadisi, bu ayırımı anlatır.1 Bu fıkhı cihâd kavramıyla anlatabiliriz. Kur’ân-ı Kerim’de geçen “Bizim uğrumuzda cihâd edenler var ya onlara tevfik yollarımızı muhakkak göstereceğiz”2 âyeti, kesb/vehb diyalektiğine tekabül eden bu cihâd/hidâyet diyalektiğini anlatır. Aralarında “h-d” olarak iki harfin ortaklığının gösterdiği iştikaktan da anlaşılabileceği gibi hidâyet ancak cihâd ile mümkündür; ancak ‘ılmü’l-hâl olarak fıkhı başaran hakkı, cihâd eden hidâyeti bulabilir.

Cihâd/hidâyet diyalektiği, hâl/makam ayrımına tekabül eder. Âlimler, hikmet ile tasavvuf gibi kelimelerin “zât haysiyetiyle aynı, itibar haysiyetiyle farklı” olduğunu söylerler. Aralarındaki itibar farklılığı, tahavvül tarzı ile hâl ve makam ilişkindir. Teşerru’ (fıkıh) ve tasavvuf, tahavvül tarzı dediğimiz kesbden vehbe geçme süreci, hikmet ve safvet (sûfilik) ise bu sürecin sonunda varılan bir makamı belirtir. Burada tahavvül tarzını açarsak hikmet, nefsi tezkiyeyi hedefleyen tarîk-i ebrâr, safvet ise ruhu tasfiyeyi hedefleyen tarîk-i ahyârın özel adlarını teşkil eder. Tasavvuf tarihinde yapılan tariflerin büyük çeşitliliği, tasavvufu bazen hâl, bazen makam olarak, bazen süreçleri, bazen sonuçları itibariyle tanımlama eğiliminden kaynaklanır.

Bu çerçevede tasavvufun yaygın tariflerinden biri de “itirazı, iddia ve muhalefeti terk” olmuştur. Ömer Rûşenî Dede’nin deyimiyle “Tasavvuf, terk-i da’vâdır demişler.” Yaşanan bir misal, bu tarifin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Süheyl Ünver’in rivayetine göre bir gün bir mecliste Galata Mevlevîhanesi Şeyhi Ahmed Celâleddin Efendi, bir mesele üzerinde görüşünü bildirmiştir. Muhataplar arasında bulunan Huzur Dersi mukarrirlerinden ve zamanın meşhur âlimlerinden Debreli Vildan Fâik, Celâleddin Efendi’nin görüşüne itiraz edince Şeyh Efendi “Olabilir” demekle yetinmişti. Bilahare bir gün yolda karşılaştıklarında Vildan Fâik Efendi, Şeyh Efendi’ye:

“Geçen gün sizinle aramızda böyle bir konuşma geçmişti, siz benim görüşüme “olabilir” demiştiniz. Hâlbuki ben meseleyi tedkik ettim, sizin sözünüz doğru imiş” deyince Şeyh Efendi yine “olabilir” demekle yetinmişti. Buna karşı Vildan Fâik Efendi’nin “-Niçin yine olabilir dediniz” diye sorması üzerine Şeyh Efendi şöyle cevap vermişti: “-İşte sizinle farkımız budur. Siz mücadeleyi seversiniz, ben hatâ etmiş olabilirim.”3

Müzakereye Dayalı İçtihat

Allah, gökleri ve yeri hakla yarattığı için varlığın temeli haktır. Kâinatın kuruluşu hakla, işleyişi hikmetledir. Hikmetin özel adı fıkıh, fıkhın metodu da içtihattır. İçtihada dayalı fıkıh=hikmetin gayesi hakka isabettir. Hak bir olduğu halde ilahî hikmet gereği hakikat ve hikmet müteaddittir. Bu yüzden Müslüman âlimler, dinin fürû’ı alanında rahmet sayılan ihtilafın eseri içtihatlarıyla hakka daha isabet etmeye çalışmıştır. Bunu “cihaddan ictihada”, muhalefetsizlikten haklı muhalefete geçiş süreci olarak görebiliriz.

Usûl-i fıkıh kitaplarında tafsil edildiği üzere içtihat, ileri bir ilmî seviyeye ulaşmaya bağlıdır; ancak zahirî ilimlerde zirveye çıkan âlimler içtihat yetkisini kazanabilir. Ancak bu işin formel, resmî kısmıdır. İlmî donanım, içtihat için gerekli ancak yeterli değildir. İçtihat, özünde bir fikrî üretim olduğu için ilmî donanımın müzakere denen fikrî alışverişle inkişafı gerekir. Dolayısıyla içtihadın isabeti, müzakere sürecinin sıhhatine bağlıdır. İslâm’da fıkıh mezhepleri içinde bu müzakere kültürünün bayraktarı Hanefî mezhebinin imamı İmâm-ı A’zam olmuştur. Onun derslerine Irak, Horasan, Türkistan, Yemen ve Arabistan’ın dört bir yanından gelen binlerce talebe katıldı. Başka bir mezhep imamına nasib olmayacak şekilde onun otuz sene kadar süren bu ders halkasına katılan talebe sayısının dört bini aştığı ve bunlardan en az kırk kadarının içtihat mertebesine çıktığı rivayet edilir.

Bu bereketin sırrı, onun azimle geliştirdiği ilmî müzakere ve muhalefet kültüründe yatar. Onun “Bu, bizim söyleyebildiğimiz en güzel sözdür. Kim bizim sözümüzden daha doğru bir söz getirirse, o hakikate bizimkinden daha yakındır” dediği; “Senin bu verdiğin fetvalar doğruluğunda hiç şüphe olmayan hakikatler midir?” diye sorulunca da “Bilmiyorum belki de yanlışlığında hiç şüphe olmayan yanlıştır” diye karşılık verdiği nakledilmektedir. İmâm-ı A’zam, “Yeni yetme bir talebe bile hata ettiğinizi söylediği halde ses çıkarmıyorsunuz” dendiğinde, “Onları bu şekilde davranmaya ben alıştırdım” cevabını vermişti. O mübarek imam, hakka daha çok yaklaşmak için sistemli bir biçimde derslerde talebelerine karşı çıkarak müzakereye sevk eder, böylece onların tenkidî ve tahlilî düşünce kabiliyetlerini, ilmî ve ahlakî şahsiyetlerini geliştirmeye çalışırdı. Ebu Yusuf’un “Biz, onun bütün bilgisinden faydalanmak için ona muhalefet ederdik” şeklindeki ifadesi, bunun göstergesidir.4

Anlaşılacağı gibi bu yapıcı muhalefetin dayanağının birincisi içtihada dayalı hikmete nailiyet, ikincisi hakka teslimiyettir. Hanefî mezhebinde olduğu gibi muhalefet, indî yorum ve kanaatlere değil, zahirî ilimlerde zirveye çıkışı gerektiren içtihada dayalıdır. Nitekim imam, “bağımsız içtihat, görüş, yol sahibi âlim” demektir. İkincisi Müslüman âlimler, kendi içtihat ve görüşlerini beyan ettikten sonra daima “Ve Allah doğrusunu en iyi bilendir” diye sözlerini bağlamışlardır. Haklı otoritenin kayb olduğu Batı’da ise herkes kendi görüşünün nihaî doğru olduğunu iddia etmiştir.

Haksız muhalefet, hak ve hikmete teslim olmadan sadece ilmine güvenerek karşı çıkmaktır. İblis’in kendisinin ile Hz. Âdem’in yaratılış maddelerini ateş ile çamur olarak kıyaslayarak Cenab-ı Hakkın meleklere secde emrine gösterdiği muhalefeti, varlık âleminde haksız muhalefetin ilk örneği olarak anabiliriz. Bu anlamda hak ve hikmeti esas almadan sadece ilme güvenmenin hevâ ve hevese dayalı bir muhalefete yol açması kaçınılmazdır. Ehl-i sünnet ve cemaate muhalefet etseler de “Ve Allah doğrusunu en iyi bilendir” diye sözlerini bağlayan ehl-i bid’atin başı Mu’tezile âlimlerinde hem hak ve hikmete teslimiyet, hem de sağlam ilim vardı. Onlar, hem ilimleri, hem zühd ü takvaları, kerem ü fütüvvetleriyle şöhret kazandıkları halde ilahî hikmet gereği nübüvvetin sırrını oluşturan kader meselesini kurcaladıkları için dalalete düşmüşlerdi.

Hevâ ve hevese dayalı din anlayışlarının yaygınlaştığı günümüzde ise sevâd-ı a’zama, ümmetin çoğunluğuna muhalefet eden sözde-müçtehitlerde ne böyle bir sağlam ilim var, ne de hak ve hikmete teslimiyet. Hâlbuki ilim olmadan fikir=fehm, amel olmadan hikmet=fıkıh olmaz. Günümüzdeki muhaliflerde ise ne ilim, ne amel var; sadece tanınma tutkusunu bileyen hevâ ve heveslerin hâkimiyeti var. Arapça “Hâlif tü’raf (Muhalefet et, tanın)” sözünün belirttiği gibi her zaman tanınmanın, şöhret kazanmanın bir yolu olarak görülen muhalefet, günümüzde ilim ve amel azaldıkça salgın hale gelmiştir. “Keşf-i kadim” yerine hep “vaz’-ı cedid” peşinde koşan bu zihniyet sahipleri, “Her yeni lezizdir” düsturunca dinde hep yeni ve aykırı şeyler söylemeyi marifet sayar. Daha da kötüsü en yüksek hamiyet ve ciddiyeti gerektiren din konusunda yaygınlaşan bu laçkalığın yeni nesillere de sirayet ederek moda haline gelmesi. Bakıyoruz, “bana göre, bence, kanımca” diye başlayan gençler, en hassas konularda bile desteksiz atıyor.

İstişareye Dayalı Muhalefet

Muhalefet, toplu tutuma aykırı bir tutum almadır. Dolayısıyla muhalefetin haklılığı, bu tutum alma sürecinin sıhhatine bağlıdır. İçtihada dayalı ilmî ağırlıklı muhalefetin sıhhatinin müzakere sürecine dayandığını belirtmiştik. Siyasî ağırlıklı muhalefetin sıhhatinin ise istişare sürecine dayandığı söylenebilir. Bu, “sünnet ve cemaat”in bünyesinin analiziyle, bu da adet ve sünnet olarak dinin mukayesesiyle daha iyi anlaşılacaktır. Din, köyde adet, şehirde sünnet olarak yaşanır. İnsanlar, köyde genelde dini atalarından gördükleri gibi uygularlar. Köyde kararlar genelde otorite kabul edilen, ihtiyar heyeti örneğinde olduğu gibi, baba, dede ve muhtardan oluşan yaşlı atalar tarafından alınır. Bu ortamda bir istişare ve muhalefetten söz etmek pek mümkün değildir. Ataların geleneksel otoritesi altında köy halkının mutlak uyumu esastır.

Buna karşılık dinin sünnet olarak yaşandığı şehirde uyum, ‘sünnet/sünen’ denen bir kural ve süreçler manzumesiyle gerçekleşir. “Osmanlı’da birlikte yaşama kültürü” gibi toplantılara başlık yapılan birlikte yaşamaktan kasıt, birlikte yaşayan insanların geçinmeyi başarmasıdır. Geçinme, Türkçe’ye de geçen Arapça muâşeret kelimesiyle anlatılır. Hedef, her halükârda geçinmek değil, Türkçe’de “görgü kuralları” anlamında kullanılan âdâb-ı muâşeret sayesinde hüsn-i muâşeret denen güzel geçinmeyi başarmaktır. Güzel geçinmeyi başaran şehir cemaati, istişare ile birlik ve uyuma ulaşmayı da başarır. Seyyidü’l-Kevneyn Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, ashâbıyla daima istişare yapmış, Uhud savaşında olduğu gibi kendi kanaatine aykırı olduğu ve sonucun hezimet olacağını bildiği halde istişare icrasının ve istişareden çıkan karara riayetin önemini göstermiştir.

Burada muhalefetin işlevi, sağlandıktan sonra ittifakı bozmaya değil, istişare sürecinde ittifak sağlamaya yöneliktir. İstişare sürecinde farklı bütün görüşler dile getirilip ittifaka, ortak bir karara varıldıktan sonra artık muhalefetin gerekçesi kalmaz. İstişareden sonra alınan kararların icrası, siyaset sürecinde ise murakabe ve ikaz devreye girer. Özellikle Hz. Ömer’in hilafeti devrinde görüldüğü gibi murakabe, cemaatin hak adına gözetim süreci demektir. İstişare ve murakabe dışında muhalefetin gerekçesi kalmaz. Bu, artık nefsânî saiklerle yapılan bir muhalefet olarak kalır.

Cemaatin bu istişare ve ittifak sürecini başarması, Rasûlullâh ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm örneğinde olduğu gibi, hakkın otoritesini temsil eden imametin işlevselliğine bağlıdır. İmamet kavramıyla anlatılan dinde, cemiyet ve siyasette otorite, ihtilaftan ittifaka geçiş, cemaatleşme sürecinde temel rol oynar. Batı, insanları birbirine bağlayacak hikmet ve otoritenin kayb olduğu uzun ideolojik çatışmalar tarihinin sonunda Arapça muâşeret, Latince modus vivendi denen bir telafi mekanizması, geçinme tarzı geliştirebildi. Modus vivendi, “anlaşamamak üzere anlaşma, zoraki geçinme tarzı” olarak tarif edilebilir.

Muvafakatten Muhalefete

Ulus-devletleri döneminde Türkiye gibi İslâm ülkelerinde ise çarpık kentselleşme süreciyle hızlanan sekülerleşme sürecinde geleneksel muhalefet ve uzlaşma mekanizmaları çözülmeye uğramıştır. Çarpık bir kentselleşme sonucu köyden şehre göçerek “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan” olanlar, âdet olarak köy dindarlığını, dolayısıyla köy halkının muhalefete yabancı uyum kültürünü kayb ettikleri gibi, sekülerleşen şehirde sünnet olarak dindarlık imkânını da bulamazlar, dolayısıyla şehir halkına özgü istişare, muhalefet ve uzlaşma kültürüne de kavuşamazlar.

Batı’da modernleşme denen kapitalizme geçiş yönündeki altyapısal dönüşüm sürecinde sekülerleşme, eski düzenin çözülmesi üzerine yeni bir düzene geçmeyi sağlayan yıkıcı olduğu kadar yapıcı bir işlev görebilmiştir. Bizde ise modernleşme ve sekülerleşme sebeplerinden ziyade sonuçlarına bakılarak kopya edilmiş, modernleşme altyapısaldan ziyade üstyapısal bir dönüşüm, Batı’nın tüketim kültürünün transfer edildiği kentselleşme olarak gerçekleşmiştir. Bu yüzden modernleşme bizde neredeyse hep eskiyi aşındıran yıkıcı bir işlev görmüştür. Müslümanlar, köy ve şehre özgü geleneksel versiyonunu kayb ettikleri gibi Batı’ya özgü modern bir istişare, muhalefet ve uzlaşma kültürünü geliştirmekte de aciz kalmışlardır. Bazı şirketlerde aile fertlerini birleştiren kutup işlevi gören babanın vefatından sonra şirketin hemen dağılma sürecine girmesi, modern bir işbirliği ve uzlaşma kültürüyle telafi edilemeyen geleneksel otorite sayesinde işleyen işbirliği ve uzlaşma kültürünün kaybına tipik bir örnektir.

Haklı muhalefeti sağlayan mekanizma ve süreçlerin aşınmasının kaçınılmaz sonucu, anarşiye yol açan bir sağlıksız muhalefet eğiliminin yaygınlaşmasıdır. Bu anarşi, temel alanlarda istişare ve uzlaşma mekanizmalarını işletecek otoritenin yokluğundan kaynaklanır. Sağlıksız muhalefetin doğurduğu bu anarşiyi günümüzde gerek dinde, gerekse de toplum ve siyasette görmek mümkündür. Sıkça örneklerini gördüğümüz gibi otorite ve istişarenin yokluğu durumunda fertler, ifrat ve tefrit uçlarına düşecek, ya gereksiz muvafakat, ya gereksiz muhalefete sapacak, geçinme ve uzlaşmayı başarmada aciz kalacaktır. Türkiye gibi garb-zede Müslüman ülkelerde hep yıkıcı olarak işleyen çarpık modernleşme, değil farklı, aynı kültürden insanlar arasında bile birlikte yaşama kültürünü aşındırmış, ihtilaf ve muhalefeti arttırmıştır. Bu dengesiz tavırları içtimaî hayatın her alanında görmek mümkündür. Bazen insanların hiç gösterilmeyecek bir yerde tepki ve muhalefet gösterdikleri, bazen tam aksine gösterilecek bir yerde tepki ve muhalefet göstermedikleri görülür.

Bu dengesizlikler, zamanla makro ve mikro ideolojilere dönüşür. Çığırından çıkan bilim ve teknolojinin ürünü araçların amaçları belirlemesiyle yönünü bulamaz hale gelen Batı’da zamanla değişim bizzat düstur, strateji prensip, ihtilal ıslaha dönüşmüştür. Fransız İhtilali ile patlak veren, Karl Marx tarafından temsil edilen modernliğin özündeki başkaldırı kültürüne göre ne olursa olsun mevcut düzeni savunmak, muvafakat etmek sağcılık, karşı çıkmak, başkaldırmak ise solculuktur. Mutlak anlamda kullanıldığında sol ideoloji ile Marksizm=komünizmin kasd edilmesi bu yüzdendir. Bizim gibi Müslüman ülkelerde solculuk makro siyasî ideoloji olarak olumsuz bir anlam taşıdığı halde mikro bir ideoloji olarak revaç bulmuş, hâkim davranış düsturu haline gelmiştir. Bu, siyaset psikolojisi disiplini tarafından incelenecek bir siyasî illet olarak görülebilir. Bir ara televizyonda bir programda olduğu gibi “karşıyız karşı, her şeye karşı” ifadesiyle sloganlaştırılan bir müzmin, körü körüne muhalefet kültürü çoğu kişiye sirayet etmiştir. Siyasette iktidar, toplumda rehberlik ümidini kayb eden kesimler muhalefeti bizzat meslek, hayat tarzı haline getirmiştir.

Muhalefetten Muvafakate

Bu durumda ahlakî bir silkinişle yeniden bir muvafakat kültürü geliştirmeye ihtiyaç vardır. Bu konuda Seyyidü’l-‘Âlemîn ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın ruhânî irşadıyla pek yüce bir mertebeye çıkan tabiînin seyyidi Üveys el-Karânî hazretlerinin tavrı ibretliktir. Hz. Alî yanında iken Hz. Ömer rıdvânüllâhi ‘aleyhim ona iki cihanın güneşini sağlığında görmek için niçin gelmediğini sorduğunda Üveys, dişsiz ağzını açarak göstermiş ve “Onu sureten görmek nasib olmadı. Lakin Hz. Peygamber’in Uhud’da kırılan bir dişine karşılık ağzımdaki bütün dişleri söktüm. Böylece ona muvafakat eyledim. Zira muvafakat dindendir” diye cevap verdi. Bunun üzerine “Senin gibi Habîbullâha muhabbetin hakkını veremedik” diye ikisi de ağlaştılar.

KAYNAKÇA

Doğrul, Ömer Rıza (1947) “İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin Hayatı”, Selâmet Mecmuası, I/1- 25, İstanbul.

el-Müttakî, ‘Alâeddîn ‘Alî (2004) Kenzü’l-‘Ummâl fî Süneni’l-Akvâli ve’l-Ahvâl, I–XVIII. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyyye.

Omay, Semiha (1965) Huzur Dersleri ile İlgili Konuşmalar. İstanbul: Hüsnütabiat Matbaası.

1             Müttakî; 2004: X/83

2             Ankebût, 29/69

3             Omay; 1965: 62

4             Doğrul; 1947