İçeriğe geç
Anasayfa » Müslümanın “Reklam” ile İmtihanı

Müslümanın “Reklam” ile İmtihanı

Kuru bir bilgi olarak değil de bir idrak, şuur ve bilinç olarak mülkün, haddi zatında Allah’ın olduğuna ve insanoğlunun elinde ise bir emanet hükmünde bulunduğuna iman eden Müslüman, bütün ticari muamelesini de bu anlayış üzerine inşa eder. Rızkın, Rabbinden geleceğini ve müşterilerinin yalnızca bir vesile olduğunu bilir. Allah dilemedikçe hiçbir maksadına ulaşamayacağına iman eder.

Hayatın içerisinde önemli bir yeri olan, öyle veya böyle her birimizi alakadar eden ticaret; yalanın biri bin para olduğu, hilenin alıp başını götürdüğü, insanların birbirlerine güvenlerinin kalmadığı bir alan haline gelmiş; Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilmenin reva görüldüğü bir hale bürünmüştür.

Her yönüyle rekabete dayalı günümüz ekonomi sisteminde en önemli iş reklamlar icra etmektir. Öyle ki, ürünün kalitesinden çok reklamına bütçe ayrıldığı, mahiyetinden ve işlevinden çok etiketine masraf yapıldığı, marka değerinin ürünün kendisinden koşar adım önde olduğu bir dönemdeyiz.

Reklamın bizatihi amacı, satışı artırmaktır. Tarih boyunca böyle olmuştur, bugün de böyledir. Zamanında, sıcak günlerde buz satan bir adamın, “Kardeşlerim sermayesi buz olan bu adama acıyın ve alışveriş yapın, yoksa buz erir gider, sermayem biter. Çoluk çocuğuma bir şey götüremem.” şeklinde yalvararak yaptığı işin adı da bir yönüyle reklamdır. Malını veya hizmetini satabilmek için her türlü girişimde bulunan bugünün reklamcısının ve esnafın, dükkânında malını satarken yaptığı iş de mahiyet itibariyle aynıdır. Sadece günümüzde ürün teşhiri, daha da profesyonelleşmiş ve büyük bir sektör halini almış denebilir.

Hayatımızın her alanında reklam ile iç içeyiz. Her tarafımız reklamla sarılmış ve kuşatılmıştır. Duvarında reklam tabelası olmayan binamız yok gibidir. İnsanın olduğu her yerde kendisine müstesna bir yer bulmuştur reklam. Tercihlerimiz kitle iletişim araçlarının reklamları üzerinden ipotek altına alınmış desek yeridir. Reklam artık değerlerimize, hassasiyet ve ilgilerimize yön verecek kadar güçlü bir silah haline gelmiştir.

Reklamların ekseriyeti, maalesef İslami hassasiyetlerden mahrumdur. Buradaki sorun haddi zatında reklamın kendisi değil, “İslamî bir ticaret ahlâkı”nın dünyaya hâkim olmayışıdır. Müslümanlar bu asırda da iktisat sahasında yeterince söz sahibi olabilselerdi; TV, radyo, gazete gibi kitle iletişim araçları üzerine inşa edilen “reklam sektörü” ndeki gayr-i İslamî ve gayr-i insanî durumlar söz konusu olmayacak ve bugün mevcut reklamlar hakkındaki rahatsızlıklarımız belki de en aza inecekti. Sözgelimi, alabilen var/alamayan var endişesiyle ürünlerini vitrine koymama titizliği gösteren ve teşhiri son derece doğal surette yapan ecdadımızın taşıdığı hassasiyetin bir benzerini bu asrın Müslümanı da taşıyacak ve çağımızın idrakine son derece takdire şayan prensipler vaz’ edecekti.

Dükkânında, sattığı ürünün tanıtımını yapan esnaf da profesyonel reklamcılık olmasa da bir yönüyle “ürün reklamı” yapmış olmaktadır. Çünkü her ne kadar esnafın ürün ile irtibatı, sadece malı paraya çevirme ilişkisi kadar olsa da ürün üzerinden kendisine de bir pozisyon oluşturmaktadır. Sattığının, satarken söylediğinin, sattığı mal üzerinden vaad ettiğinin kendisini bağladığı sorumluluk yönü vardır. Bu açıdan bakıldığında “kul yapısı” eşyayı satarken durumumuz büyük önem arz etmektedir.

Beşerî sistem, kendi hukukî anlayışına göre çeşitli prensipler ve ceza-i müeyyideler ortaya koysa da bunlar, Rabbimizin azabı yanında ne ifade eder? Dünya ekonomi anlayışının belli şeylere müsaade etmesi ve reklam sektörüne geniş serbest bir alan açıyor olması, bunların Allah katında da helal olduğu manasına gelmemektedir. Müslümanı dünyada hukuk açısından bağlayan beşeri kanunlar olduğu gibi, ilahi planda da kendisini bağlayan kanunlar vardır. Ki bunlar Müslüman için hem daha hassas ve daha belirleyicidir.

O halde bir Müslüman olarak bize düşen, hem kişiyi kolayca öğüten günümüz ekonomi çarkında ezilmemek hem de çoluk-çocuğumuzun rızkını şer’î ölçülere dikkat ederek kazanmaktır. İnsanı çok çabuk alabora eden “para imtihanı”nı kazanmak ve malî açıdan da “güçlü Müslüman” olmaktır. Bu yüzden Müslümanın, başka insanların hal ve gidişatlarına bakmaksızın kendisine tespit ettiği kırmızıçizgileri vardır.

Müslüman esnafın en önemli şiârı ve tâbir-i câizse “reklamı” “doğruluk” tur. Onun işi sadece doğruyladır. O, üç kuruşluk bir dünya menfaati için doğru sözden ayrılmaz. Müşterisinden elde edeceği küçücük bir dünyalık kazanımı için ahirette peygamberlerle, sıddîklerle ve şehitlerle haşrolmak nimetini tehlikeye atmaz. Zira Peygamberimiz (s.a.v)’in va’d ettiği, başka şeylerle kıyaslanması mümkün olmayan büyük bir mükâfattır.

Ne acıdır ki, nice tüccarımız sabah işe başlayıp akşam eve dönünceye kadar müşteriye kaç defa yalan söylediğini bile unutur. Eminim hepinize tanıdık geliyor şu tür cümleler ve daha fazlası…

“Tarif ettiğin ürünü bu pazarda bulamazsın. Gösterdiğimi kaçırma.”

“O elinizdeki tek kaldı başka yok.”

“Parçası elbette orijinal parçasıdır.”

“İhraç fazlası bunlar. Ondan ucuza satıyoruz.”

“Kapatıyoruz! O yüzden zararına veriyoruz.”

Müslüman, söz konusu “yalan” olduğunda lafızcı da davranmaz. Kendisinin ne söylediğinden çok muhatabı tarafından nasıl anlaşıldığına bakar. Şöyle ki bu durum halk arasında “hileli yalan veya beyaz yalan” diye meşhur olmuştur.

Mesela, bir esnafın “Zaten zararına satıyoruz…” derken kârdan mı zararı yoksa maliyetinin altında mı sattığı müşteriye meçhuldür. Fakat kendisi neyi kastettiğini iyi bilmektedir. Ya da “Daha çok verdiler de ama satmadım…” derken, daha çok veren kimdir? Eş, dost, akraba mı yoksa hiç tanımadığı bir müşterisi mi? Bu, sözde müşteriyi ikna edici bir argüman; fakat hakikati müşteriye kapalı olan bir durumdur.

Elbette tüccarın, muhatabını ikna etmek için çeşitli argümanlar kullanması doğal ve gereklidir. Bu ve benzer sözler hakikat ifade ediyorsa bir sıkıntı yok. Ancak yalan varsa dünyada ticaretimizin bereketsizliğinden, ahirette de yakıcı azaptan korkmamız gerekir.

Yalan sadece tüccardan da sâdır olan bir şey değildir. Zaman zaman müşterinin dilinde de yer bulduğu olmuştur. “Falanca dükkânda sizin ürünün aynısı yarı fiyatına.” “İlk sana uğradık, bir güzellik yapıver de senden alalım.” gibi.

Müslüman esnaf bilir ki, ürün tanıtımı esnasında başka dükkân sahiplerini veya firmaları karalamak, inancıyla bağdaşmaz. Kendi ticarî başarısını, başkasının başarısızlığı üzerine bina etmeyi uygun bulmaz. Ki o, siftahını yaptıktan sonra müşterisini yan komşularına gönderen ecdadın torunudur.

Müslüman tüccar, yemin etmez. Dilini yemine alıştırmaz. Bilir ki, üzerine yemin ettiği şey doğru ise ettiği yemin mekruh, yanlışsa haramdır. İmam Şafii’nin yaptığı gibi yeminden tamamen uzak durur. O büyük imamın şöyle dediği rivayet edilir: “Hayatımda ne doğru ne yalan yere bir kere bile yemin etmedim.”

Dünyanın fâni olduğunu sadece camide namaz kılarken değil ticaret yaparken de hisseden Müslüman, ürünleri daha çok satılsın ve tezgâhı daha önce bitsin diye müşterisini yanlış yönlendirmez. Ticaretinde muhatabını zarara sokmak, kendinden zararı def’ etmek maksadı taşımaz. Müşterisini aldatmaz. Bile bile onun zararına olacak bir şeyi ona satmaya kalkmaz.

Müslüman, din u diyanetini, cami cemaati oluşunu bir “reklam vasıtası” olarak kullanmaz. Çünkü endişe eder ki, dindarlığıyla güven telkin ettiği müşterisindeki teminatı, sattığı ürünün randımanı kadar olur. Elbette bir tüccarın ticarî hayatta başarılı olmasının sırrı, muhatabında güven telkin edebilmesinde gizlidir. Ancak bu güveni konuşmasıyla, duruşuyla, dış görünüşüyle sağlar. “Ben de küçükken Kuran Kursuna gitmiştim. Benim de anne-babam hacıdır. Yeğenim İmam-Hatip’te okuyor vs.” gibi sözlerle güven sağlamaya çalışmaz.”1

Tüccar, ticaretini ve reklamını yapacağı ürün tercihinde de stratejik davranır. Bilir ki, satılan ürün ile reklamı yapılan şey arasında güçlü bir irtibat vardır. Satışı haram bir şeyin reklamını yapmak haram, mekruh bir malın tanıtımını yapmak mekruh, mubah bir şeyin reklamını yapmak da mubah olur.

Müslüman, zararına bile olsa verdiği sözden dönmez. Sözü senettir. Kendisine güven duyulur. Kolayca ünsiyet kurulabilir onunla.

Velhasıl Müslüman tüccar, dünyada da ahirette kazanandır. O, dünyada mal-mülk ahirette de Cennet bulmuştur. Rabbim böyle insanlarımızın sayısını artırsın. i


1 Kendisine hususi indirim yapılır veya kolaylık sağlanır endişesiyle vazifesini, alışverişini bitirdikten sonra söyleyen, “Mesleğimi ticaretimde güven vasıtası ve indirim vesilesi olarak kullanmamaya ahdettim” diyerek büyük bir hassasiyet örneği gösteren bir İmam Efendi dostumuzun bu sözünü işitince bundan önemli bir ders çıkarmamız gerektiğini anladım. İmam Efendilere, halkımızın alışverişte kolaylık sağladığı hepimizin bildiği bir gerçektir. Din ve dindarlığımız üzerinden gelecek menfaate karşı böyle güzel bir duruş sergilemek takdire şayan bir titizlik olsa gerektir. Bu yüzden ticaret erbabından da sun’î telkinlere tevessül etmemelerini ve müşteriyi ikna etmek için dindar oluşunu öne çıkarmaması gerektiğini istememizin hakkımız olduğunu düşünüyorum.