İçeriğe geç

Cihanşümul ve Kalıcı Refah İçin İslamî İktisat Anlayışının Gerekliliği

Hiç şüphesiz, İslam’ın, hayatın her alanındaki ve boyutundaki meselelere dair sürdürülebilir ve cihanşümul çözümler getirdiğine inanıyoruz. Tehvid anlayışının bir gereği olan dünya-ahiret bütünlüğünün sonucu olarak insanın iktisadi faaliyetleri de Kur’an ve sünnet kaynaklı bilgi ışığında, müesses İslam fıkhının zengin tecrübesi ve rehberliğinde düzenlenmiştir.

Gerek bir faaliyetler bütünü ya da sistem olarak gerekse bilim dalı olarak “İslam iktisadı/ekonomisi” tabiri; aslında bilimin, siyasetin, ekonominin, kültürün kısaca dünya düzenini belirleyen merkezlerin Batı’ya kaydığı modernite sonrası dönemde bir mecburiyetten ortaya çıkmış bir kavramdır. Bilhassa 1950’lerden itibaren İslamîanlayışla iktisat biliminin ve iktisadi hayattaki çelişkilerin farkına varan Müslümanlar, temellerini İslamî anlayışa dayamış bir iktisat bilimi ve iktisadî sistemler üzerine çalışmaya başladılar. Bu konuda önemli bir mesafe de kat edilmiş olup gerek teoride gerekse uygulamada görünür sonuçlar ortaya konmuştur.

Fakat sorun şuradadır: Bu teori ve pratik, insanlığın önündeki “ana akım” bilgi ve pratik olmaktan henüz çok uzaktır, “marjinal” bir alanda yer almaktadır. Dolayısıyla her ne kadar günümüzde bilhassa 2008 krizinden sonra önemi, bilinirliği ve ekonomideki payı gittikçe artsa da İslamî iktisat anlayışı hâlâ ana akım dışında farklı bir isimlendirmeye ihtiyaç duymaktadır. Ancak bu durum bizim idealimiz olamaz. Biz, her alanda olduğu gibi iktisat biliminin ve iktisadî sistemin tamamen İslamî bir anlayışa oturması, bu anlayışın ana akım haline dönüşmesi ve nihayet artık “İslamî” ön ekini kullanmaya gerek duymadığımız bir dünya tasavvuruna mecburuz.

İbn Haldun, Gazzalî, ve İbn Teymiye gibi klasik dönem İslam âlimleri, İslam iktisadının temellerini oluşturan önemli bir bilgi mirası bırakmıştır. İslam iktisadı bugün klasik ya da geleneksel iktisat dediğimiz ana akım iktisadın aradığı ancak bir türlü bulamadığı ‘sürdürülebilir ve evrensel refah temelli’ optimal çözümleri sunacak bir öze sahiptir. Öncelikle bunun farkına varmak gerekiyor. Bugün Müslüman iktisatçının birinci sorunu, İslam’ın temel kaynakları ve Müslüman bilim insanlarının bıraktığı mirastan kopukluğudur. Dolayısıyla öncelikle temel kaynaklarla olan bu kopukluğun giderilmesi gerekmektedir. Klasik dönem Müslüman bilim insanlarının yeni bir okuması yapılmalı ve bugün için uygun bir teori, tutarlı uygulamalar ve sağlam kurumlar inşasına gayret edilmelidir.

Aslında günümüzde farklı paradigma arayışları gittikçe şiddeti artan bir dozda hissedilmektedir. İnsanın ‘fıtrat’ unsurunu ihmal eden, ‘nefs’ merkezli, normatif değil, pür pozitif, yani ‘değerlerden bağımsız’ bir anlayışa oturan günümüzün hâkim anlayışı olan neoklasik iktisat gittikçe daha yüksek tonda sorgulanmaktadır. Bilhassa krizlerden sonra ‘daha evrensel ve sürdürülebilir’ bir refahın sağlanması için gerek teorik çalışmalar gerek uygulamalar gerekse yasal düzenlemeler boyutunda belirgin bir gayret görülmektedir. Esasen gerek bugün gerekse on yıllar öncesinde Müslüman olmayan birçok düşünür ve iktisatçı, tam ve müesses hali İslamî anlayışta mevcut olan bir takım ‘doğru’ları işaret edegelmiştir.

Mesela bugün yönetim ve finans disiplinlerinin ortak alanında gittikçe önem kazanan ve üzerinde çalışılan ‘kurumsal yönetim’, ‘kurumsal sosyal sorumluluk’, ‘paydaş yaklaşımı’ gibi kavramlar, eğer günümüzde geçerli anlayış İslamî temellere otursaydı böyle yeni icat edilen ve ayrıca kavramsallaştırılan, modellenen kavramlar olmayacaktı. Çünkü bunlar zaten İslamî sistemin temellerini oluşturan unsurlardır. Ahlâk, İslamî iktisat anlayışında eklektik bir unsur değil, aslî unsurdur ve deyim yerindeyse ‘harcındadır.’ İslamî iktisat teorisi ve sistemi önemli ölçüde ‘sözleşmeler’ bağlamında oluştuğu için ‘hukuk temellidir’.

Öte yandan yine krizden sonra artık ‘daha dayanışmacı, paylaşımcı’ bir piyasa ekonomisi anlayışı vurgusunu görmekteyiz. Hâlbuki ‘rekabetin asıl olduğu’ geleneksel kapitalist anlayışa göre bu yaklaşım bir paradokstur, zira kârı azami kılma sâiki ve rekabetin, dayanışmacı-paylaşımcı anlayışla bir arada bulunması çok güçtür. Daha açık ifade etmek gerekirse hani bizim tarihimizdeki meşhur hadisede olduğu gibi, gelen müşteriye “Ben siftah ettim, yandaki dükkâna git, o henüz siftah etmedi.” anlayışının bugünkü ekonomi teorisinde ve pratiğinde yeri olmadığı düşünülür. İşte aslında bugün insanlığın yeniden keşfetmeye çalıştığı bu ‘dayanışma, yardımlaşma ve rekabetin’ birlikte var olabildiği anlayışı, İmam Gazzalî yüzyıllar öncesinde kavramsallaştırmıştır. Bu, aslında Gazzalî’nin dünya ve ahireti birlikte imar etme konusundaki genel anlayışının da bir sonucudur.

Günümüz iktisadî sisteminin İslamî açıdan problemli olan bir başka alanı da ‘kadın istihdamı’ konusudur. Modern dünya, kadını erkekle hayatın her kulvarında rekabete zorlamaktadır. Ayrıca kadının ‘annelik’ ve ‘evin hanımı’ rolünü de değersizleştirmektedir. Kısaca onu fıtratının aksi yönde davranmaya zorlamaktadır. Bu eğilim, ne yazık ki mütedeyyin çevrelerde de gittikçe görülür hale gelen bir vakıadır. Hâlbuki İslamî anlayışa dayalı bir toplumda erkek ve kadın birbirlerinin rakipleri değil, tamamlayıcılarıdır. Kadın öncelikle annelik ve hanımlık rolüne zarar vermeden fıtratına uygun ve ümmetin maslahatının gereği olan sahalarda elbette çalışma hayatına katılabilir. Hatta belirli mesleklerde kadının çalışması zorunluluk bile olabilmektedir.

Bir diğer problemli alan da ‘neyin zaruriyet, neyin ihtiyaç, neyin lüks veya israf’ olduğu sorularının oluşturduğu alandır. Aslında yine Gazzalî bu konuda da teorik bir temel sunmaktadır. Hatta bugün modern yönetim biliminde çok meşhur “Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi” teorisinden yüzyıllar önce Gazzalî o ihtiyaçlar piramidini “Zaruriyyat-haciyyat-tahsiniyyat” kavramlarıyla oluşturmuştu. Ancak bugün bu husustaki en önemli zorluk, bu kavramların son derece değişken olmasıdır. Bugün lüks tüketim tanımına giren bir ürün/harcama, çok kısa bir sürede ihtiyaç veya zaruriyat sınıfına girebiliyor. Veya bu kavramlar toplumdan topluma da değişebiliyor.

Gerçek anlamda müreffeh bir toplum oluşturabilmek için İslam’ın, ticaretiyle, üretimiyle, işveren-çalışan ilişkileriyle ve finansal sistemiyle müesses bir İslam iktisat teorisi, tutarlı ve sahih uygulamaları ve özgün kurumlarıyla oluşturulması, zekât ve sadaka gibi mekanizmalardan çok daha etkin ve kalıcı yoldur. Zekât müessesesinin işletilmesi bir farz ibadet olarak elbet zorunludur, ancak iktisadi sistem, İslamî anlayışa dayanmadığı sürece toplumda kalıcı ve yaygın bir refah ve barış ortamı sağlanamaz. i

(*) Doç.Dr., İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi İşletme Bölümü.