İçeriğe geç
Anasayfa » İMAN ETTİK… YA SONRA?

İMAN ETTİK… YA SONRA?

Allah Teala’nın insana akıldan sonra bahşettiği en büyük nimet imandır. İman eden insan Allah katında büyük bir şeref kazanmış olur. Mübarek kitabımız yaratıcısını tanıyan ile tanımayanın bir olmadığını bildirir: “Mümin olan, imandan hariç gibi midir? Eşit olmazlar.[1]İnananların her türlü dünya ölçüsünün ötesinde üstünlüğünü perçinler: “Gevşemeyin, üzüntüye kapılmayın, mümin iseniz, inanıyorsanız muhakkak en üstün sizsiniz.” [2] Peki, iman ile hemen başlayan namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadet görevleriyle sıkı bir kulluk ve ahlak eğitimi gören Müslümanlar, orada kalarak Allah’a karşı görev ve sorumluluklarını tam olarak ifa etmiş olurlar mı? Onun ötesinde onları bekleyen daha başka işler de var mıdır? Başka bir ifade ile İslam, sadece kul ile Rabbi arasında kalan, cami dışındaki hiçbir şeyle ilgisi bulunmayan bir din midir?

Rabbimizin kitabı buna ne cevap veriyor, bakalım: “Elif Lâm Mîm. İnsanlar, denenmeden sınanmadan (yalnız) inandık demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun, Biz onlardan öncekileri de denedik. Allah elbette sâdık olanları de bilir, elbette yalancı olanları da bilir.[3] Demek ki bir imtihan, deneme söz konusu. Çünkü İslam’ın temel özelliği, âlemşümul, evrensel bir din olması, aziz peygamberinin de bütün insanlığa gönderilmiş bulunmasıdır: “Biz seni, ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı (inanıp itaat edenleri cennetle müjdeci, inkâr ve isyan edenleri cehennemle korkutucu) olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bilmezler.)[4] “De ki: -Ey insanlar! Doğrusu ben Allah’ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim.”[5] “Daha önce bir peygamber yalnızca kendi milletine gönderilirdi. Ben ise bütün insanlara gönderildim.” [6]

İslam dininin bu evrensel yönü böylece açıklandıktan sonra iman ve salih ameller ile şereflenmiş olan müminler, bu iyilik hali kendileri ile sınırlı kalmasın, Allah’ın diğer kulları da bu nimetlerden yararlansın diye düşünüp hareket etme durumundadırlar. Bilirler ki iyilik ve hayra çağıran, emir bil-maruf ve nehiy anil-münker görevi yapan bir topluluk, bir cemaat oluşturulması, dinimizin imandan sonra bizden istediği önemli bir vazifedir, bir farz-ı kifâyedir. “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” [7] “Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten vaz geçirmeye çalışırsınız. Çünkü Allah’a inanıyorsunuz.” [8]

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) kendisi bütün imkânları kullanarak insanları dine çağırırken değerli ashabını da buna alıştırmış, davetin önemini ve usullerini onlara da belletmiştir. Hayber’in fethi sırasında Hz. Ali’yi çağırıp şu talimatı vermiştir: “Onları İslam’a davet et. Uymaları gereken ilahi yükümlülükleri kendilerine haber ver. Allah’a yemin ederim ki, senin vasıtanla Allah’ın bir tek kişiye hidayet vermesi, senin için kızıl develere sahip olmaktan daha hayırlıdır.” [9]

Böyle bir ilahi yükümlülük de taşıdığına tam inanan ilk Müslümanlar, dünyanın en güçlü ülkelerini ve devletlerini İslam’a çağırdılar, kısa bir süre içinde akıl almaz sonuçlar elde ettiler, harikalar meydana getirdiler. Bu ilahi sorumluluğu iliklerine kadar hisseden sahabeden biri olan Rib’î b. Amir (r.a), zayıflıklarına ve yoksulluklarına bakmadan koskoca Fars İmparatorluk ordusunun karşısına ne cesaretle çıktıklarını soran başkomutan Rüstem’e diyordu ki: “Bu lafları bırak, sen beşerle, bizim gibi etten kemikten ibaret olan insanlarla cedelleşmiyorsun aslında, kaderle, ilahi irade ile cedelleşmeye kalkışıyorsun ki buna senin değil, hiç kimsenin gücü yetmez. Zira bizi sizin üstünüze Allah Teala seçip gönderdi. Allah’ın dilediği kullarını sadece Allah’a ibadet etmeye, dünyanın darlığından genişliğine, diğer dinlerin zulmünden İslam’ın adaletine çıkarmak için geldik biz, bu uğurda savaşıyoruz. Eğer size galip gelirsek ülkenize malik olacağız, ölürsek şehid olup cennete gideceğiz.” [10]Fırtına gibi bütün Kuzey Afrika’yı fetheden ve Atlas Okyanusu’na ulaşan Müslümanların komutanı kıymetli sahabi Ukbe b. Nafi’ (r.a) atını denize sürüyor ve: “Yarabbi, görüyorsun, eğer karşıma şu deniz çıkmasaydı senin yolunda cihad için daha da ilerilere gidecektim.” [11] diyordu.

Bu ruha sahip olan sahabe ve onların kutlu takipçileri her şeyden evvel imanları sebebiyle kendilerine çok güveniyorlardı. Maddi üstünlüğü sağlayıcı araç gereçlerle ilgili gerekenleri yapmakla birlikte asıl üstünlük sebebinin iman ve ahlak olduğuna kesin inanmışlardı. Karşılarındaki maddi güçlerin çokluğu, silahları, zenginlikleri karşısında asla şaşkınlık ve hayranlığa kapılmıyorlardı. “Madem ki müminim, o halde en üstün benim!” ilkesinden şaşmıyorlardı. Ölümden korkmuyorlardı, çünkü Allah yolunda şehid olmayı en yüksek mertebe olarak kabullenmişlerdi. Neticede de rekor bir zaman diliminde Allah Teala onları yeryüzünün efendileri kıldı. İster istemez bütün dünya onlara râm oldu, önlerinde boyun eğdi. Zengin ve güçlü ülkeler bir bir hizaya geldi Müslümanlar önünde ve dünya liderliğini Müslümanlara verdiler mecburen.

Ancak İslam’a davet, İslam’ı Allah’ın ve Resulünün bildirdiği gibi yaşama, yaşatma görevi yapılmaz ise ne olur? Bir kere hiçbir Müslüman kendisini sorumluluktan kurtaramaz. Bu ihmalin zararı her tarafa yayılır. Gerçekten “Tevhid” nizamı bozulunca ortaya çıkan bela ve musibetler yalnızca zalimlere isabet etmekle kalmaz, bütün topluma sirayet eder. İlahi hüküm tahakkuk eder: “Öyle bir fitne ve musibetten korkun ki o yalnızca sizin zalimlerinize isabet etmez. ( Bu bela genelleşir) Bilin ki Allah’ın azabı çok şiddetlidir.” [12]

Kötü kimselerin toplumun başına musallat olması, idarecilerin işledikleri zulümler sonucu toplumun fitnelere sürüklenmesi, Müslümanlar arasında düşmanlıkların ortaya çıkması… ve benzeri musibetler her ferdi içine alan genel mahiyetteki belalardır. Bunlar helake, çöküşe ve yok oluşa sebep olan hallerdir. İyiliği emir ve kötülükten alıkoyma görevini terk eden topluluklar işte bu belalara müstahak olurlar. Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin de haber verdiği budur: “Canımı kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden men edersiniz, ya da Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azap gönderir. Sonra Allah’a yalvarıp dua edersiniz ama, duanız kabul edilmez.”[13] “Günah ve isyan işleyen bir kavim arasında bulunanlar, o durumu değiştirmeye güçleri yettiği halde değiştirmezler ise, Allah ölümlerinden önce hepsini cezalarına çarptırır.” [14]

Çünkü musibetlerin gelmesine sebep olan kötülüklere karşı mücadele verilmemiş, duanın kabulü için gerekli şartlar yerine getirilmemiştir.

Gayet tabii ki insanları Allah’a davet edenler, iyiliği emredip kötülükten men edenler anlayışsızlık, eza ve cefa ile karşılaşacaklar. O zaman başvuracakları ilke de yine yüce kitabımızda açıklanmakta: “İyiliği emret, kötülüğü men et, başına gelecek musibetlere sabret.” [15] “Kâfirlere ve münafıklara itaat etme (onları dinleme), eziyetlerine aldırma, Allah’a güven. Vekil olarak Allah yeter!” [16]

İslam ümmeti, uzun zamandan beri davet, marufu emir ve münkeri men etme görevlerini ihmal neticesinde başına gelen musibetleri yaşamaktadır. Ümit ederiz, musibetler Müslümanları uyandırır ve şuurlanmalarına vesile olur.

[1] Secde, 32/18

[2] Âl-i İmran, 3/139

[3] Ankebût, 29/1-3

[4] Sebe’, 34/28

[5] A’râf, 7/158

[6] Muttefekun aleyh

[7] Âl-i İmran, 3/104

[8] Âl-i İmran, 3/110

[9] Muttefekun aleyh

[10] İbn-u Kesîr, el-Bidaye

[11] İbnu’l-Esîr, el-Kâmil

[12] Enfâl, 8/25

[13] Tirmizi ve Ebû Davud

[14] Ebû Davud

[15] Lokman, 31/17

[16] Ahzâb, 33/48