İçeriğe geç
Anasayfa » İSLAM DÜNYA GÖRÜŞÜ -3-

İSLAM DÜNYA GÖRÜŞÜ -3-

  1. sayıdan devam…

b- Tarih: Müdâfaa edilecek görüşün târihten çıkarılacak kıymet hükümleriyle desteklenebilmesi ve adeta müşahhas bir hâle getirilebilmesi için “tarih ilmi”ne ihtiyaç vardır. Esasen yeni bir içtimaî görüş getiren her düşünce, tarihi kendine göre tefsir etmiş, kendi zuhurunun haklı sebeplerini tarihten çıkarmaya çalışmıştır. Bu da yeni bir görüş ortaya koymak isteyen hemen herkesin başvurduğu bir lâzımedir. Hiçbir sistem, bundan müstağni kalamaz. Nitekim hidayet rehberimiz olan Kuran-ı Kerim de geçmiş peygamberlerin ümmetlerinden misaller vererek, doğru yolda yürüyenlerin nasıl saadete nail olduklarını, yanlış prensipler tatbik edenlerin de nasıl felâkete dûçâr olduklarını bize bir ders-i ibret olarak sunmaktadır. Böyle tarihten çıkarılmış esbâb-ı mûcibelere, Kuran-ı Kerim’in pek çok yerinde rastlıyoruz. Gerçekten onun üçte birinden fazlası, tarihî kıssalara âiddir. İslâmiyet zuhurundan itibaren ebedî yeni bir görüş olduğundan Cenab-ı Allah (cc.), aynı metodun icabı olarak geçmiş ümmetlerin geleceğe ders ve ibret sahnesi olacak pek çok macerasına temas buyurmuştur.

Biz de aynı zaruret ile tarihi, bir malzeme olarak inancımızın müdafaasında kullanmalıyız. Üstelik bizim için -millet olarak- bu keyfiyet, fazladan bir müsaitlik arz eder. Çünkü millî tarihimizin en ihtişamlı safahâtı, O’nun İslâm ile yoğrulmuş ve millî kuvvet ve kudretin tamâmen İslâmî gâyeye tahsîs edilmiş olduğu son bin yıldır. Eğer faraza bir İran gibi İslam’dan evvel cihanşümul bir devlet iken, İslâm’dan sonra bu Âlem içinde tâlî bir mevkîe düşmüş bulunsaydık tarihi, imanımız için müessir bir vasıta olarak kullanma şansına bu derecede sahip olamazdık.

Tarih ilmi, İslamî hükümlerin doğru anlaşılabilmesi için de vazgeçilmez bir vasıtadır. Bir kere Ayet-i Kerîmelerin nüzûl sebeplerini bilmek, tarih bilmeyi icap ettirir. Bu ise ayetlerin doğru anlaşılmasını temin eden en müessir vasıtalardan biridir. Diğer taraftan İslâm Dünya Görüşü’nün Kur’ân-ı Kerim’den sonraki ikinci kaynağı teşkil eden “Sünnet”in de yanlıştan berî olabilmesi için tarih bilgisine ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç sebebiyledir ki, İslâm âlimleri “siyer” adıyla bir ilim tedvin etmişlerdir. Bu ilmin muhtevası, tamamen tarihtir. Ayrıca hadis râvîlerinin hayatları da onların –bu rivayet dışında- akıl, hafıza kuvveti ve ahlâkî durumları itibariyle incelenmiş ve bu faaliyetten “nakdu’r-ricâl” denilen bir ilim doğmuştur. Bu ilmin muhtevasındaki bütün bilgiler de tarih ilminin çerçevesi içindedir.

c- Dil ve Edebiyat: İşte bunca esbâb-ı mûcibeyi güzel ve doğru ifâde edebilmek için de edebiyât ve dile hâkimiyet son derece mühimdir. Zira kabiliyetsiz bir satıcının elinde çok güzel bir malın hakikî kıymetini bulması mümkün değildir. Üstelik bu keyfiyet, dinde –felâket veya saadet nokta-i nazarından- daha büyük bir ehemmiyet arz eder. Zira inançlar, kelimeler ve onlarla teşekkül ettirilen cümlelerle vaki ve zahir olur. Bir cümlede kelime farkıyla hüküm alt-üst olabilir. Dünya ve Ahiret saadetini temine medar olan iman, kelimeler ve cümleler ile tezahür eder. Kalp ile tasdikte aleniyet yoktur. İnananından aleniyet bekleyen din, kalp ile tasdik edilenin –dilsizlik gibi herhangi bir fiilî mâni yoksa- mutlaka dil ile de ikrarını bekler ve iman, ancak bu suretle tamamlanmış olur. Bu keyfiyet ile, lisanın ehemmiyetini sırf bu misal bile anlamaya yeter.

Diğer taraftan yukarıda tarih ilmi için söylediğimiz gibi, dil ve edebiyat da gerek Kur’ân-ı Kerim’in ve gerekse Hadis-i Şeriflerin yüklendiği manayı doğru anlamak için vazgeçilmez bir yardımcıdır. Bundan dolayıdır ki, dil ve edebiyat ile ilgili pek çok İslâmî ilim oluşturulmuş ve bunlar “alî ilimler” adıyla yâd olunmuşlardır. Sarf, nahiv ve belâğât gibi ilimlerin yardımı olmasa, gerek Ayet-i Kerîmelerin ve gerekse Hadis-i Şeriflerin doğru olarak anlaşılması –adeta- imkânsızlaşır. Çünkü Kâinat’ın muhtevî bulunduğu bütün hakâik, “kelâm” suretinde beşerî idrake sunulduğuna göre, Kur’ân mana tekâsüfü ve icaz ile mâlâmâldir. Bunların bir petekten bal süzercesine berrak ve vazıh hükümler hâline ifrâğı ise lügat, gramer ve belâğât bilgisi ile mümkün olabilir. Bu keyfiyet ise canlı bir varlık olan lisanın tarihî seyrine vukûf ile gerçekleşebilir. İslâmî ilimler arasında her lisan gibi Arapça’nın da mâruz bulunduğu ve hatta onda mevcut her kelimenin tâbiî olduğu gelişmeyi kavramak için “i’lâl” adıyla bir ilim geliştirilmiştir ki, bu da hem bir târihî ve hem de edebî tefekkür ile elde edilebilir.

* * *

Evvelce ifade etmiş olduğumuz üzere, bir Dünya görüşü, hayat ve Kâinat’ın tamamını izah etmeli ve bu izahta yalnız şâhid olduğumuz Âlemle bağlı kalmayıp, insan aklına gelebilen her suale cevap verebilmeli, bu cevaplar da kendisine temel aldığı prensiplerle mîzan edildiğinde tezatsız olmalıdır. İşte böyle olan Dünya görüşleri arasında İslâm’ı diğerlerinden farklı ve mümtaz kılan vasıflar nelerdir? Komünizm, sosyalizm, liberalizm, kapitalizm gibi bütün beşerî sistemlerin, birtakım temel umdeleri olduğu gibi; Budizm, Brahmanizm, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi her dinin de kendisine mahsus birtakım temel prensipleri, kıymet hükümleri, hak veya batıl için koymuş olduğu kıstaslar vardır. Fakat bu kıstaslar, İslâm haricînde kalan bütün sistemlerde hayatın tamamını nizamlayıp hükme bağlamak iddiasında değildir. Buna mukabil İslâm, bir fertten sâdır olan fiilleri sekiz kategoriye ayırmış ve hiçbir beşerî fiilin bu kategoriler dışında kalmasına müsaade etmemiştir. “Ef’âl-i Mükellefîn” denilen, yani âkil ve bâliğ olup da kendisi için mes’uliyet mevzubahs olan bir fertten sâdır olacak bütün fiilleri haram, helâl, vâcib, sünnet, müstehab, mekrûh.. ilh. gibi gruplar altında toplayarak mümkün ve muhtemel her davranışı bir değerlendirme hükmüne raptetmiştir.

Biz bu noktada İslâm’ın diğer din ve sistemlerle müştereklik arz edebilen hususiyetlerini değil, bilakis farklılıklarını, bu farklılıkları doğuran temel prensiplerini, yani Dünya görüşü demek olan prensipleri itibariyle, insan, hayat ve Kâinatı nasıl izah edip değerlendirdiğini göreceğiz.

B- İSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜ

Bir tarif, meşhur olan ifade ile söylemek gerekirse, “Efrâdını câmî, ağyârını mânî” olmalıdır. Yani tarif, kendisine âid bütün unsurları içine almalı, kendisine âid olmayanları da mutlak bir surette dışarıda bırakmalıdır. Buna göre, İslâm Dünya görüşünün kâmil bir tarifine ulaşmak için her şeyden önce, onu başka Dünya görüşlerinden ayırd eden, onlardan farklı kılan hususiyetlerinin neler olduğunu bilmek gerekir. İslâm’ın, başka Dünya görüşlerinde bulunmayan, onlardan tefevvük (üstünlük) ve temayüzünü sağlayan -kanaatimizce- iki temel vasfı vardır. Bunlar, “İlâhîlik” ve “düalizm” (iki vechelilik)’dir.

1- İLÂHÎLİK

İslâm Dünya görüşü, menşei itibarîyle ilâhîdir. Bundan dolayıdır ki, İslâm’da Cenâb-ı Hakk’dan bir çok mahalde “Şâri’-i Âzam” diye bahsedilir. Bu, şer’î gerçeklerin vaz’-ı ilâhî olduğu noktasını tebârüz ettirmek îcâb ettiğinde bilhassa kullanılan bir sıfattır.

İslâm’ın ruhuna nüfuz edemeyen veya onu kasıtlı bir surette tahfif gayesi güden batılıların, İslâm’ı ifade için çoğu kere kullandıkları “Muhammedanizm” tabirinin gerçekle hiçbir alâkası yoktur. O derecede ki, İslâm Dünya görüşünün azametli muhtevasını vücuda getiren hükümlere, Peygamber (sav.) Hazretleri’nin bile bir dahli tasavvur olunamaz. Sünnette vâkî olanlar da “şerh ve îzâh”tan ibâretttir. Bizzat peygamber bile ahkâm vaz’ına asla mezun bulunmayan bir “mübelliğ” yani tebliğciden ibârettir.

Buna göre müctehidler için söylenecek söz de –Peygamber (sav.) tarafından vâkî olan şerh ve îzâhın dûnunda kalmak şartıyla- aynı mâhiyettedir. Bu istikamette yapılanlar belki umumî hükümlerin hususî hâle getirilmek üzere teferruata, doğru olarak aksettirilmesinden ibarettir. Bu faaliyetteki metod ise kazuistik, yani mes’elecidir. Bu yazıların devamında “Adalet Prensipi” izah edilirken görüleceği üzere İslâm hukukçuları hayatî her faaliyeti, bütün ihtimalleri derpîş edilerek ayrı ayrı hükme bağlamışlardır. Bu durum, umumî bir hüküm olarak konulmuş bir kaidenin içine her biri diğerinden farklılık arzeden sonsuz vukuatı doldurmaya nazaran adalete yaklaşmak itibariyle çok daha değerlidir. Ancak hükümlerin gelişip genişlemesini sağladığı cihetle tatbikatçının bunların içinden çıkması güçleşirse de İslâm onu da hükmü, ihtilafa bakan kadıya değil, bir ilim adamı olan müftüye verdirmek suretiyle telâfi yoluna gitmiştir.

Dünya görüşleri içinde ilâhîlik vasfını haiz olma yönünden İslâm tektir. Bu, İslâm’ın diğer dinlerden farklı olarak haiz olduğu bir hususiyettir. Bizce İslâm Dünya görüşünün bir numaralı fârik vasfı da budur.

Menşe’ bakımından Yahudilik ve Hıristiyanlık da ilâhîdir. Hâlbuki İslâm’ın, başka Dünya görüşlerinden farklı, kendisine münhasır hususiyetlerini sayarken ilk olarak ilâhîlik vasfını zikrediyoruz. Fakat “Yahudilik ve Hıristiyanlık da İlâhîdir, bu, sadece İslâm’a mahsus bir hususiyet değildir.” iddiasına cevaben deriz ki; Hıristiyanlık ve Yahudilik semavî birer din oldukları hâlde, bir Dünya görüşü değildirler. Bunun sebebi, hayat ve Kâinat’ın tamamını izah davası gütmemeleridir. Meselâ Hıristiyanlık, hayat-ı ictimâiyyeyi nizamlandırmak, tanzim etmek veya izah etmekle kendini mükellef addetmez. Ahlâk kaideleri dışında, İncil’in aslında da hukuk ve muamelât yoktur. Çünkü her peygamberin vazife ve salâhiyetleri aynı değildir. Onlar bazen zaman ve mekân, bazen de mevzu itibariyle tahdide uğrarlar. Mekân itibariyle tahdide uğrayan peygamberler muayyen bir kavme gelmişlerdir. Mevzu itibariyle tahdide uğrarsa bütün bir Kâinat’ı izah eden bir görüş getirmezler. İnanca âid temel esaslar aynı olmakla beraber, muamelât hükümleri beşer hayatında kaydedilen terakkiye muvazi olmak üzere eksik veya farklı vaki olmuştur. Hıristiyanlıkta ahlâk kaideleri dışında ictimâî (sosyal) kaaide yoktur. Bu itibarla sahası dardır. İlâhîlik vasfını taşısa dahi bugün mensuhtur. Onun vâzıı olan Cenâb-ı Hak tarafından bi’set-i Muhammediye ile mer’iyetten kaldırılmıştır. Menşe’ bakımından bilinen şekliyle ilâhî olma meziyetini kaybetmiş, tahrifata uğramıştır. Bu bakımdan da nâkıstır.

Şu târihî bir gerçektir ki, Hristiyanlık bugün aslıyla alâkasız bir mâhiyet iktisâb etmiştir. Yahudiler, Hazret-i Îsâ’dan 500 sene sonra şeytânî bir ifsad ile onu vahdaniyetten uzaklaştırıp tanınmaz bir hâle getirmişlerdir. Târihte “İkonalar kavgası” denilen ve kiliselere heykel ve resmin girmesiyle Hazret-i İsâ’ya ulûhiyet îzâfe edilmesini intâc eden bu dînî ve fikrî münâkaşalar mevzûmuz hâricindedir. Asrımızda da Hıristiyanlığa ikinci bir büyük oyun daha oynanmaktadırlar ki; o da Yahova Şâhidliği’dir. Yahova Şahidliği, “aslında” İncil’i Tevrat’a göre îzah eden bir harekettir. Yahova Şahidliği ile Hıristiyanlığın muhtevâsını bir kere daha bozmaktadırlar. Hıristiyanlar büyük bir gafletle her İncil’in başına muharref Tevrat’ı yerleştirmiş ve ona “Eski Ahid”, İncil’e ise, “Yeni Ahid” adını vermişlerdir. Bu da Yahova Şâhidliği ihânetinin zemînini oluşturmuştur. İşte bu sebeble Tevrat’la İncil’i bir mütâlaa etsek dahî, gene de Hıristiyanlığın bir Dünya görüşü olarak kabûlü mümkün olmaz. Çünkü Tevrat da hayat ve Kâinât’ın tamamını tanzim edecek bir mâhiyeti hâiz değildir. Onun hakkında da Hıristiyanlıkla ilgili olarak söylediğimiz bütün bu mütâlaalar aynen geçerlidir. Bu husus, biraz aşağıda bir başka vesîleyle daha geniş bir sûrette îzâh edilecektir.

Peygamberlerin güttükleri gâye, temel ve öz itibâriyle bir ve aynı ise de aralarında çeşitli farklar mevcuddur. Meselâ Hazret-i Îsa (as.) mevzûu itibâriyle tahdîde tâbî peygamberlerden biridir. Hıristiyanlıkta ana gâye, rûhâniyeti ikâme ve kalbi tasfiyedir. Bunun için Hıristiyanlık Âlemi’nde tamâmen ruhçu (spritualist) bir görüş hâkimdir. İslâm’da ise, mevzû itibâriyle bir tahdîd mevcud değildir. O, hayatın tamâmını nizamlar ve Kâinât’ı beşer idrâkinin ufkuna kadar muhteşem bir îzâha kavuşturur. İslâm’daki bu genişlik o derecededir ki, Peygamber (sav.):

“Âdem su ile toprak arasında iken ben nebî idim.”

buyurmuştur. Diğer taraftan Hazret-i Peygamber (sav.)  “Rasûlü’s-sekaleyn”dir. Yâni ins ü cinnin peygamberidir. İnsanlar ve cinlere şâmil bir nübüvvet ve risalet sahibidir. Ne insanlardan, ne de cinlerden ona muhatab olmakta istisnâ edilmiş, gelmiş ve gelecek hiçbir zî-şuur varlık yoktur. Bundan dolayı bütün ins ü cin, Ümmet-i Muhammed’dir. Ama avam lisânında “Ümmet-i Muhammed” tâbirinden anlaşılan, Rasûlullah’ın dâvetini kabul edenlerdir. Halbuki ilmî olarak, bütün beşeriyet ve bütün cinn Âlemi, Ümmet-i Muhammed’dir. Ancak dâvete icabet edenlere “ümmet-i icâbe”, davete icâbet etmeyenlere “ümmet-i gayri icâbe” veya “ümmet-i dâvet” denir. Bütün ins ü cin Ümmet-i Muhammed’dir, çünkü dâvete muhataptır. Buna göre risâlet-i Muhammediye mekân itibariyle de, zî-şuur varlıkların yaşadığı bütün mekânı şümûlüne alır. Ekvatordan kutuplara kadar tüm insanlığa hitâb eder. Risâlet-i Muhammediyye, mevzuu itibariyle de hudutlandırılmamıştır. Öteki dinlerin hiç birinde -semâvî olsalar bile- bu mükemmellik ve muhtevâ genişliği yoktur. Çünkü beşeriyyetin katettiği ictimâî gelişme seyrine tâbî olarak Cenab-ı Rabbü’l-Âlemîn, Âdem’dan (as.) itibaren başlamış olan tebliğâtını şümûllendirmiş ve mükemmelleştirmiştir. Bu yönden Hıristiyanlar, Allâh’ın fiilinde böyle bir gelişme olduğu iddiâsını, daha evvel bu terakkîden mahrum bulunması gerektiği yolunda bir îtirâz ile reddederler. Halbuki O (cc.) ezelden beri ne ise hep O’dur. Terakkî, ilâhî irâdenin beşeriyet Âlemine aksettirilişinde vâkî olmuştur. Bu, bir muallimin mübtedî bir talebeye bilgilerini takdîm ederken kullandığı tedrîc metoduna benzer bir keyfiyettir. Demek ki, hâdisenin şu sûretle vârid olması, muhâtabın istidâd ve iktidar itibâriyle kaydettiği terakkî ile âhenkli bir metodun îcâbıdır.

İslâm, mevzûu itibariyle de bir tahdide tâbî değildir. Hayat ve kâinâtın tamamına dair izahları vardır. Hiçbir şeyi bir kıymet hükmüne bağlamaksızın alâkası dışına itmemiştir. Belki bu istikâmetteki bâzı hükümlerin Kur’ân’ın ezberlenme mecbûriyeti dolayısıyla çok umûmî bir sûrette vârid olması, o umûmî hükümlere hâkim olan öz ve mantığın sâbit kalması sûretiyle ictihadlarla daha da genişletilme ve şümûllendirilme ihtiyâcını doğurmuştur. O derecede ki, yeni zuhûr eden birtakım oluşların da hâriçte kalmaması için -ehline- “ictihad” kapısı kıyâmete kadar açık tutulmuştur. İşte İslâm’ı, eşsiz bir Dünya görüşü yapan husus, mevzuu itibariyle de bu hiçbir tahdîde tâbî kılınmamış olması keyfiyetidir. İslâm Dünya Görüşünün mevzûu itibariyle tahdid edilmemiş olmasının neticesidir ki, insan beyni için akla gelebilen her suâle cevabı vardır ve bu cevaplar da kendisine temel aldığı prensiplerle gâyet âhenklidir, hiçbir tenâkuz arz etmez.

Diğer taraftan bazı Dünya görüşleri, hatta Dünya görüşü olmayıp da hayatın bir parçasını tahlil ve tanzim etmek dâvâsıyla ortaya çıkan bazı felsefî görüşler, her şeyi bir tek sebeble îzâh ederler. Bunlara “monist teoriler” denir. İslâm ise, Kâinât ve hâdisâtın îzâhında düalist bir tavırla hareket eder. İslâm’ı, diğer Dünya görüşlerinden ayırmaya medâr olan ve kendine has fârik vasıfların “ilâhîlik”ten sonra, ikincisi de işte bu “düalizm”dir.