İçeriğe geç
Anasayfa » İSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜ -4-

İSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜ -4-

3.Sayıdan devam…

DÜALİZM 

İslâm, bu âlemi zıtlar üzerine halk edilmiş kabul eder ve onu bu esas keyfiyyet nokta-i nazarından îzah eder. Hak, bâtıl; fânî, bâkî vb. gibi bu âlemde her şeyi zıddı ile kâim telakkî eder. Allah-u Azimüşşân’ın esmâ-i ilâhîsinin tecellîsiyle vücud bulan Kâinat’ta bu zıtlıkların, bertaraf edilmesi imkânsız, ilâhî tâyinle tahakkuk etmiş temel bir vasıf olduğunu kabul eder. Âyette: “Biz her şeyi çift yarattık…” (Zariyat, 51/59) buyurulur. Erkek-dişi, soğuk-sıcak, güzel-çirkin, vs… Velhâsıl bu Âlemde zıtlık ebedîdir.

Her dünya görüşü, idrâk sahibi olanları kendisine muhâtab alır. İslâm’ın mes’ûliyet tevcih ettiği idrâk sahibi varlıklar, insanlar ve cinlerdir. İnsan ve cinlerin idrâki, gerçeği, ancak zıtlıklar sayesinde kavrayabilecek bir vasıfta yaratılmıştır. Zıtlık (kontrast) ne kadar netse idrâk o kadar berraktır. Siyah bir tahtanın üzerine biri beyaz, biri gri iki çizgi çekilse, zeminle tezadı tam olan beyaz çizgi tabiîdir ki, daha net görülür. Karda yürüyen beyaz tavşanı ise en keskin gözler bile göremeyebilir. İslâm, ikâme ettiği sistemin ve getirdiği Dünya görüşünün îzâhını yaparken bu şe’niyeti (realiteyi) dikkate alır ve îzâhlarını zıtlar üzerine binâ eder. Çünkü İslâm nazarında mes’ûl ve muhâtab olanların idrâki, ancak zıddıyla kavramak kâbiliyyet ve iktidârıyla mücehhezdir. İslâm’ın, Allah hakkındaki temel inancı da bu görüşü îcâb ettirecek bir mâhiyettedir:

İslâm’a göre, Allah, “Câmiu’l-Ezdâd”dır. Yâni, zıt sıfatları varlığında cem eylemiştir. Meşhûd olan âlemimizde zıt sıfatlar bir arada bulunamayıp birbirlerini vely ederlerken, yâni ortadan kaldırmak temâyülü ile muttasıf iken “Âlem-i Gayb”da bulunan Zât-ı İlâhî’de bunlar –tâbir câizse- sükûnet hâlindedirler. Âdetâ birbirlerini meknûzdurlar. Tıpkı, elektrikte mevcûd olan ve alıcı cihâzın istîdâdına göre tezâhür eden, birbirine zıt “soğutma” ve “ısıtma” keyfiyetleri gibi. Tezâhür sahasında bunlar aynı mekânda bulunsalar birbirlerini vely ederlerken, menşelerinde böyle bir husûsiyet görülmez.

Esâsen, insan beyni bu âlemden aldığı intibâlarla düşünmek ve hakîkate ulaşmak istîdâdında olduğundan Cenâb-ı Hak, kendi ind-i ilâhiyyesindeki gerçeklerin, bu âlemde insan kavrayışı seviyesine indirilmiş tezâhürlerini halk etmiştir. Bu sebepledir ki, beşerî düşünce “zaman” ve “mekân” ile mukayyed bulunduğu hâlde, zaman ve mekânla mukayyed olmayan Zât-ı İlâhî’yi kabûl ve ikrâr mes’ûliyetimiz vardır. Çünkü şu sûretle sâbit olmaktadır ki, zî-şuur olan ins ü cin, zaman ve mekân içinden elde ettiği intibâlarla zamansız ve mekânsız bir âlemin hakîkatlerine -alâ kaderi’l-imkân- intikâl edebilmek kudretine sâhiptir.

İlâhî irâdenin bu âlemdeki nakışlarını, birkaç günlük ömrü olan kelebeğin renk cümbüşü kanatlarından semâvâtı süsleyen yıldızlara kadar, makro ve mikro âlemlerin ulaşılabilen gerçeklerini, Allah’a îmân için bir lâboratuvar titizliğiyle kullanabilmek, dînî literatürde (edebiyatta) “tahkîkî îmân” olarak adlandırılagelmiştir.

Bu böyle olmakla beraber, İslâm nazarında Kâinât, -hayır ve şer- bütün mevcudâtı ile ilâhî sıfatların bir tecellîsinden ibâret olup, zamanlı ve mekânlı âlemimizde Zât tecellî mevcûd değildir. Zîrâ bu âlem, Zât tecellîye müsâit ve mütehammil bir vasıfta yaratılmamıştır. Bunun için Allah’ın Zât’ı -ins ü cinn için- gayr-i kâbil-i idrâk ve ihâtadır. Gaybdır. Çünkü O’nun Zât’ını bilmeye medâr olabilecek intibâları yaşadığımız âlemde edinmemiz mümkün değildir. Ancak sıfat tecellîlerinden hareketle, Zât’ının varlığını kabûl ediyor, ancak bu kabulde o “Zât hakîkati”nin keyfiyetini kendisine havâle ediyoruz.

Evvelce temâs etmiş olduğumuz gibi bu gerçeği ifâde için İslâm îtikâdında Allah’ın sıfatları arasında “muhâlefetün li’l-havâdis” yâni sonradan yaratılmış olan hiçbir şeye benzememek sıfât ve prensipi mevcuddur. Diğer taraftan Allah’ın Vücûd, Kelâm, Semî, Basar ilh… gibi sıfatlarının da bu âlemdeki minyatür tezâhürlerinden O’na intikâl ve O’nu kabul mevkiinde bulunmamıza rağmen, bunların bizim idrâk seviyemize indirilmiş, bu sıfatların birer tezâhürü olduğunu, asıllarının ise ilm-i ilâhî’ye havâle edilmesi gereği derpîş edilegelmiştir.

Meselâ “vücûd” sıfât-ı ilâhiyyesi, Allah için bu âlemdekinden farklılığı ifâde edebilmek üzere “vücûd-i mutlak” olarak yâd edilir. Bizim tanıyabildiğimiz vücûd, “vücûd-ı mukayyed” iken, Allah’ın Vücûd’u yâni varlığıyla bizim âlemimizdeki varlıklar sâdece isimde müştereklik arz edip, mâhiyette hayal ötesi farklıdır. İşte bu misâlde görüldüğü gibi, Allah’ın, bu âlemi vucûda getiren sıfât tecellîlerini -belli ölçüde- kavrayabilen insanoğlu îmânen bunların Zât-ı İlâhiyye’deki mutlak mâhiyetleri hakkında, aklı selâhiyetli saymayıp sükûtu ihtiyâr eder. Daha ziyâde tasavvufî telâkkînin bize sunduğu bu görüşte, İslâm’ın insan müfekkiresi için vârid-i hâtır olan her suâle bir cevap sahibi olduğu yolundaki temel görüşe zıt değildir. Zira bu keyfiyet, Zât-ı İlâhî’yi hüküm dışı bırakmak olmayıp O’nun mutlak olarak kavranamayacağı yolunda -yine de- bir hüküm demektir.

Tüm bu söylediklerimizin, Kur’ânî mesnedi Hazret-i Mûsâ’nın Cenâb-ı Hakk’ı Zât tecellîsiyle görüp kavramak husûsundaki talebine verilmiş olan “Len terânî” (Beni göremezsin) hükmü ve o Ulu’l-Azm Peygamberin, bir dağa vâkî, küçük bir Zât tecellîsi karşısında düşüp bayılması hadîsesidir. Bu, bizim dünyamızda yüz wattlık bir ampule -faraza- bin wattlık bir cereyan verip onu patlatmaya benzer ki, dünya nizâmını alt-üst eder.

Meczûblar da, ilâhî cezbe karşısında aklı zaafa uğramış, fakat kalbî âleminde dâimâ Cenâb-ı Hakk’a bağlı olan kimselerdir. Beşerî hayat için ekseriya yadırganacak bir tavra sürüklenmişlerse de, kalbî idrâk, ihâta ve müşâhedeleri itibâriyle pek çok sıradan insanları aşmışlardır. Onlar, vâsıl oldukları noktada irâde ve ihtiyarları, idrâk ve iz’ânları tahammülü aşan bir voltaja tutulmuş gibidir. Zât tecellî karşısındaki aczin, beşerî hayattaki misâllerinden biri de budur.

İnsan, sıfat tecellîleriyle vücûda gelmiş olan Kâinat’ta mümtaz bir mâhiyet arz eder. Bu mümtâziyet, Zât-ı İlâhî’de meknûz olan zıt sıfatlardan -sadece “bekâ” ve “hâlık” sıfatları hariç olmak üzere- nasîb almış tek varlık olmasıyla sabittir.  Bundan dolayıdır ki, insan “eşref-i mahlûkât” yani varlıkların en şereflisi addolunur. Kâinat da aynı sûretle bütün sıfatların tecellî terkîbleriyle vücûda gelmiş bulunduğundan, Kâinât ve insan arasındaki bu benzerlik dolayısıyla Âdemoğlu bir “Zübde-i Kâinât” olarak kabul edilmektedir. Aynı hakîkat, tasavvuf edebiyatında insanın “Âlem-i Sağîr” (Küçük Âlem) olarak kabul edilmesini intâc eylemiştir. Bütün bu telâkkîlerin tabiî bir netîcesi ise insanın hayır-şer gibi zıt tecellîlerle mücehhez bulunmasıdır. Beşerin, dünya hayâtının kendisi için bir imtihan vasfını taşımasının tabiî îcâbı olan bu keyfiyet beşerî fiillerin değerlendirilmesinde temel bir İslâmî kıstastır. Bu sebepledir ki, İslâm, insanların davranışları altında yatan sebepleri, sadece bir âmile hasretmez ve onu tek bir vecheyle îzâh etmez. O dâireye giren tüm unsurları göz önünde bulundurur. Bu âmillerin hepsine ehemmiyeti derecesinde bir kıymet takdîr eder.

Meselâ Yahudî filozof Freud, cinsiyet sevk-ı tabiîsini keşfetmiş, bunun insan şahsiyetindeki tesirini, değerini kavramış ve insan hayatını sadece bu sebebe istinâden izah etmeye kalkışmıştır. Freud’un bu tesbiti, asgarî hadde yanlış olmamakla beraber onu şümûllendirmekteki hadsiz-hududsuz tavrı sebebiyle, başlangıcında doğru iken nihâyette yanlış bir muhtevaya dönüşmüştür. O derecede ki, ferdî davranışların da ictimâî davranışların da altında yatan yegâne müessirin, tek ve nihâî sebebinin cinsiyet sevk-ı tabiîsi olduğunu iddiâ etmeye kadar gitmiştir. Anasından süt emen bir çocuktan, topluluklar arasındaki harplere kadar her vâkıayı cinsiyet sevk-i tabiîsinin îcab ve ihtiyacı ile îzâh edecek kadar saçmalamıştır. Freud, bu yönden beşeriyeti alçaltan, insanın haysiyetini, hayvan seviyesinin altına düşüren, onu sadece biyolojik bir yapı olarak gören ve bu biyolojik yapıya hâkim olan unsuru, tek bir âmille îzâh eden nâkıs bir görüşün sahibidir.

İslâm ise böyle hatâlardan berîdir. Bu faktörleri hayatın bir parçası kabul edip lâyık olduğu had ile tahdid eder. Ona îcab edenden daha fazla bir ehemmiyet atfetmez. Bu misal, diğer benzer ideolojilerin de mâhiyetini kavrayabilmemiz için yeterlidir. Çünkü İslâm dışındaki tüm sistemler beşerî idrâk mahsûlüdür. Bu idrâk ve onun netîcesi olan ilim de hududludur. İlâhî ilim ise hakîkatin gizli-âşikâr künhüne şâmil bulunduğundan ekmeldir. Nâkıs beşerî ilmin ortaya koyduğu sistem de, mantîken ve zarûreten -tabiî olarak- insan ihtiyaçlarını karşılamak ve gerçeklere ulaşmak husûsunda kifâyetsizliğe mahkûmdur.

İslâm dışı sistemler, madde veya mânânın birine ağırlık vermişlerdir. Kapitalizm ve komünizm gibi sistemler, insanın rûhî tarafını görmezler. İnsanı rûh ve mâneviyâttan ârî, sırf bir biyolojik yapı olarak telâkkî ederler. Dualist bir görüş sahibi olan İslâm ise, rûh ve cesedi beraber mütâlaa eder. Günümüz Yahudî ve Hıristiyanları da rûh ile beden arasındaki dengeyi muhâfaza edememiş ve maddî îcablara gereğinden fazla bir ehemmiyet atfetmek gibi beşeri bedbaht eden dehşetli bir yanlışa sürüklenmişlerdir. İslâm ise dünya ve âhiret, rûh ve beden, madde ve mânâ dengesini muhâfaza edecek bir yolda yürümeğe devâm etmiştir.

Demek ki İslâm, bu monist teoriler karşısında insan tabiatının “müsbet-menfî” iki vechesini dâimâ dikkate almak sûretiyle, dualist bir görüş ortaya koymuştur. Bu, kâinâtı îzâh edişteki zıtlıkları kabul gibi, insan hayâtını değerlendirmek ve yönlendirmekte de bu sûretle tezâhür eder. Gerçekten bir mü’min; hayatı, ilâhî tâyinle vâkî olan zıtlıklar üzere kaaim kabul eder. Burada İslâm, insanı hak ve hayrın galebesi için çalışmak mükellefiyetiyle vazîfelendirir. Zıtlıklardan menfîlikleri yok etmekle mükellef tutmaz. Çünkü yok olmayacağı, bunun bir hilkat vâkıası ve fıtrat îcâbı olduğu İslâm’da mâlum bir hakîkattir. Ancak bunların menfî olanlarının müessiriyyetini asgarî hadde indirmeye, müsbet olanların müessiriyetini ise azamiye yükseltecek emirler ve nehiyler (yasaklar) vaz’ eder ki, “terbiye” de bu demektir.