İçeriğe geç
Anasayfa » BEŞERÎ İRADE ÜZERİNDEKİ MUHTEMEL MÜESSİRLER

BEŞERÎ İRADE ÜZERİNDEKİ MUHTEMEL MÜESSİRLER

 

İnsanın maddî âlemdeki ilk sermayesi olan ve baba tarafından ana rahmine bırakılan nutfe-i maneviyyenin helal veya haram gıdadan teşekkül etmiş ve rahme besmele ile gönderilmiş olup-olmamasının, ana-baba arasında. Bu münasebetin meşruiyyet zeminini oluşturan nikâhın mevcud bulunup-bulunmamasının, o nutfeden vücûda gelecek “insan”ın kaderi, karakteri, tahassüs ve tefekkürü üzerinde çoğu tesbît edilemeyen pek çok tesirler icra ettiği inkar olunamaz. Mesela, nik1ihsız bir münasebetten doğmuş olan bir çocuğun şuuraltı, bu gerçeğin kendisini muzdarip kılan buhranlarıyla dolu olacağından bunların onun tefekkür, tahassüs ve –binnetice- iradesine aksetmeme imkânsızdır.

Bilinen bir gerçektir ki; her ailede ilk çocuk daha mahcub ve hayâlı olur. Bu, ana-babanın birbirleriyle henüz tam manasıyla senli-benli olamayıp hayâ hislerinin galebesiyle izah edilir. Buna mukabil, ailede son çocuğun daha serbest -tabir yerindeyse- daha açıkgöz bir hâlet-i rûhiye arzettiği pek çok müşahede edilegelmiştir. Ceninin ana rahmindeki macerasının başlangıcında varlığının zahiri esbabını teşkil eden ebeveynindeki ruh halinden bile hissedar olduğu, böylece sabit olmaktadır. Bu keyfiyetin onun ileride ortaya çıkacak olan ruhi temâyüllerine müessiriyyeti inkar olunamaz. Buna ilaveten his ve fikirlerin irade izharından evvel olduğu ve onun şekillenmesinde bir rol oynadığı da hesaba katılınca beşerî iradenin böyle belli belirsiz birçok tesirlere tabı bulunduğu gerçeği ortaya çıkar.

Bu müessirlerden biri de ana-babadan cenine veraset yoluyla intikal eden beden yapısı ve karakterle ilgili hususlardır. Bilindiği üzere henüz ruşeym (döllenmiş yumurta) halinde iken o küçücük varlık otuz bini anadan, otuz bini babadan olmak üzere cem’an atmış bin hususiyeti-tevarüs eder. Bunların onun ilerdeki davranışlarına zemin teşkil edeceği hususu da dikkatten uzak tutulmamalıdır. Davranışın ise irade eseri olduğu muhakkaktır.

Bir başka müessir de iklim ve beslenmedir. Dünyada “tarih felsefesi” çığırını açmış bulunan büyük âlim, İbn-i Haldun, ferd ve cemiyet üzerinde bu iki amilin müessiriyeti üzerinde “Kitabul-İber” isimli umumi tarihinin mukaddimesinde uzun uzun durmuş ve çok haklı görüşler ortaya atmıştır. Biz burada şu kadarını söyleyelim ki, dağlık bir arazide doğup büyüyen insanların çevik, hareketli, ovada veya engebesiz çöl ikliminde yetişenlerin ise mütereddid, -çoğu kere- atıl veya az hareketli oldukları herkes tarafından müşahede edilebilir bir gerçektir. Diğer taraftan gökyüzünün umumiyetle açık ve berrak olduğu bir iklimde yetişen insanların diğergâm, hayal ve hisse mütemayil, hikmete tâlib, şair meşreb olmalarına mukabil; gökyüzü kapalı ve kasvetli iklimlerde yetişenlerin umumiyle egoist, akılcı ve bedbin bir hâlet-i ruhiye arz ettikleri de inkâr olunamaz.

Buna ilaveten gıdaların insan karakteri, dolayısıyla irade ve ihtiyarları üzerindeki müessiriyeti ise İslam’ın helal-haram gibi hükümlerle bir gıda rejimi ihdas etmiş olmasıyla sabittir. Bunun en maruf misali hayvanlar içinde dişisini kıskanmamasıyla bilinen domuzun, etinin yenmesinin yasaklanışıdır. Bu tahrîm edişle domuzdaki şu hususiyetin insanlara intikalinin önlenmek istendiği herkesin bildiği bir gerçektir. Çinlilerin uyuşukluğunu asırlar içinde sırf pirinçle beslenmiş bulunmalarıyla, Kırımlıların yola mukavemetini at eti yemiş olmalarıyla, Karadenizlilerin kavgacılıklarını sarp arazileri kadar beslenmelerine balık ve mısır gibi gıdaların hakimiyyeti ile izah etmek yanlış olmasa gerektir.

Diğer taraftan daimi bir surette hayvanı gıdalarla beslenmenin vücudda vahşet ve cevvaliyeti, nebatî gıdalarla beslenmenin ise hilmiyyet ve mülâyemeti tevlîd eylediği İslam Âlemi’nde öteden beri bilinen bir gerçektir. Etle beslenen hayvanların vahşet ve cevvaliyetlerine mukabil otla beslenenlerin âtıl ve halim selim oluşları herkesin kolayca müşahede edebileceği bir vakıadır. Bugün kobaylar üzerinde yapılan tecrübelerle müşahede edilen ve sabit olan şu hususiyet sebebiyledir ki, tasavvuf yolunda yürüyenler, bunun için başvurdukları usullerden biri olan “riyazât” esnasında hayvanî gıda tüketmekten ictinab ederler. Gıdaların bu müessiriyyeti bugün Batı Âleminde “Gastronomi” (beslenme) adıyla yeni bir ilim olarak arîz-amîk incelenmektedir.

Çocukluk ve gelişme çağında muhtaç olunan protein ve minerallerin kâfi derecede ve dengeli bir surette alınamamasının vücudun maddi yapısına müessir olduğu kadar beyin fonksiyonlarına dahi te’sir ettiği bu ilmin ortaya koyduğu gerçeklerdendir. Mesela fosforu çok olan balık tüketmenin zekâ fonksiyonuna müsbet tesir ettiği, aksine daimi ve sırf unlu mamullerle beslenmenin beyin üzerinde menfî bir rol oynadığı cidden düşünüp tahlil etmeye değmez mi? Hiç şüphesiz, irade zeki bir insanla aptal bir insandan çok farklı bir surette tezahür eder.

İradenin şekillenmesinde hayatın içinde başladığı aileden cemiyete kadar, lehte-aleyhte haricî muhitin müessiriyyeti de apaçık bir gerçektir. Buna tahsil ve tabi olunan terbiyeyi de katmak lazımdır.

Gerçekten, insan fıtratının hiçbir değişikliğe istidadı olmasa idi lügatlerde “terbiye” diye bir kelime mevcud bulunmazdı.

Biyolojik verasete ilaveten “sosyolojik veraset”in de irade üzerindeki müessiriyetini anlamak için milletlerin belli başlı hususiyetleri arasındaki farklara bakmak yeterlidir.

Ceza hukuku nazariyecileri içinde şayân-ı dikkat bir mevkii olan İtalyan hukukçusu Lombrozeo, “Doğuştan Suçluluk” adıyla bir görüş sahibidir. Ona göre iradelerini suç işlemek istikametinde izhar edenler, buna biyolojik yapıları icabı olarak mecburdurlar. Aynen Freud misalinde olduğu gibi bir doğruyu şümullendirmekle yanlışa inkılab ettirmiş bulunan Lombrozeo’nun görüşündeki hakikat şundan ibarettir. Mesela, Hipofiz bezi aşırı ifrazât yapan insanlar anormal derecede asabi olurlar. Böyleleri bu aşırılıktaki şiddet nisbetinde suça sürüklenirler. Mesela, bir başkasının basit bir münakaşa ile geçiştirebileceği bir ihtilafı cinayetle nihayetlendirirler. Gayr-i kâbil-i tedavi bir derde musâb olanlar bedbin, hayata karşı isteksiz ve hareketlerinde âtıl olurlar. Biyolojik olarak “hünsa” (erkekle-dişi arasında) durumundaki insanların bu keyfiyet irade ve ihtiyarlarına büyük ölçüde akseder. Bunlar bedendeki gayr-ı tabiiliklerle ilgilidir. Hâlbuki bedenin tabii olan hususiyetlerinin de irade üzerindeki müessiriyeti aşikârdır. Mesela akıl, şehvet ve gazap gibi istidatlar herkeste aynı derecede şiddetli değildir. Bunlar, ferdin iradesinin yönlenip şekillenmesinde rol oynadığı gibi harici tesirlere bağlı ‘olarak da bu rolleri bir kat daha artar. Mesela henüz tahsil hayatındaki bir gencin, sesi güzel olsa, haricî teşvikler ona tahsilini bıraktırır. Bunun gibi sesi güzel olan hafızların da -çoğu kez- ilim yolunda yürüyemedikleri bir vakıadır. Fizikî kuvveti yerinde delikanlılar da lise hayatında -biraz da haricî teşvik ve alâka sebebiyle- çoğu defa işi kavgacılığa dökerler ve terk-i tahsil ederler. Belki vücud yapımızın ruh, karakter ve irademize in’ikas eden fakat henüz keşfedilememiş olan başka hususiyetleri de vardır. Erzurumlu İbrahim Hakkı “Marifetname”sinde bütün vücud organlarının karaktere, dolayısıyla iradeye vaki tesirlerini sayıp dökmüştür. Bunlarda bir mübalağa payı olduğu düşünülse bile[1] yine de uzvî hususiyetlerin karakter ve -binnetice- irade üzerindeki belli ölçüde müessiriyetleri inkâr olunamaz.

Beşerî hukukta bu müessirler bilhassa taksirli suçlarda, yani suç kastı taşımaksızın vâkî olan fiillerde, ceza tayininde büyük ölçüde dikkate alınır.

Bütün bu sayıp dökülenler göstermektedir ki ilahi mizanda mes’uliyet veya mükâfatın temel sâiklerinden biri olan “irade” üzerinde yağmur gibi radyasyona benzer belli belirsiz birçok müessir rol oynamaktadır. Bunların bir kısmı yukarıda zikrettiğimiz gibi beşeri hukukta bile dikkate alınırken İlahi mizanda~hesaba katılmamaları düşünülemez. Mesela, içki içerek irade ve ihtiyarının selb olması neticesi suç işleyen bir insan mâzur görülmezken, gayr-i iradî bir surette o hale getirilen, bir muâfiyete nail olur. İlahî mizanda ise ferdin kendi irade ve ihtiyarı dışında kalan müessirler de onun mes’uliyetinin haddini tayinde elbette bir rol oynayacaktır. Yukarıda söylediğimiz gibi ferdi, takatinden fazlası ile mükellef kılmayan Cenab-ı Rabbü’l-Âlemîn o ferdin irade ve ihtiyarı dışında var olan müessirleri elbette onun takatinin belirlenmesinde hesaba katacaktır. Tıpkı kolları olmayan bir insanda abdestin bir farzının sakıt olduğu gibi.

İşte mes’uliyetin kaynağını teşkil eden cüz’î irade böyle bir mâhiyeti haizdir. Ancak ne türlü müessire maruz kalmış olursa olsun onun az veya çok her insanda mevcud olduğu İslam’ın insan vakıasında kabul ettiği bir temel esastır.

Aslında Cüz’î olan beşeri iradenin bir de böyle -tesbit edilebilen ve edilemeyen- birçok müessire maruz bulunmasının, bu hakikatlere vakıf olan bir kimsede ye’s, tereddüt ve endişeler husûle getirmemesi adeta imkânsızdır. Bu bahisteki gerçeklerin tamamlanabilmesi için dinin bu ye’s, tereddüt ve endişelerden kurtulmaya medâr olacak tesellisinin ve buna ilaveten tasavvufî görüşlerdeki telâfî ve tedâvî çarelerinin de anlatılması gerekir.

 

[1] İbrahim Hakkı Hazretlerinin uzviyyete ait husûsiyetleri bu suretle tahlil edişi onun nihayet tahmin, tahayyül ve biraz da sosyal hayattaki müşahedelerine dayanmaktadır. Hâlbuki Alman âlimi Ernest Kreschmer, takribi on bin insan üzerinde laboratuar tecrübesi yaparak ortaya “Beden Yapısı ye Karakter” isimli tamamen ilmî bir eser koymuştur. Onun bütün bir hayatını dolduran müşahedeleri sonunda vücud bulan bu ilmi eser, sosyoloji âlimlerimizden Prof. Dr. Mümtaz Turhan tarafından dilimize kazandırılmış ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yayınları arasında 1949’da neşredilmiştir.