Lügatte adâlet; istikâmet, doğru tutmak, doğrultmak, işlerde orta yol; ifratın ve tefritin ortası, zulmün zıddı olan insaf, eşit kılmak, dengeli olmak, denge kurmak, ceza, karşılık, suçluya ceza, suçsuza mükâfat vermek gibi manalara gelir.[1]
Istılahta adâlet; itidal, istikâmet ve hakka meyletmektir.[2]
Bir kimsede ehliyet olsa ama adâlet yani istikamet ve dürüstlük olmazsa, o kimse milletin başına bela olur. Eğer ehliyet olmaz da adâlet olsa, başarılı ve faydalı olamaz; hem kendisine hem meşgul ettiği makama zulüm olur. Zulüm, bir şeyi maksadın dışına koymaktır ki ehil olmayan kimse ehliyet gereken makama kendisini koymuş olur. Allah Teâlâ zalimleri sevmez,[3] başarıya da ulaştırmaz.
Eğer ehliyet olur da itidal, istikamet ve hakka meyil kabiliyeti varken Hakk’a itaat yani Hakk’a uygun uygulama olmazsa, ehliyet ve adâlet yok hükmünde olur.
İslâm’ın bütünü, iman, ibadet, ahlâk ve ahkâmdan ibarettir. Bunlar arasında ahkâm, şu dört temel üzerine kurulmuştur: Adâlet, eşitlik, kolaylık ve maslahattır.
Hz. Ali 4 şöyle buyurmuştur:
“Dost ve düşmanınıza adâletle muamele edin!”
“Müslüman olsun olmasın, herkese adâletli davranın. Müslümanlar kardeşleriniz, Müslüman olmayanlar ise sizin gibi birer insandır.”
Hz. Ömer şöyle buyurmuştur:
“Huzuruna gelen herkese hürmet edip eşit muamele yap. Ta ki zayıf, senin adâletinden ümitsizliğe düşmesin, kuvvetli de haketmediği bir nimeti elde etme hayaline kapılmasın.”
Bir Arap atasözü de şöyle söyler: “Âbidin ibadeti nefsini; âdilin adâleti âlemi ıslah eder.”
Adâletin Kısımları
1. Allah’a Karşı Âdil Olmak:
Emrettiklerine tutunmakla ve yasaklarından sakınmakladır.
2. Nefsine Karşı Âdil Olmak:
Tâatleri artırmakla ve şüphelerden korunmakladır.
3. Halka Karşı Âdil Olmak:
Halka yönelik tutum ve davranışlarda insaflı olmakladır.
Bir hadîs-i şerîfte Peygamber; Efendimiz (sav.) şöyle buyurmuştur:
“Hükmünde, ailesine ve velâyeti altında olanlar hakkında âdil davrananlar, kıyamet gününde nurdan minberler üzerindedirler.”[4]
Vehb b. Münebbih şöyle der: “Toplulukları idare edenler, adâletten ayrılıp zulüm ve haksızlık yaptıkları zaman; Allah o ülkede bereketini azaltır, her şeyde bir noksanlık ve darlık baş gösterir.”
Adâlet, herkes için ve her durumda toplum binasının huzurunu sağlayan temel bir esastır. Özellikle adâlet mahkemelerde tecelli etmelidir ki millette, idarecilere karşı güven hâsıl olsun.
Mahkemelerde adâletin tecelli etmesinin şartları:
a) Mahkemelerin verdiği hükmün dayanağının mutlak âdil olan Allah’ın hükümleri olması
Gerçek adâlet, ilâhî adâletin kaynağı Allah’ın hükümleri ile gerçekleşir. Bu konuda şu iki âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur:
“Aralarında, Allah’ın sana indirdiği ahkâm ile hükmet! Asla onların keyiflerine uyma! Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmından seni caydırmalarından sakın!”[5]
“Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Rasûl’e götürünüz. Bu hem daha hayırlı hem de sonuç itibariyle daha güzeldir.”[6]
Peygamber Efendimiz x âyette geçen “Allah’ın sana indirdiği ahkâm ile hükmet!” emrini adâletle ilişkilendirerek “Kur’ân ile hükmeden, adâlet eder.”[7] şeklinde tefsir etmiştir.
Demek ki hüküm, Kur’ân ahkâmına göre verilirse adâlet tecelli edebilir. Her mü’min, adâletin tecelli etmesini istiyorsa, kendi hukuk sistemine sahip çıkması gerekir. Hukuk sistemine sahip çıkması için de her Müslümanın lehinde ve aleyhinde olanı bilmesi; lehine olana sahip çıkması, aleyhine olana da karşı çıkması gerekir ki hukuk hâkim, zulüm mahkûm olabilsin ve toplum fertleri de huzurlu olabilsin, gece-gündüz rahat etsin. Suçlu, suç işlediğinde cezasını, mazlum da hakkını alabilsin. İşte bu durum huzur sebebi olur.
b) Karar verecek hâkimin âdil olması ve sadece Allah’tan korkması
Hâkimin karşısında herkes; kâfir-mü’min, güçlü-zayıf, zengin-fakir, âmir-memur, devlet başkanı-halktan her biri eşit olmalıdır. Kâfir haklı ise ona, sen haklısın denmeli ve hakkı mü’minde ise mü’minden alınıp kendisine hakkı verilmelidir; mü’min haklı ise mü’mine, sen haklısın denmeli ve hakkı kâfirde ise kâfirden alınıp kendisine verilmelidir. Güçlü veya zengin yahut devlet başkanı haksız iseler hakları onlardan alınıp zayıfa, fakire ve halktan olan kimseye verilmelidir.
Bu konuda mahkemede adâletin gerçekleşmesinin en güzel örneğini Rasûl-i Ekrem’in x şu uygulamasında görüyoruz. Bu durumu Hz. Âişe 6 şöyle anlatıyor:
“Hırsızlık eden Mahzûm’lu kadının hali, Kureyş’i üzmüş ve “Bunun hakkında Rasûlullah x ile kim konuşacak?” demişlerdi. Bazıları, “Buna kim cesaret edebilir! Ancak Rasûlullah’ın sevdiği Üsâme olabilir.” dediler. Bunun üzerine onunla Üsâme konuştu. Rasûlullah x, “Allah’ın hadlerinden bir had hakkında şefaatçi mi oluyorsun?” buyurmuş. Sonra ayağa kalkıp hitap ederek şunları söylemiştir:
“Ey insanlar! Sizden öncekileri (Allah) ancak şunun için helâk etmiştir: Onlar aralarından şerefli biri hırsızlık ederse onu bırakırlar, zayıf olan birisi çalarsa ona haddi tatbik ederlerdi. Allah’a yemin olsun ki, Muhammed’in kızı Fâtıma bile hırsızlık etseydi mutlaka elini keserdim!”
Bundan sonra emir buyurmuş ve hırsızlık eden o kadının eli kesilmiştir. Hz. Âişe 6 şöyle demiştir: “Sonraları kadın güzelce tövbe etti ve evlendi. Bu işten sonra bana gelir, ben de onun ihtiyacını Rasûlullah’a arz ederdim.”[8]
Mahkemede adâlet hassasiyetinin önemine ait şu misal de manidardır:
Bir defasında Ubey b. Kâ‘b 4, hilâfeti döneminde Hz. Ömer 4 aleyhine dava açmıştı. Zeyd b. Sabit 4, hâkimlik görevini yürütüyordu. Hz. Ömer, mahkemenin huzuruna gelince Zeyd b. Sabit 4, halife olması hasebiyle ona hürmet gösterdi. Hz. Ömer ise; “Bu senin hükümdeki ilk adâletsizliğindir.” ikazını yaparak davacı Ubey b. Kâ‘b’ın 4 yanına oturdu. Ubey’in 4 delili yoktu. Bu durumda “Yemin davalıya gerekir.” kuralınca Hz. Ömer’in yemin etmesi gerekiyordu. Hilâfet makamında bulunması hasebiyle Zeyd b. Sabit 4, Ubey’in 4 bu haktan feragat etmesini istedi. Fakat Hz. Ömer 4, mahkemede hâkimlik yapan Zeyd b. Sabit’e 4, “Eğer senin nazarında Ömer ile herhangi bir adam müsavi değilse, sen bu göreve lâyık değilsin” diyerek sert bir karşılık verdi.[9]
İşte adâletin tecellisi ve zamanında otuz Türkiye büyüklüğünde ülkelerin fethedilmesini sağlayan devletin temelinin adalet olmasının ispatı.
Adâlet olunca huzur olur. Huzur ve kurtuluş İslâm’da var. Eğer biz Müslümanlar, herkese karşı ve her durumda İslâm’daki adâlet anlayışına sahip olursak o zaman “huzur ve kurtuluş Müslümanda” diyebileceğiz. Henüz “Kurtuluş İslâm’da” diyoruz ama “Kurtuluş Müslümanda” diyemiyoruz. Ama düşmanların bizi İslam’da birleştirmesini istemiyoruz; bizim kendi irademizle birleşmemizi istiyoruz!
İTAAT
“Ey İman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan ulu’l-emr (âlim ve âmir)e de. Eğer bir konuda çekişirseniz, Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız onu Allah (Kitab)’a ve Rasûl (Sünnet)’e götürün. Bu, daha hayırlı ve netice itibariyle en güzel olandır.”[10]
Bu âyet-i kerîme, mutlak ve mukayyet itaati içine almaktadır.
a) Mutlak itaat: Allah Teâlâ’ya ve Rasûlullah’a x yapılan itaattir.
b) Mukayyet itaat: Mü’minlerden emir sahiplerine karşı yapılan ve Hakk’a uydukları, hakkı uyguladıkları müddetçe devam eden itaattir.
Âyet-i kerîmede, hem Allah’a “itaat edin” emri hem Rasûlullah’a “itaat edin” emri ayrı ayrı zikredilmiştir. Ulu’l-emre “itaat edin” emri ayrı olarak zikredilmemiştir. Çünkü Allah’a ve Rasûlullah’a itaat, mutlaktır ama ulu’l-emre itaat mutlak değildir. Zira Allah da hüküm koyucu, Peygamber x de Allah’ın öğretmesiyle hüküm koyucudur. Ama ulu’l-emri oluşturan müctehid âlimler hüküm koyucu değil ancak hüküm çıkarıcıdırlar. Âmirler de hüküm koyucu değildirler. Dolayısıyla ulu’l-emre itaat emri, Allah’a ve Rasûl’e x itaat eden ulu’l-emre itaat edin, demektir.
2. Ulu’l-emr iki kısımdır: Âlimler ve Âmirler
Âlimlere itaat demek, müctehidler Kur’ân-ı Kerîm’den ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkardığı müddetçe onları dinleyin ve uyun demektir. Zira helali ve haramı belirleyen, hüküm koyan, dinî konuda hüküm koyma kasdıyla emreden ve nehyeden ancak her şeyi en iyi ve en isâbetli bilen Allah Teâlâ, Allah’ın öğrettiği ve yetiştirdiği Rasûlüdür.
Âmirlere itaat de, Kur’ân ve sünnete uydukları yani İslâm Hukuku ile amel ettikleri müddetçe onları dinleyin ve itaat edin demektir.
Devamındaki cümle müctehidlere emirdir. Müctehidlerin, Allah’a müracaatı Kur’ân’a müracaattır, Rasûl’e müracaatı da kavlî, fiilî ve takrîrî sünnete müracaattır.
Emîre/âmire itaat ve isyan hakkında Rasûlullah x şöyle buyurmuştur:
“Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Her kim bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Bir de kim emîre itaat ederse bana itaat etmiş, kim emîre isyan ederse bana isyan etmiş olur.”[11]
Âmirlere itaatin ölçüsü hakkında Rasûlullah x şöyle buyurmuştur:
“Müslüman bir kimseye sevdiği, sevmediği (her) hususta (idareciyi) dinleyip itaat etmek gerekir, (Allah’a) isyan etmesiyle emrolunması müstesnadır. Eğer masiyet (haram olan şey) emredilirse ne dinlemek vardır ne de itaat.”[12]
Özetle, Allah Teâlâ, önce işleri ehline vermeyi, adâletle hükmetmeyi ve kaynağı Kitap ve sünnet olan İslâm’a göre itaati ve uygulamayı emretmektedir.[13]
[1] Sa‘dî, Ebû Ceyb, el-Kâmûsu’l-Fıkhî, s. 243-244; Cürcânî, et-Ta‘rîfât, s. 147.
[2] Cürcânî, et-Ta‘rîfât, s. 147.
[3] Şûrâ, 42/40.
[4] Müslim, İmâre, 18; Nesâî, Âdâbü’l-Kudât, 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 160.
[5] Mâide, 5/49.
[6] Nisâ, 4/59.
[7] Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân, 1.
[8] Müslim, Hudûd, 8-9; Buhârî, Enbiyâ, 56; Megâzî, 53; Ashâbü’n-Nebî, 18, Hudûd, 12; Ebû Dâvûd, Hudûd, 4; Tirmizî, Hudûd, 6; Nesâî, Sârık, 56; İbn Mâce, Hudûd, 6; Dârimî, Hudûd, 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 386, VI, 329.
[9] Şiblî, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, II, 93-94.
[10] Nisâ, 4/59.
[11] Müslim, “İmâre”, 32, 33; Buhârî, “Cihâd”, 109; Nesâî, “Bey’at”, 27; İbn Mâce, “Cihâd”, 39; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 93, 244, 252.
[12] Müslim, “İmâre”, 38; Buhârî, “Ahkâm”, 4; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 87; Tirmizî, “Cihâd”, 29; Nesâî, “Bey’at” 34; İbn Mâce, “Mukaddime”, 40.
[13] Bkz. Nisâ, 4/58-59.