İçeriğe geç
Anasayfa » ÂDİL VE SÜRDÜRÜLEBİLİR İKTİSADÎ BÜYÜMENİN ANAHTARI: ‘KANAAT’

ÂDİL VE SÜRDÜRÜLEBİLİR İKTİSADÎ BÜYÜMENİN ANAHTARI: ‘KANAAT’

Hayatta kalma, varlığını sürdürme mücadelesinde belli ölçüde gerekli olduğu için insanın fıtratına yerleştirilmiş, ancak insanın ahlak esaslarıyla kontrol altında tutması, yönetmesi gereken unsuru ‘hırs’tır. Kontrolsüz hırs, tamahkârlığa dönüşür. İşte insanın içindeki hırsa mağlub olmaması için ‘kanaat’ kavramıyla tanımlanabilecek felâh kapısı da önümüze konmuştur.

Kanaat terim olarak “kişinin azla yetinip elindekine razı olması, kendisinin ve sorumluluğu altında bulunanların ihtiyaçlarını asgari ölçüde karşılayabileceği maddî imkânlarla iktifa edip başkalarının elindeki şeylere göz dikmemesi, aşırı kazanma hırsından kurtulması” şeklinde açıklanmakta; hırs, tamah, hazlara düşkünlük ve tûl-i emel gibi kavramlarla ifade edilen mal ve dünya tutkusunun kalpten silinmesiyle kazanılan ahlâkî bir erdem olarak değerlendirilmektedir.[1]

İslam inancının temel kavramlarından olan kanaat, Kur’an-ı Kerim’de kelime olarak geçmese de, bu erdeme işaret eden ve önemini vurgulayan birçok ayet mevcuttur. Mesela Hac Suresi 36. ayette kanaatle aynı kökten gelen ‘kâni‘’ “başkasından maddî yardım isteyen” anlamında yer almakta, Râgıb el-İsfahânî, bu kelimenin söz konusu ayetteki bağlamında “ihtiyacından dolayı başkasından yardım isterken işi yüzsüzlüğe dökmeyen, kendisine bağışlanana razı olan” şeklinde açıklandığını ifade eder.[2] (Öte yandan birçok ayet-i kerimede kanaatkârlığın önemi üzerinde durulmuş, dünyaya ve mala karşı aşırı düşkünlük yerilmiştir. Hadis-i şeriflerde de gerek kanaat kelimesiyle, gerekse kanaate işaret edilecek başka kelimelerle, Müslümanın bu erdeme sahip olması gerekliliği vurgulanmıştır. Bu hususa işaret eden hadislerden başlıcaları aşağıdadır.

Ebû Hureyre’den 4 rivayet edildiğine göre Rasûlullah x şöyle buyurdu: “Gerçek zenginlik, mal çokluğu değil, gönül tokluğudur.”[3]

Hz. Osman 4 anlatıyor: “Rasûlullah x buyurdular ki: “Âdemoğlunun şu üç şey dışında (temel) hakkı yoktur: İkamet edeceği bir ev, avretini örteceği bir elbise, katıksız bir ekmek ve su.”[4]

Fadale İbn Ubeyd 4 anlatıyor: “Rasûlullah x buyurdular ki: “İslam hidayeti nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti olup buna kanaat edene ne mutlu!”[5]

Kanaat dendiği zaman gerek İslam’ın temel kaynakları olan ayet ve hadis metinlerinden, gerekse ahlak esasları ve örnek şahsiyetlerin hayatlarından ilk anladığımız; insanın dünya refahına, maddî zenginliğe duyduğu hırstan kaçınmasıdır. Tasavvuf dediğimizde de aklımıza gelen ilk kavramlardan biri de “zühd”dür. Bu, sadece haram olanı değil rahatlığı fazla olan helalleri de terk etme, dünya malına, makama, mevkie, şan ve şöhrete önem vermeme; azla yetinme, çokça ibadet etme, ahiret için hayırlı işlere yönelme manasına gelen bir kavramdır. Fıtratını ve dünya hayatının ötesini anlama gayretinde olan insan, İslam Dini dışındaki başka mecralarda da kanaat ve bir çeşit zühde ulaşabilir. Bunun en açık tezahürleri örneğin Budist inancında ve yaşayışında görülebilir. Ancak İslam dışındaki hiçbir inanç ve düşünce insan fıtratını İslam kadar mükemmel tarif edememiş, dünya ve ahireti İslam kadar dengeli biçimde kapsayamamış, sürdürülebilir, cihanşümul bir refah ve adalet tesis edememiştir.

Müslümanca yaşayışta kanaat ve zühdün nasıl tezahür edeceği tefekkür edilirken Efendimizin x son derece sadelikle dolu hayatı yanında, unutulmaması gereken bir başka gerçek elbette son derece varlıklı olan sahabilerin hayatları, belki onların da öncesindeki zengin ve hükümdar Peygamberlerin hayatlarıdır. Kanaat ve zühd kavramlarına fıtrata uygun, dünya ve ahiret dengesini kuracak doğru bir anlayışı sadece İslam getirmiştir.

Yazının en başında ifade edildiği gibi insanın yaradılıştan gelen güdülerinden biri daha çok kazanmak, daha çok varlık sahibi olmak, daha rahat yaşamak için gayret sarf etmektir. Allah, her insana farklı düzeyde temellük ve tasarruf kabiliyeti vermiştir. Burada İslam’ın getirdiği ölçü şudur: İnsan, Allah’ın kendisinden beklediği “kul-halife” sorumluluğu içinde, gönderdiği kitap ve peygamberler ile belirlediği prensip ve kurallar dairesinde yaşama ve yaşatma gayreti gösterecektir.

Konvansiyonel iktisadın insanı tanımlarken kullandığı “homoeconomicus” terimi, insanın sadece bu dünya hayatıyla sınırlı olan refahını azamileştirme esasına dayanır. Bu anlayışa göre iktisat bilimi özetle insanın sınırsız ihtiyaçlarını kıt kaynaklarla karşılaması olarak tanımlanır. İşte İslam iktisadını, konvansiyonel iktisattan ayrıştıran özellik belki de burada başlar: Konvansiyonel iktisat tanımındaki “sınırsız ihtiyaç” ibaresi bir yanıltmadır. Sınırsız olan insanın ihtirasıdır. Müslüman, fıtratının, bünyesinin ihtiyacı kadar temellüke ve tüketime gayret eder, ihtirasına mağlup olmaz. Kapitalizmde yer bulamayan kanaat kavramı, İslam iktisadında layık olduğu itibarı görmektedir.

İslam’a göre mutlak mülkiyet Allah’a aittir. Ancak Allah 9, yeryüzünde “halifelik sorumluluğu” takdir ettiği insana temellük ve tasarruf yetkisi ve imkânı da vermiştir. Dolayısıyla insanın mülk edinmesi, esasen ‘vekalet’ anlayışına dayanan bir haktır. İnsan, bu dünyada sahip olduğu her şeyin gerçek ve mutlak sahibinin Allah 9 olduğu bilinciyle davranır. Bu anlayış, öncelikle her insana kendisi için uygun olan temellük düzeyinin ne olacağı ve mülkün tasarrufu (yönetimi/kullanımı) konusunda bir bilinç sağlar. İşte İslam iktisadı, hem hiçbir mülkiyet hakkı tanımayan sosyalist, hem de sorumsuz bir temellük ve tüketim imkânı sağlayan kapitalist ekollerden böylece ayrışır.

Kanaatin İslam iktisadının temel kavramlarından biri olduğunda şüphe yok, ancak kanaatin İslam iktisadı bağlamında sadece “azla yetinme” olarak anlaşılmaması gerekir. Bu yüzeysel izahın ötesinde, bugün iktisat ve işletme bilimindeki bir başka temel kavramı da esas alarak daha kapsamlı ve dinamik bir izah getirmiş oluruz: ‘optimizasyon’.

İnsanlık tarihinde azla yetinme eğiliminin, farklı inançlar tarafından dengesiz bir riyazat istikametine çekildiğini, mesela Budist anlayışta, açıkça görüyoruz. Hâlbuki bizim adında dahi orta yolu ve dengeyi ima eden “iktisad” kavramımızda, kanaat kavramı ile nefs için ‘orta yol’ veya ‘en münasip’ hedeflenir ve bu da aslında genel formülleri belli, ama sonuçları itibarıyla her insana göre değişen sübjektif bir durumdur. Sünnet-i seniyyeye göre her insan için genel kural, örneğin yemek yerken “midenin üçte bir oranında doldurulmasıdır”, ölçülen miktar kişilerin anatomisine ve bünyesine bağımlıdır. Bir başka ifadeyle buradaki ölçü objektif değil, subjektif (izafi)dir.

Buradan hareketle, her insanın kulluğunu hakkıyla yaşamasına mani olmayacak düzeyde bir ‘optimal servet düzeyi’ olduğunu söyleyebiliriz. Kulun maddî durumu, bu optimal düzeyden aşağıdaysa da, yukarıdaysa da gaflete düşme ihtimali yüksektir. Bir başka ifadeyle fakirliğin, kulu Allah’a isyan ettirme, zenginliğin de kulu şımartma ve dolayısıyla Allah’a karşı sorumlulukları unutturma tehlikesi vardır.

Efendimizin x, “ümmetin yolunu aydınlatan yıldızlar” şeklinde tanımladığı sahabileri içinde son derece varlıklı olanlar vardı. Asr-ı saadette ve takip eden dönemlerde Müslümanların ticaretlerinde tam bir serbest piyasa ekonomisinin tezahür ettiği, yüksek kazanç fırsatlarının değerlendirildiği görülmektedir. Ancak artan zenginliğin sahabileri dinden uzaklaştırmadığı, tam tersine çok büyük hayırlara vesile olduğunu biliyoruz. Burada dikkat edilmesi gereken kavram “tasarruf”, yani mülkün kullanımıdır. Helal kazançla zenginleşen örnek sahabiler, mülklerini Allah ve kullarının hakları dairesinde kullanmışlar, yeri geldiğinde İslam davası gereği bu varlıklarından feragat edebilmişlerdir.

Kapitalist iktisadın özellikle gelişmekte olan ülke toplumlarındaki en zararlı sonuçlarından biri kontrolsüz tüketim eğilimidir. Türkiye’de özellikle siyasî, sosyal ve ekonomik dönüşümlerin yaşandığı 1980’lerin ortalarından itibaren toplum, henüz üretimde yakalayamadığı Batı’yı tüketimde yakalama sevdasına kapılmış ve büyük ölçüde buna muvaffak olmuştur. Türk vatandaşı artık çağdaşı olan Batılı insanların sahip olduğu teknolojik ürünleri ve hizmetleri kendi ülkesinde bulabiliyor ve satın alabiliyordu. Fazla tüketmek, toplumda bir itibar göstergesine dönüştü. Dar ve orta gelirli vatandaşların finansman imkânlarına erişiminin kolaylaşıp yaygınlaşması da tüketimi artıran önemli bir faktördü. Eski kuşakların “Önce tasarruf et, sonra satın al.” anlayışı, yerini “Borçlanarak hemen satın al.” anlayışına bıraktı. Sonuçta ülke, gerek tüketim çılgınlığının, gerekse finansal sistemindeki sorumsuz ve kontrolsüz büyümenin bedelini bireysel ve kurumsal felaketlerle ödedi. Kanaat, ne yazık ki toplumdaki değerini kaybetti, adeta müzede sergilenen tarihi bir kavrama dönüştü.

Kapitalist anlayışın “Hızlı tüketim elbette kalkınmamız için gereklidir, eğer tüketmezsek şirketler neden çalışsın, niye üretsin? Daha fazla tüketim daha fazla üretime, daha fazla üretim ekonomik büyümeye yol açar ve ülkemizi çağdaş medeniyetler seviyesine çıkarır.” şeklindeki zihinleri karıştıran yargıları meşhurdur. Akl-ı selim sahibi herkes bilir ki teknoloji ve marka oluşturmada gerilerde olan ülkenin tüketimde üst sıralarda olması hiçbir kalıcı itibar, sürdürülebilir bir kalkınma sağlamaz.

İslam iktisadının yeterli düzeyde tahakkuk ettiği bir ülkede kanaat erdemi zengin kesimin aşırı tüketimini durduracak, tasarruf eğilimini artıracak, ancak bu tasarrufların faize değil, bir yandan doğrudan reel üretime tahsis edilmesiyle gerçek etkinlik ve verimlilik sağlanacak, bir yandan iyi işleyen bir zekât ve infak mekanizmasıyla dar gelirli kesimlere aktarılması sağlanacak, sonuçta dar gelirli kesim temel ihtiyaçlarını ‘kredi almaksızın karşılayabilme’ imkânına sahip olacaktır. Ekonomilerdeki faize bağımlılığı bitirmenin gereklerinden biri de bu işleyişi hâkim kılabilmektedir.


[1] İslam Ansiklopedisi, c.24, s.289-290.

[2] el-Müfredât, “ḳaneʿa” md.

[3] Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 130. Ayrıca bkz. Tirmizî, Zühd 40; İbn Mâce, Zühd 9.

[4] Tirmizî, Zühd 30, (2342).

[5] Tirmizî, Zühd 35, (2350).