İçeriğe geç
Anasayfa » AHİRET ODAKLI BİR HAYATTA TAMAHKÂRLIK

AHİRET ODAKLI BİR HAYATTA TAMAHKÂRLIK

Her birimiz tamahkâr bir fıtratla yaratılmışız.[1] Tamahkâr yani aç gözlü, doyumsuz ve çok şey istemeye meyyâl bir karakterle.[2] Elimizdekiyle yetinmez hep daha fazlasını isteriz. Peygamber Efendimiz’in tabiriyle iki vadi dolusu altınımız olsa da üçüncüsü için arayışa geçeriz.[3] Dünya hayatında eskisek de, güç ve kuvvetimiz zayıflasa da mal sevgimizin yani hep daha fazlayı talep etmeye olan meylimizin artacağı da sevgili Peygamberimiz’in ifadeleri.[4]

Bütün bunlar insanın tabiatı itibariyle yapabilecekleri. Ancak biz insanlar akıl ve irade kabiliyetiyle de donatılmış olmamız hasebiyle bütün bu gidişatı yavaşlatabilir ya da doğru bir mecraya yönlendirebiliriz. Zira bizlere, kim hırs ve tamahla doldurduğu bir kalp ile dünya malını isterse bu malın bereketinin olmayacağı[5] ve gerçek zenginliğin[6] mal çokluğu ile değil gönül tokluğu ile olduğu[7] haber verilmiştir.

O halde ilk vazifemiz, ortada sıkıntılı bir durum olduğunu ve yaratılış itibariyle meyyâl bulunduğumuz bu hastalığın bizde hangi ölçüde var olup olmadığını tespit etmek olmalıdır.

Peki bu hasletin bizde olup olmadığını tespitten sonra yapmamız gereken şey ne olmalı? Onu tamamen silmeye çalışmak mı? Yoksa baktığı yönü değiştirmek mi olmalıdır? Yani bu doyumsuz tarafımızı köreltip artık her şeyle kanaat edip, yetinecek miyiz yoksa doyumsuz olmamız gereken doğru şeyi mi bulacağız?

Aslında birbirine zıt gibi görünen iki şey söylüyor görünsek bile sonuçta varılacak şey aynıdır. Kaidemiz “Bir kalpte iki sevgi -yani hem dünya hem ahiretin sevgisi- bulunamaz.” düstûrudur, zira yüce olan aşağı olanla birlikteliği kabul etmez.

Şemseddin Sivasi’nin söylediği gibi;

Sür, çıkar ağyârı dilden, tâ tecellî ede Hak

Padişah konmaz saraya hâne mamûr olmadan.

Yani yapmamız gereken husus dünya sevgisini kalpten çıkarttıktan sonra kalbimizdeki bu doyumsuz ve istediğinin peşinden bıkmadan giden tarafımızı doğru yere kanalize ederek ona gideceği yeri gösterip sevdirmek olacaktır.

Şimdi bu hususta yapabileceğimizi düşündüğümüz şeylerden biri üzerinde durabiliriz.

İnsanoğlu tabiatı gereği sürekli gündem ettiği şeyleri bir zaman sonra farkında olsun-olmasın hayatının merkezine koyuyor ve çevresini/olayları bu merkezi esas alarak yorumluyor/anlıyor. Eskilerin “İnsanın zikri ne ise fikri de o olur.” dediği bu olsa gerek. Bu sebeple olmalıdır ki genel temayülümüz, içinde yaşadığımız bu dünya hayatını her fırsatta savunmak ve vazgeçmemek üzerine olmaktadır. Bu minvalde pek çok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf de dünya hayatının lehine yorumlanmaktadır.

Örnek olarak Kasas Suresi 77. ayetin[8] “dünya hayatından nasibini unutma” kısmını ön plana çıkartarak hemen önceki ibare olan “ahiret yurdunu kazanmaya bak” kısmını gölgeleyebiliyoruz. Yine Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yaşamış olduğu hayatı inceleyerek örnek almak yerine, Efedimiz’in ve ashab-ı kirâmın ticaret ve geçim sağlamak üzerinden dünya ile kurdukları ilişkiyi ön plana çıkartarak bugün hayatımızdaki dünyaya meylimizi masumlaştırıyoruz. Üstelik sahabe efendilerimizden Abdullah b. Mesud’un 4 tabiûndan bir kimseye söylediği “Siz amel bakımından sahabeden daha üstün olabilirsiniz ancak onlar zühdleri (dünyaya değer vermemeleri) sebebiyle sizden daha hayırlıydılar.”[9] ikazını unutarak… 

Ezcümle anlatmak istediğimiz husus zeminimize ahireti yerleştirerek çevremizi buna göre yorumlamaktır. Zemine ahiretin nasıl yerleştirileceği ise belki de bir ömür sürecek bir mücadele sonucunda bile tamamıyla elde edilemeyecek bir hedeftir. Önemli olan bu niyetle bu mücadele içinde ömrü geçirmek olmalıdır. (bu makamın nasıl elde edileceği müstakil bir konu olduğundan bu yazıda üzerinde durulmayacaktır.)

Peki, zemine ahireti yerleştirdiğimiz takdirde konumuz olan tamahkarlık özelliğimiz nasıl olacaktır?

Mesela, İnşirah Suresi’nin 7-8. ayet-i kerîmelerinde “Bir işi bitirince başkasına koyul ve Rabbine rağbet et.”[10] buyurulmakta ve burada kişinin bu konuda tamahkâr olması ve Rabbinden gelecek her türlü ikrama karşı istekli davranarak peşinden koşması, asla kanaat ederek çekingen davranmaması gerektiği ifade ediliyor. Dolayısıyla mü’min bir kişinin daha üstün makamlar olduğunu bilip de onlara arzu duymaması o kişinin düşük himmetli olduğu manasına geldiği söylenebilir. Örneğin yaptığımız bir hayır işini bitirdiğimizde “Bugünkü ödevimizi yaptık, bu kadarı yeterli.” demeyip yeni bir fırsatı hemen değerlendirmemiz gerekiyor.

Yine “Rabbim ilmimi artır.”[11] ayetinin kişinin marifet yani Rabbini tanıma yolunda kendisine rehber olacak ilme karşı kanaatkâr değil tamahkâr olmasını yani sürekli ve doyumsuzca talep etmesi gerektiğini teşvik ettiği anlaşılabilir.

Çocuklara sürekli sorulur, “En çok kimi seviyorsun?” diye; cevabı da “Allah ve Peygamberimiz.” diye öğretilir. Peki, nasıl daha çok seveceğiz ve Rabbimizin sevgisine nasıl nail olabileceğiz? Kurb-ı nevâfil[12] diye bilinen bir hadis-i şerifte farzlarla Rabbimize yaklaşacağımız, nafilelerle yaklaşmaya devam edeceğimiz ve bu ölçüde Rabbimizin bizi seveceği anlatılmaktadır. Anahtarımız nafile ibadetler! O halde biz Rabbimizin bizden razı olmasını ve daha çok sevmesini istiyorsak, nafile ibadetlerimizi artıracağız. Böyle bir düşünce ile yola çıktıysak eğer, mesela kıldığımız 5 rekâtlık akşam namazı ile yetinmeyip akabinde “evvabin” namazı kılacağız veya okuduğumuz 5 sayfalık Kur’ân-ı Kerîm kıraati ile yetinmeyip artırmaya gayret edeceğiz ve muhabbette tamahkâr davranarak, daha çok arzu ederek ibadetleri artırmamız gerekecektir.

Bu hususa dair örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak maksadımızı anlatmak için bu kadarı ile iktifa etmek istiyoruz. Son cümle olarak ise, kâinatın boşluk kabul etmeyeceği kaidesinden hareketle kalbimizden mâsivâyı çıkartıp, Rabbimizi yerleştirmeli ve bu hususta bize fayda sağlayacak şeylere karşı son derece tamahkâr davranmalı olduğumuzu belirtmek istiyoruz.


[1] Meâric, 70/19. “إِنَّ الْإِنسَانَ خُلِقَ هَلُوعًا” (Şüphesiz insan çok hırslı (açgözlü) yaratılmıştır.)

[2] Kubbealtı Lügati, Tamahkâr maddesi.

[3] Buhârî, “Rikâk”, 10. “لَوْ كَانَ لِابْنِ آدَمَ وَادِيَانِ مِنْ مَالٍ لاَبْتَغَى وَادِيًا ثَالِثًا وَلاَ يَمْلَأُ جَوْفَ ابْنِ آدَمَ إِلاَّ التُّرَابُ وَيَتُوبُ اللَّهُ عَلَى مَنْ تَابَ.”

[4] Buhârî, “Rikâk”, 5. “يَكْبَرُ ابْنُ آدَمَ، وَيَكْبَرُ مَعَهُ اثْنَانِ: حُبُّ الْمَالِ، وَطُولُ الْعُمُرِ.”

[5] Buhârî, “Zekât”, 50. أَنَّ حَكِيمَ بْنَ حِزَامٍ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) قَالَ: سَأَلْتُ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) فَأَعْطَانِى، ثُمَّ سَأَلْتُهُ فَأَعْطَانِى، ثُمَّ سَأَلْتُهُ فَأَعْطَانِى، ثُمَّ قَالَ: “يَا حَكِيمُ! إِنَّ هَذَا الْمَالَ خَضِرَةٌ حُلْوَةٌ، فَمَنْ أَخَذَهُ بِسَخَاوَةِ نَفْسٍ بُورِكَ لَهُ فِيهِ، وَمَنْ أَخَذَهُ بِإِشْرَافِ نَفْسٍ لَمْ يُبَارَكْ لَهُ فِيهِ كَالَّذِى يَأْكُلُ وَلاَ يَشْبَعُ، الْيَدُ الْعُلْيَا خَيْرٌ مِنَ الْيَدِ السُّفْلَى.”

[6] Hadis-i şerifte gerçek kelimesi olmamasına rağmen tercümede bu kelimeyi kullanma ihtiyacımız bile kavramları algılamamızda bir hata olduğunu göstermektedir.

[7] Müslim, “Zekât”, 120. “.لَيْسَ الْغِنَى عَنْ كَثْرَةِ الْعَرَضِ، وَلَكِنَّ الْغِنَى غِنَى النَّفْسِ”

[8] … وَابْتَغِ ف۪يمَٓا اٰتٰيكَ اللّٰهُ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ وَلَا تَنْسَ نَص۪يبَكَ مِنَ الدُّنْيَا

[9] İbn Mübârek, Kitâü’z-Zühd, 2/740; Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ 1/136.

[10] فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْۙ ﴿٧﴾وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ ﴿٨﴾

[11] Tâhâ, 20/114. وَقُلْ رَبِّ زِدْني عِلْماً…

[12] Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder, ta ki ben onu severim. (Sevince de) artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Buhârî, “Rikâk”, 38.