İçeriğe geç
Anasayfa » ALEMŞÜMÛLLÜK (ÜNİVERSALİZM)

ALEMŞÜMÛLLÜK (ÜNİVERSALİZM)

 

9.sayıdan devam…

       Dünya görüşü, evvelce de izah etmiş olduğumuz gibi insan hatırına gelebilen her suale kendi içinde tezada düşmeksizin cevap verebilen ve böylece hayat ve Kâinat’ın tamamını izah edebilen bir görüş olduğuna göre o, bir kıymet hükümleri manzûmesi demektir. Bu manzûme bütün Kâinat’a şamil olduğu cihetle bir Dünya görüşünün ilk göze çarpan vasfı âlemşümulluktur.

Bu temel görüş ışığında İslam’ın engin muhtevası tahmin edildiğinde görülür ki hiçbir Dünya görüşü Âlemşümulluk vasfındaki mükemmellik itibariyle İslam’la kıyas olunamaz. Çünkü İslam Dünya görüşü “ilahî” bir görüş olmak itibariyle; muhtevası, ilim ve ihatası sonsuz olan Cenab-ı Hak tarafından vaz’ ve tebliğ edilmiştir. Bu cihetle Halik’ın sahib olduğu “ilm-i küll” ve “ilm-i mutlak” ile -hâşâ- yarışabilecek, bir mahlûkun eseri olan başka bir görüşle kıyas kabul etmez. Bu aklî ve mantıkî bir neticedir.

Gerçekten İslam, vaz’ ettiği hakikatler manzumesini dava ederken sadece bir mekânı, bir zamanı veya bir topluluğu dikkate almaz. Bütün zamanlara, bütün mekânlara ve bütün insanlara hatta cinlere şamil olmak üzere hükümlerini onların hepsi için umumi prensipler halinde ortaya koyan bir sistemdir. Allahu Azimuş-şan’ın merhameti umumi ve bütün mahlûkata şamildir.

Kâinatı izah sadedinde âlemşümul olan İslam Dünya görüşü bu vasfını insanı değerlendiriş ve yönlendirişinde de muhafaza eder.

İçtimai görüşlerin hepsi ve hassaten İslam, -aslında- insan içindir. Ona huzur ve saadet temini gayesini güder. Lakin bunların bazıları bu gayeyi Dünyaya hasrettiği halde bazıları Dünya ve ukbayı birlikte dikkate alır. İslam, insanı istikametlendirirken onun Rabbiyle, insanla, hayvanla ve eşya ile münasebetlerini tanzim eder. İslam, beşikten mezara kadar insanın bütün tefekkür, tahassüs ve iradi fiillerini bir mantıki tanzime tabi tutar. Onu ibadet, muamelat ve ahlaki davranışlarında mükemmele ulaştırma gayesini güder. Bu bakımdan tüm beşeriyyeti yönlendirip mes’ud kılmak isteyen İslam Dünya görüşü, sair sistemlerde olduğu gibi muayyen insanları muhatab alıp, bazılarını hariçte bırakmak gibi bir nakisadan beridir.

Mesela Yahudiler, aslı İlahi olmak itibariyle mutlaka âlemşümul olması gereken dinlerini, -çirkin bir tahrifat neticesi olarak- ırklarına tahsis etmişlerdir. Beni İsrail kavminden olmayan biri Musevi şeriatına kabul olunmaz. Dindeki bu tahriften önce Beni İsrail’den olmayıp da Musevi olan topluluklar vardır. Yahudiler bunları kendilerinden saymazlar.

Türk boylarından biri olan Hazarlar (Garaim Türkleri) de Musevi şeriatındandır. Bunların bugün otuz ile elli bin civarında oldukları tahmin ediliyor. Dünyanın her yanından Yahudiler İsrail’e göç etmekteyken Hazar Musevileri “Biz de sizdeniz ve İsrail’e göç etmek istiyoruz.” deseler kabul edilmezler. Çünkü onlara göre bir insanın Musevi olması Benî İsrail soyundan olma şartına bağlıdır. Aslı hak olan dinlerin hepsi, mesela bir Hıristiyanlık dahi Âlemşümul olduğu, herkesi kendi dinlerine çekmeye çalıştığı halde Yahudiler böyle yapmazlar. Bu sebeple Yahudiliğin cihanşümul bir din olması mümkün değildir. Yahudiler Benî İsrail’den olanı Musevi şeriatı içinde kabul ederler. Irkları dinlerine eşittir. Aynı ırkta olmayan biriyle aynı dinden olamazlar. Hatta o derecede ki ırkın anadan teselsül ettiğine inandıklarından babası Yahudi olduğu halde anası başka bir kavimden olan bir kimseyi de Yahudi saymaz, Musevi cemaatine dâhil etmezler. Aksine, anası Yahudi olan fakat babası başka bir kavimden olan kimseyi kendi dinlerinin; şümulüne alırlar. Bu soyun babadan değil, anadan devam ettiğine inanmalarındandır. Irklar içinde Beni İsrail’in seçkin ve üstün bir yeri olduğunu düşünürler. Nitekim tahrif edilmiş Tevrat’ta Yahudiler hakkında:

“Siz Rabbiniz olan Allah’ın oğullarısınız. Çünkü sen Rabbin olan Allah’a mukaddes bir kavimsin ve Rab bütün kavimlerden üstün olarak kendisine has bir kavim olmak üzere seni seçti.” (Tesniye, bab 14, ayet 12) “Sizi bugün olduğu gibi bütün kavimlerin arasından seçtim.” (Tesniye, bab 10, ayet 15) şeklinde beyanlar vardır. Yine Tevrat’ın başka ayetlerindeki:

“İşte, şimdi bildim ki bütün Dünyada Allah yoktur. Ancak İsrail’de vardır.” (II. Krallar, bab 5, Ayet 15) “Yeryüzü mahsulünü verdi. Allah bizim Allah’ımız, bizi mübarek kılacaktır.” (Mezmurlar, bab 67, ayet 6) gibi ifadeler, Yahudilerin Allah’ı sadece kendi kavimlerine tahsis etmeleri suretinde dinde yaptıkları korkunç tahrifi ortaya koymaktadır.

Yahudiler kendi ırklarından olmayanı ikinci dereceden insan sayarlar. Bir Yahudi’nin ırkdaşına yapması yasak olan şeylerin Yahudi olmayan birine yapılmasını zarurette helal görürler.

“Diğer insanların dine ihtiyacı yoktur. Çünkü Allah onları biz hizmetimizde kullanalım diye yarattı ve emrimize tahsis etti.” derler. Nasıl ki hayvanlar insanlığın istifadesine sunulmuşsa, Yahudi olmayanların da Yahudilerin istifadesine sunulduğunu düşünürler. Irkçılığın temelinde de bu Yahudi mantığı vardır. Yeryüzündeki en eski ırkçılar bunlardır. Tevrat’ta Peygamber Efendimiz’in geleceği müjdelendiği için onu bekleyen Yahudiler, sırf Benî İsrail soyundan gelmediği için Risalet-i Muhammedi’yi kabule yanaşmamak bahtsızlığını gösterdiler. Beni İsrail’den olan peygamberleri kabul edip diğerlerini inkâr ettiler.

Rahmeti bütün mahlûkatı ihata etmiş olan Allah tarafından beşerin saadet ve selametini temine medar olmak üzere gönderilmiş bir sistemin yeryüzünde bir avuç insana mahsus olması, onun dışındakilerin bu nimetten hariç tutulması asla mantıkî olamaz. Bu vaziyet Allah’ın Rahman ve Rahim sıfatlarıyla da bağdaşır bir hal değildir. Yahudilikteki ilah anlayışı tamamen milli bir tanrıya mütealliktir. Allah, yani Yehova başka kimseyi değil sadece Yahudi ırkından olanı alakadar eder. Evet, diğer milletleri de Allah yaratmıştır ama onu mesela bir karınca ne kadar alakadar ederse bunlar da o kadar alakadar eder. Yahudi’nin dışındakiler, hizmetkâr varlıklardır. Dünya Yahudi’ye aittir. Mülk Yahudi’ye, hatta Allah Yahudi’ye mahsustur. Onlarda telakki budur. Bugün Yahudilikte, kâmil bir Dünya görüşünün, semavî bir dinin, cihanşümul mesajına makes bulmak muhaldir. Bu durum Yahudi tarifatının neticelerinden biridir.

Esasen Yahudiler felsefeyi kullana gelmişlerdir.

Gerçekten beşeriyyeti alçaltan ne kadar sapık felsefi görüş varsa bunların her biri bir Yahudi filozof tarafından ortaya atılmıştır. Şayan-ı hayrettir ki kurucuları Yahudi olan bu sapık görüşlere Yahudiler asla iltifat etmeyip bunları başka milletlere kabul ettirebilmek için dehşetli bir propaganda ağı kurmuşlardır. Ahlaki kıymetleri katleden Freud’dan Karl Marks’a, Darwin’den Durkheim’e kadar insanlığın başına bela olan bütün felsefi görüşler Yahudi filozofları tarafından ortaya atılmıştır.

Bunlar arasında ırkların üstünlüğü iddiasını ortaya atan Kont de Gobina da Yahudi asıllı bir Fransız’dır. Bu Fransız filozofu, “Milletlerin ulviliği ya da süfliliği, şan ve şerefleri kavimlerinden gelir.” der. Menşei itibariyle ilahi olan âlemşümul bir dini kendi kavmine tahsis etmiş olan Yahudiler, beynelmilelciliğe aykırı bir şekilde ırkçılığa, kavmiyetçiliğe haksız bir revaç vererek milletleri birbirleriyle boğuşmaya sevk etmişlerdir.

Buna mukabil İslam ise hangi ırk ve kavimden olursa olsun, Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın beşeriyetin tamamını Hazret-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-‘in tebliğine muhatab görür ve -evvelce de temas edildiği üzere- ümmet-i Muhammed kabul eder. Bütün insanlığı “âdemoğlu” telakkisiyle hak ve mes’uliyetler bakımından eşit telakki etmekle Arab’ın Arab olmayana bir rüchaniyeti olmadığını sarahatle ilan eder. Hadis-i şerifte:

“İnsanlar bir tarağın dişleri gibi müsavidir.” buyurulur. Âyet-i kerimede de:

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en kıymetli olanınız, O’na karşı en çok takva sahibi olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat, 13) buyurularak İslam’ın insanlara getirdiği üstünlük miyarının izahı, ırk gibi mecburi ve elde olmayan bir talih meselesi ile değil, insanın kısmen iradesine bağlı olarak hâsıl olan Cenab-ı Hakk’a yakınlık ve ittika derecesine bağlanır. Allah katında muttaki olan, muttaki olmayandan -kavmiyet mevzubahis olmaksızın- üstündür. Irk, ancak fani olan cesede ait bir keyfiyettir. Cesed, ruha giydirilmiş bir kılıftan ibarettir. Ruh ise ebedidir ve bir ırkı da yoktur.

İslam’ın kavimlere bakış açısı, hadd-i layığında bir ehemmiyet atfetmek şeklindedir. Hangi ırktan olursa olsun insanların değişmeyen hususiyetleri vardır. Bir Asyalı da âşık olur, Amerikalı da âşık olur. Afrikalı bir zenci de nefret duyar, Fransız asili de nefret duyar. Bunlar bütün bir beşeriyetin müşterek olduğu hususiyetlerdir. Tüm insanlığı kucaklayan İslam, temel kaidelerini, bir kavimde mevcud olan arızı, geçici veya kısmi hususiyetlere göre değil, bütün beşeriyette mevcud olan asıl, fıtri, yaradılıştan gelen temayül ve ihtiyaçlara göre tayin eder. Bundan dolayı da İslam bir fıtrat dinidir ve eskimez. Kamil manada büyük nizam yalnız İslam’dır.

İslamiyet “kavmiyet” gerçeğini ihmal ve göz ardı etmez. Bir realite olarak kabul eder. Fakat o değerin bir ölçüsünü koyar. Evvelce de zikretmiş olduğumuz üzere ırklardaki karakter iki müessirle meydana gelir. Biri “coğrafi amiller”, diğeri de “beslenme”dir. Hatta beslenmenin mizaca sirayet eden farklı tezahürleri hayvanlarda bile görülür. Laboratuar tecrübeleriyle sabittir ki et ile beslenen kobay hayvan hal ve hareketlerinde daha yırtıcı, buna mukabil sebze ile beslenen kobay hayvan daha sakin bir tavır sergilemektedir. Bu yüzdendir ki manevi terakki yolunda ilerlemek üzere riyazat yapanlar belli bir müddet hayvanı gıda yemezler. Çünkü hayvanı gıda vahşeti, nebatı gıda ise hilmiyyeti artırır. Irkların karakterini tesbit eden amillere “tarihi tecrübeler” adıyla bir üçüncüsünü de ilave edenler vardır. Bu tarihi tecrübeler “sosyal veraset” denilen bir hususta müessir olurlar. Mesela Türkler İslam’dan evvel de muharip bir millet idi. İslam’la müşerref olduktan sonra ise bu karakterini medeniyet hizmetine ve insanların hidayetine yönlendirdi. Osmanoğulları da denizlere, Avrupa’ya ve Bizans’a yakın bir yer olan Söğüt’te değil de mesela Ağrı Dağı’nın eteklerinde yerleşmiş olsalardı belki de Dünya medeniyet tarihindeki muhteşem inkişafını gösteremeyecekti. Türklerin İslam Dünyasında lider görünmesi de başka müessirler yanında biraz da yaşadığı tarihi tecrübeler neticesindedir. Asırlar içinden gelen birikim, sosyal ve tarihi tecrübeler de coğrafi amiller gibi zamanla insanın biyolojisine, genlerine kadar intikal eder. Her ailenin, kızını kendi karakter ve temayüllerine uygun bir aileye vermek istemesi de bundandır. Örf, anlayış ve tarihi tecrübeler itibariyle çok farklı olan bir insana kız vermek istememek, o insanın Allah’ın yaratışı itibariyle kötü olduğu manasına gelmez. İnsan doğumundan itibaren içinde yetiştiği çevrenin, ailesinde aldığı görgü ve terbiyenin te’siri altındadır. Bu te’sirler farklı olduğunda ailede imtizaç zorluğu meydana getirir.

Şer’î bir kaide olarak evlenenler arasında küfuvv, yani denklik şartı aranır. Bu denklik, ahlaki, iktisadi, içtimai bakımdan olacağı gibi bir de görgü bakımından gereklidir. Kibar, fevkalade ince bir adamla, köy kültürüyle yetişmiş kaba-saba bir kadının anlaşması çok zordur. Kadın bir çay getirse, adamın önüne asli alışkanlığına göre sert bir şekilde koyar. Bu ona göre çok tabiidir. Fakat bu tavır kibar bir adama, kafasına vurulmuşçasına ağır gelir. İşte bu fark, sosyal veraset sebebiyledir. Yoksa insanın ırkından gelen bir vaziyet değildir.

Sosyal veraset genlere kadar intikal ettiği için bunun tezahürleri çocukta tecelli eder. “Dedesi koruk yemiş, torununun ağzı kamaşmış.” tabirinin işaret ettiği mana da budur. Bu sebeple Hazreti Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir hadis-i şeriflerinde “Tohumunuzu bıraktığınız rahme dikkat edin.” buyurur. Asaletsiz, sosyal veraset itibariyle menfi olan, bozuk bir nesilden gelen insanların genlerine kadar işlenen bu hususiyetler sebebiyle, şuur altında soyunun tesirlerine maruz kalacağı ve bunun insan hal ve tavırları üzerinde belli derecede müessir olacağı bir hakikattir. Fakat bu te’sir insan fiillerinde yüzde yüz belirleyici değildir. Soyu dürüst ve temiz olanlar da onun müsbet tesirinin altındadırlar. “Asalet mücbir sebeptir.” darb-ı meseli bu hakikati ifade eder.

Namuslu bir ailenin çocuğu kötü yola giderken “Bu yaptıklarımı annem baban görse ve bilse, üzüntüden felç olurlar… vb.” şeklinde kalbine doğan asil duyguların müsbet te’sirinin avantajına sahip olur. Komünizm, bu sebeple aile ve asalete düşmandır. İnsanın hiçbir asil duygusu, ahlaki endişesi ve ulvî bağları olmaması ve bu sayede her edepsizlik ve süfliliği tabi sayması için aile ve asaleti yıkmaya çalışırlar. Bu sebepledir ki komünist şair Nazım Hikmet bir şiirinde: “Düşmanım asalete kelimelerde bile” der.

Irk bir vakıadır, sosyal veraset ve asalet bir realitedir. İslamiyet bunları yok saymaz, ancak lüzumu kadar ehemmiyet vererek bir nizam altına alır. İslamiyet ırka, kavimlere ve onların hususiyetlerine hakkı kadar kıymet atfeder ve onu nazar-ı dikkate alır.

Âlemşümul bir din olan İslamiyet’i Dünya görüşü yapan temel esaslardan birisinin de mevzu itibariyle tahdide uğramaması olduğunu daha önce de ifade etmiştik. Bazı meseleleri tanzim edip de, bazı meseleleri, “Bunlar beni alakadar etmez.” diyerek dışta bırakmak gibi bir keyfiyet, İslam için mevzubahis değildir. “Mevzu” itibariyle var olan bu hal, “mekân” itibariyle de vakidir.

Kutuplarda yaşayan bir Eskimo’dan, ekvatordaki bir zenciye kadar bütün insanlık, tebligat-ı Muhammediyye’ye muhatabdır. Pek çok ayet-i kerime “insane” hitabıyla gelir. Ağırlık insanda olmakla beraber cinler de zîşuur ve irade sahibi olduklarından bu hitabın şümulü içindedirler. İslam bütün Âlemi şamil bir Dünya görüşüdür. Rasûlullah Efendimizin bi’setinden itibaren gelmiş, gelecek tüm insanlar hiçbiri hariçte kalmamak üzere, bu tebligatın muhatabıdırlar. İslam’da “Falan topluluk beni alakadar etmez, onlar bizim sahamızın dışındadır, biz onlara karışmayayım.” şeklinde bir düşünce tasavvur olunamaz. Âlemde yaşayan şuur sahibi bütün varlıklar İslam’ın muhatabıdır. İslam, onların hayatını ferdi ve içtimai planda tanzim eder. Koyduğu kaidelerde daima bütün ins ü cinni ve onların hayat hususiyetlerini dikkate alır.

Âlemşümul bir sistem olan İslam, “Kitab” ve “Sünnete” dayanır. Kitab ve Sünnet kıyamete kadar devam edeceği için bunlardan çıkarılmış hükümler demek olan ictihadların İslam’da çok mühim bir yeri vardır. İctihadlar sayesinde ekvatordaki insanın da kutuplardaki insanın da dini ihtiyacı karşılanır. Bunun için İslam, müctehidden hâsıl olacak ictihad, hatalı dahi olsa ona bir sevab atfetmekle ictihadı teşvik etmiştir. Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem-, ashabından Muaz bin Cebel-radıyallahu anh-‘ı Yemen’e gönderirken ona;

“-Orada ne ile hükmedeceksin” diye sorar.

Sahabi de;

“-Kur’an ve Sünnet ile.” der.

Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-;

“-Peki onlarda bulamazsan?” diye sorunca sahabi:

“-O halde ictihadımla hükmederim.” diye cevap verir: Peygamber Efendimiz ­sallallahu aleyhi ve sellem-, aldığı bu cevaptan memnun olarak bu usulü tensib buyurdular.

Bugün iktisadi durumlar değişmiş, deniz hukuku, hava hukuku çıkmıştır. Bu gelişmeye paralel olarak ictihadlar da değişiklik gösterir. Bunun için de İslam hukuku kazustik, yani mes’ele halledici bir metod benimser.

* * *

Bazı dinler -daha önce de temas edildiği üzere- muayyen bir topluluğa gelmiştir.

Peygamberlerin bazılarının vazifeleri böylece tahdide uğradığı halde son peygamber Hazreti Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin vazifesi mekân ve mevmu itibariyle tahdide uğramayıp bütün Âlemi şamildir. İşte bu onun bünyesindeki Âlemşümul olmak keyfiyetini ifilde eder.

Mekân ve mevzu itibariyle tahdide uğramayıp bütün Âlemi muhatab aldığı için, ins ü cin bütün beşeriyet İslam’ın davetine icabet etse de, etmese de ümmet-i Muhammed’dir. Çünkü Peygamberlere periyotlar halinde Dünyanın ömrü taksim edilmiş, Efendimizin risalet vazifesiyle gönderilişinden kıyamete kadar olan zaman da O’na tahsis edilmiştir. Bugün ­iman ve inkâr edeniyle beraber- bütün beşeriyyet O’nun hükm-i nübüvveti altındadır. “Ümmet-i gayr-i icabe” de Hazret-i Muhammed ümmetidir. Fakat davete icabet etmemiş bir asi evlad hükmündedir.

Günümüzde Hıristiyanların imanı, hükümden kaldırılmış bir kanuna tabi olmakta inad eden birine benzer. Hala eski bir cumhurbaşkanının devr-i iktidarını tahayyül edip de hâlihazırdaki cumhurbaşkanını reddederek, “Ben bunu tanımıyorum.” diyen biri ne kadar mantıki bir iş yapmış olursa işte onların: bu inadı da o kadar mantıkıdir. Hâlbuki reis-i cumhurluk devri biten biri, tedavülden kalkmış para gibidir. Bunun gibi, hükümden düşmüş bir dini, devri bitmiş bir peygamberi kabul etmek gerçek manada iman ve doğru bir kabulleniş değildir. Onlar, bu sebeple ümmet-i gayr-i icabedirler. Ümmet-i icabe olanlar “La ilahe illallah Muhammedü’r-Rasûlullah” diyenlerdir.

Üniversal bir prensiple hayatı tanzim edip beşeriyyet ve kâinatı izah eden İslam nazarında insanlar, bir babanın evlatları gibidir. Peygamber -aleyhissalatu vesselam- kıyamete kadar gelecek bütün inananların reisi, vekili ve halifesidir. İslam, bir cemiyetin teşekkülünde ırk ve coğrafya mefkûresini değil, imanı temel prensib ittihaz eden bir sistemdir.

Beşeriyyete getirdiği kanunlar itibariyle İslamiyet’in inananlar ve inanmayanlar dışında bir başka mevcud değildir. Her iki zümrenin de hukukunu tayin etmiştir. Beşeriyyeti mükellefiyetler ve haklar itibariyle tanzim eden İslam Dünya görüşünde ancak ve ancak inananlar ve inanmayanlar olarak iki çeşit esas hüküm kabul edilmiş, bunun dışında üçüncü bir grup, şekil ve üslub mevzubahis edilmemiştir. Onlar arasında da hak ve vecibeleri dengeleyerek adaleti gözetmiştir. İslam devletinde gayr-i müslimler, mesela askerlik yapmak gibi bazı mükellefiyetlerden beri olduklarından bunların mukabiline bir mükellefiyet konularak denge sağlanmıştır. Mesela askerlik mükellefiyetinden beri olmak mukabilinde gayr-i müslimler için bir vergi vardır. Aynı şey kadın-erkek mükellefiyet ve vecibeleri arasında da vardır. Burada her iki cins için hak ve mükellefiyetler çeşitli hükümlerle dengelenmiştir ki bu husus alakalı bahislerde izah edilecektir.

Devam edecek…