İçeriğe geç
Anasayfa » ÂLİMLERE REHBER, ÂLEMLERE RAHMET PEYGAMBER

ÂLİMLERE REHBER, ÂLEMLERE RAHMET PEYGAMBER

Âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya sonsuz hamd ü senâlar, âlemlere rahmet olarak gönderilen ve kendisinde bütün insanlık için en güzel örnekler bulunan Efendimiz (s.a.v)’e salât ü selâmlar olsun.

Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkata en güzel hediyesi olan ve Ahmed i Mahmud u Muhammed Mustafa olarak isimlendirilen Efendimiz (s.a.v)’in doğumları ile âlemlerin nura gark olduğu ve şereflendiği mübarek Rebîulevvel ayının içerisinde bulunuyoruz.

İki cihan saadetimize vesîle olacak takva yolunu bizlere öğreten ve kâinatın yaratılış sebebi olarak nuru ilk yaratılan Habîbullah Efendimiz (s.a.v), mahlûkatın medâr-ı iftihârı olup, hem zahir hem batın âleminin muallimi, nebi ve rasûllerin hem evveli, hem de ahiridir. O (s.a.v) ümmetine karşı çok düşkün, şefkatli, merhametli ve rehber bir peygamberdir.

Bu vesîle ile Efendimizin (s.a.v)’in yüzüsuyu hürmetine biricik Rabbimiz (c.c)’den niyazımız odur ki;

Fesada uğramış âlemlerin üzerindeki zulmet karanlığının izâle edilip, hakikat güneşinin nuru ile aydınlığa kavuşacak yeryüzündeki merhamet ve adalet iktidarını, muttakî âlimlerimizin rehberliğinde bizler eli ile ihsan ve nasip eylesin. Âmin.

Hakkın batıla, nurun zulmete galebe çalmasının tahakkuku ile doğacak merhamet ve adalet iktidarı ise; Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifet ilimlerinin yekûnunu temsil eden Tevhid ilmini insanlığa öğreten Efendimiz (s.a.v)’in yolunu takip etmekle mümkündür.

O (s.a.v)’nun hikmetli yolu, zirvesini Mekke’nin fethinde insanlığa öğrettiği yol olan, gönüllerin fethi yoludur.

Allah Teâlâ (c.c) bizleri bu kutlu yolun yolcuları eylesin. Âmin.

Efendimiz (s.a.v)’in en büyük mucizesi ve bizzat hayatı ile tefsir ettiği, kâinat kitabının da özü olan Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk, bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığını ve kendisinden ancak âlim kullarının hakkı ile korkacağını beyan ederek, muttakî âlimlere dikkatimizi çekmektedir.

Efendimiz (s.a.v) de bir hadis-i şeriflerinde: “Ümmetimin âlimleri, Benî İsrâil’in peygamberleri gibidir.” buyurarak, âlimlerin; peygamberlerin vârisleri olduğunu haber vermekte ve onların ümmetin rehberleri olduğunu hatırlatmaktadır.

Rasûlullah (s.a.v)’ın Ümmet-i Muhammed’e her türlü sapıklıktan korunmak için emanet ettiği mukaddes emanetler; Allah (c.c)’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim ve mübarek sünnetleridir. Bu emanetler, bütün niyet, söz ve davranışlarımızın kendisi ile değerlendirileceği mihenk taşı mesabesindeki hakikat ölçüleridir.

İşte bu iki emanetin, insanlığı kurtuluşa erdirecek sırat-ı müstakîm olarak tarif ettiği dosdoğru yol, ehl-i sünnet ve’lcemaat yoludur. Bu yol, emanetlere sahip çıkanların yoludur.

Sefere çıkan her bir yolcunun, yol bilgisine ihtiyaç duyduğu gibi, ebedî âlem olan ahiret yolculuğunda da, beşikten mezara kadar ihtiyaç duyacağımız ilim, her Müslüman erkek ve kadına farz kılınmıştır.

İlim öğrenmekten maksat, yaratanın Allah (c.c) olduğunu, okutanın Allah (c.c), öğretenin Allah (c.c), verdiği nimetlerden hesaba çekecek olanın Allah(c.c) olduğunu idrak ile, “Kendini bilen, Rabbini bilir.” hak sözünün işaret ettiği gibi, Rabbimiz Allah’ı (c.c) tanımak ve böylece her sahada iyi, güzel, doğru ve faydalıyı tesbit ederek kendimize ve başkalarına faydalı olabilmektir.

Yunus Emre’miz bu hususu ne kadar güzel ifade etmiştir:

İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsin

Ya nice okumaktır.

 

Okumanın mânâsı

Kişi Hakk’ı bilmektir

Çün okudun bilmezsin

Ha bir kuru emektir.

İlim yolculuğuna çıkıp, vahy-i ilâhî, akl-ı selîm, kalb-i selîm ve gerçek ilim arasında bir tenakuz bulunmadığını, bu isimlendirmelerin hakk ve hakikatin tecellileri olduğunu, Allah Teâlâ’nın sonsuz ilim sıfatı karşısında bütün bilgilerin kaynağının Allah (c.c) olduğunu idrak eden ve acizliğini gören bir kul; kendi iradesi ile Hakk’a teslim olur.

Hakk’a ve hakikate teslim olan Müslümanlar elindeki ilim, ihyâ ve inşaya; hakkı ve hakikati çeşitli menfaatleri sebebiyle örtüp, kibirlenen kâfirler elindeki ilim ise, imhâ ve ifsada hizmet eder ki, bu onların bedbahtlıklarını artırmaktan başka bir işe yaramaz; ancak bunun da farkında değillerdir.

Bu sebeple, Allah Teâlâ (c.c)’yı tanımaya vesîle olmayan ilim, faydasız ilimdir ki, Rabbimiz (c.c), bizleri bu durumdan muhafaza eylesin. Âmin.

Bu vesile ile ilim yolculuğuna çıkanlara önemine binaen hatırlatmak gerekmektedir ki, dedelerimizden tevârüs ettiğimiz halde ne yazık ki bilmediğimiz ilim hazinelerimiz; Osmanlı Türkçesi ile yazılmış eserler olarak kütüphanelerimizde bulunmakta ve Hızır (a.s) ile Musa (a.s) kıssasında zikredilen yetimlerin hazinesi gibi bizler tarafından keşfedilmeyi beklemektedir. Bu husus, bizlere Osmanlı Türkçesi’ne gereken önemi vermemizi hatırlatmaktadır…

Kendimizi tanıtarak, Rabbimizi tanıtacak ve böylece dünya ve ukbâ saadetimize vesîle olacak en güzel ilim, Efendimiz (s.a.v)’in öğrettiği Tevhid ilmidir.

Madde ve mânâ âlemini birleştiren Tevhid ilmi, herhangi bir şeyin bütün yönleri ile görülüp tanınmasını sağlayarak, maddî âlemin karşılığının manevî âlemde; manevî âlemin karşılığının ise maddî âlemde mevcud olduğunu öğretmektedir.

Nasıl ki bütün harfler, kelimeler, cümleler ve bunlardan meydana gelen kitaplar bir noktanın açılımından ibaret ise, bütün kâinattaki varlıklar da buna benzemektedir. Bu bağlamda kelime-i şehâdetin açılımı olan İslâmiyet, insaniyetin bütün yönlerini kâmil manada ortaya koymuş ilâhî bir nizamdır.

Ancak bizler, bu insanlık, şefkat ve merhamet nizamı olan adalet nizamını, hem iç hem de dış âlemimizde yaşamaktan çok uzaklarda bulunuyoruz.

Dünya âleminde ne olup bittiğini şöyle bir tefekkür ettiğimizde, başımıza gelenlerin kendi ellerimizle kazandıklarımız sebebi ile olduğu gerçeğini unutmadan, hadiselerin iç yüzüne baktığımızda; kâfir, müşrik ve münafıkların, Müslümanları daima birbirine düşürmek sureti ile galip gelme metodunu uyguladıklarını ve ne yazık ki bizlerin zaaflarından yararlanarak başarılı olduklarını görüyoruz. Bunun için Afganistan, Filistin ve Irak’ı düşünmemiz yeterlidir.

Kâfirlerin planlayıp uyguladıkları, Müslümanları kendi içinde çatıştırma projesi ve sahte, güdümlü muhalefet odakları oluşturmak sureti ile kendi iktidar ve denetimlerini pekiştirme oyunlarının, kendilerinin de ıslahına yönelik olarak, bütün insanlık namına bozulması gerekmektedir.

Böl, parçala, yönet taktiği, tarih boyunca dalâlet ehlinin Tevhid ehline yönelik saldırılarından birisi olup, şimdi buna topyekün savaş ile imhayı da ekleyip, netice almayı ümit etmektedirler.

İçinde bulunduğumuz bu durumdan kurtulmamız için, atılması gereken önemli adımlar bulunmaktadır. Öncelikle Müslümanlar olarak bizleri zaafa uğratan tefrikanın izâle edilmesi gerekmektedir. Merhum şairimiz Mehmet Akif’in lisanı ile;

“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”

Evet, tefrikayı ortadan kaldırmak için öncelikle yüreklerimizi birleştirmeliyiz. Birleştirmeliyiz ki hile ve tuzakları boşa çıkarabilelim…

Zira zalimlerin kendi kurguları neticesinde tezgâhladıkları çeşitli oyunlarla ve özellikle medya vasıtası ile her sahada yürütülen post modern haçlı savaşı, yeryüzündeki nesilleri ve ekinleri ve hatta tüm mahlûkatı ifsada yönelik olarak bütün şiddeti ile sürmekte ve İslâmiyet’in yok edilmesi amaçlanmaktadır. Bunun için her türlü fitne ve fesada yönelik işler ile özellikle yalan haberler ve vicdanların kabullenemeyeceği, havsalaların alamayacağı zulümler, vahşi müstekbirlerin gözünde normal ve meşru olarak görülmekte ve insanlığa bu şekilde gösterilmektedir. Oysa hakikat bambaşkadır. Tarih boyunca görüntünün dışında, batıl cephesinde değişen hiçbir şey yoktur. Bosna, Filistin, Irak, Guantanamo’daki vahşet bugünkü; masum yavruları diri diri toprağa gömmek, mancınıklarla ateşe atmak, demir taraklarla derileri yüzmek ve ashâb-ı uhdûd’a yaptıkları zulümler ise dünkü örnekleridir…

Hakk ile batılı ve bunlar arasındaki farkı tanımak isteyen bir kimse, bir fetihlerin anası Mekke’nin fethine, bir de hemen yanı başımızda bugünkü Irak işgaline baksın yeter. Bir yerde gönüllerin fethi ile şefkat ve merhamet, öte yanda canavarlık ve vahşet…

İşte insanlığın içinde bulunduğu bu hal, aklımızı başımıza toplayarak ihmâlkârlık ve tembellik hastalığından kurtulmamız ve bildiklerimizle amel etmemiz gerektiğini bizlere hatırlatmaktadır. Şayet ihlâslı bir şekilde bildiklerimizle amel edersek Allah (c.c) bizlere bilmediklerimizi de öğreteceğini tekeffül etmekte, hem enfüsî hem âfâkî âlemimizde açık fetihleri müjdelemektedir.

Allah (c.c) ne güzel bir kefil ve ne güzel bir vekildir.

Rabbimiz (c.c) rızasını kazandıracak her konuda olduğu gibi bu hususta da bizlere yardımını esirgemesin. Âmin.

Müslümanlar olarak bugün içinde bulunduğumuz durumu değerlendirdiğimizde, bunun küfrün gücünden değil, biz Müslümanların bölük pörçüklüğümüzden kaynaklandığını ve buna çareler aramamız gerektiğini idrak etmeliyiz.

Unutmamalıyız ki; zulmet ve zulmün sebebi, nurun ve adaletin olmamasıdır.

Evet, hiçbir şeyin Allah Azîmüşşân (c.c)’a zor olmadığını yakînen bilmeliyiz. Bilmeliyiz ki Hakk gelince, batıl zâil olmaya mahkumdur.

Batılın izâlesi, hakkın tahakkuku için öncelikle Müslümanlar, iradelerini bir araya getirmek mecburiyetindedirler. İradeleri tevhid etmek, gönüllerin ve bedenlerin bir araya gelmesine bağlıdır.

Mânen ve madden bir araya gelen Müslümanlar, Hakk üzere sabit, kaim ve daim olduğu sürece, Allah (c.c)’ın nusret ve zaferine müstehak olurlar.

Yaşadığımız bu günleri önceden haber veren Efendimiz (s.a.v), âlimin ölümünü âlemin ölümüne benzetmişler ve bir hadislerinde; Allah Teâlâ’nın, ilmi insanlar arasından çekip almayacağını; ancak âlimlerin ruhunu kabzetmek sureti ile alacağını, bazı insanların cahilleri baş edinerek onlara soru soracağını, bunun üzerine cevap verenlerin hem kendilerini hem de soranları saptıracağını beyan ederek, dünya ve ukbâ saadetinin anahtarı olan ilmin ve ilmi muhafaza eden muttakî âlimlerin rehberliğinin önem ve değerine dikkatlerimizi çekmişlerdir.

Nasıl ki âlimin ölümü âlemin ölümü gibi ise, âlimlerin bir araya gelmeleri de âlemlerin bir araya gelmesi mesabesindedir.

Bu sebeple İslâm âleminde muttakî âlimlerin bir araya gelmeleri, öncelikle tüm Müslümanların ve doğru bir rehberlik arayan tüm mustazafların bir araya gelmelerini temin ile Tevhidin tecellisini iktizâ ederek, Ümmet-i Muhammed’in vahdetini teşkil etmesi bakımından, Allahu Azimüşşan’ın rahmet ve nusretine kapı aralayacaktır, bi iznillah.

Zira ayrılık azabı, birlik ise rahmeti çağırmaktadır. Allah (c.c)’ın icabeti, bizim çağrımızadır.

İşte muttaki âlimlerin rehberliğinde Tevhidi kavrayan Müslümanlar, topluca Allah (c.c)’ın ipine sımsıkı sarılarak, birbirlerine kenetlenmiş tuğlalar misali, küfrün karşısına dikildiklerinde, iyiliği emredip kötülükten nehyederek hakkı haykırdıklarında, küfrün efsunu bozulacak ve küfür canavarı, imanın merhamet kalesini asla ele geçiremeyip, ümidini keserek inşaallah mağlub olacaktır.

Hatırlayalım ki yirminci yüzyılın başında tek dişi kalmış küfür canavarının karşısına yiğitçe dikilip, milletimizin imanını mücessem olarak temsil ederek, İslâm’ın ve insanlığın izzet ve namusu için, dizlerini palaskaları ile bağlayıp Uhud’daki okçular misali yerlerinden ayrılmayarak canlarını feda eden ecdadımız, üzerinde yaşadığımız bu cennet vatanı bizlere emanet etmişlerdir. Mülkiyetini aziz şehitlerimizin kanı ile tevârüs ettiğimiz mübarek vatanımıza bu şuurla sahip çıkmak ve bütün yeryüzünü küfrün tasallutundan kurtarmak sorumluluğu ile karşı karşıya bulunmaktayız.

Yine Şairimizin ifadesi ile;

“Sahipsiz olan memleketin batması haktır

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.”

Bunun için seslerimizi hakkın gür sedâsına katarak, niyetlerimizi, yüreklerimizi, düşüncelerimizi, söz ve amellerimizi Tevhid sancağında toplayalım ki, cennet âleminde Liva’ul-Hamd sancağı altında Efendimiz (s.a.v) ile buluşabilelim, inşaallah.

Unutmayalım ki birlikte çıktığımız bu yolculuğumuzun gayesi, iki cihan saadetini temin edecek olan İslâm’ın kurtuluş zincirine hep birlikte eklenen halkalar olarak, hem kendimizin hem evlâd u iyâlimizin hem de insanlığın ve hatta bütün mahlûkatın selâmetine vesîle olabilmektir.

Cenâb-ı Hakk, başından sonuna hem içimize hem dışımıza yönelik seferimizin her aşamasını rızasına uygun büyük zaferlerle neticelendirsin. Âmin.

Kardeşlerim!

Gelin hep birlikte gönlümüze, vatanımıza, yeryüzündeki bütün mazlumlara sahip çıkalım.

Böylece Efendimiz (s.a.v)’in “Görmediğiniz kardeşlerimi özlüyorum.” diyerek, gökteki yıldızlar misali hidayete yol gösterici olan güzîde ashâbına imrendirdiği delikanlılardan olalım. Olalım ki Efendimiz (s.a.v)’e hitaplı “Allah’ın yardımı ve fetih yakındır. Mü’minleri müjdele” ayetinin muhatapları arasına katılalım.

Ne mutlu feth-i mübîne mazhar “delikanlı”lara…

Ya Rabbi (c.c), bizleri de kat “Fatih”lerin arasına… Âmin Ya Muîn.