Diller, Allah Teâlâ Hazretleri’nin yüce kudretinin en büyük delillerindendir. Milyarlarca insan, Allah’ın lütfettiği konuşma kabiliyeti vesilesiyle birbiriyle anlaşabilmekte, sevincini, hüznünü, ihtiyaçlarını bu yolla ifade edebilmektedir. İnsanlık, sahip olduğu medeniyet ve kültürü bir sonraki nesle dil vasıtasıyla aktarmaktadır. Tek başlarına anlamsız harfler bir araya gelerek anlamlı kelimeleri, kelimeler ise kuralına uygun bir şekilde bir araya geldiğinde cümleleri oluştururlar. Cümleler, zihnimizde var olan manaları muhatabımıza ulaştırmaya vesile olan mana kalıplarıdır. Diller birbiriyle farklılık arz edebilir fakat değişen, sadece harflerin yerlerinden veya cümlelerin yapısından ibarettir. Manaların cümleler vasıtasıyla başkalarına aktarılabildiği hakikat, hiçbir zaman değişmez. Ve unutmamak gerekir ki bütün diller Allah’a aittir. Allah’ın kudretinin göstergesidir.
Hayat rehberimiz olan Kur’ân-ı Kerîm’in anahtarı mesâbesinde olan Fâtihâ Sûresi’ni okuyup o muhteşem saraydan içeri girmek istediğimizde de bizi ilk karşılayan âyet-i kerîme, elif-lâm-mîm harfleridir. Âdeta Cenâb-ı Zü’l-Celâl Hazretleri bize şöyle nidâ etmektedir: “Ey bana kulluk sözü veren kullarım, dünya hayatınıza rehberlik yapacak olan şu Kitâb-ı Hakîm, bu harflerden meydana gelmektedir. Bu muhteşem sarayın yapı taşları işte bu harflerdir.”
Tek başına anlamları olmayan bu harfler yan yana gelip kelimeleri meydana getirmiş, kelimeler de bir araya gelip hayatımıza yön verecek, yolumuzu aydınlatacak ve bizler için her biri birer altın değerinde olan düsturlar haline gelmiştir. Binlerce, milyonlarca tuğla tek başına bir fayda sağlayamaz, bir bina oluşturamaz. Fakat sanatkâr bir mimarın marifetiyle, insanları kendisine hayran bırakacak harikulâde bir saray hâline gelebilir.
Kâinat Kitabı’nın da Yaratıcısı Sâni-i Zü’l-Celâl’dir. Tek başlarına varlık âleminde bir fayda sağlamayan moleküller, hücreler Yüce Yaratıcımız eliyle bir araya geldiklerinde, bazen hayatımızın vazgeçilmezi olan bir gıda, bazen de insan gibi düşünüp akledebilen bir varlık haline gelir. Örneğin, hayatlarını devam ettirebilmek için bütün canlıların ihtiyaç duyduğu su, iki hidrojen ve bir oksijen atomundan meydana gelmektedir. Tek başına hidrojen atomu veya tek başına oksijen atomu su olmadığı gibi insanların su ihtiyacını da gideremez. Rastgele yan yana gelmekle de suyu oluşturamazlar. Fakat Hâlik-i Zü’l-Celâl’in kudret eliyle, Onun koyduğu kurallarla bir araya geldiğinde hayatımızın vazgeçilmez ihtiyaçlarından biri haline gelir. Tıpkı elif-lâm-mîm harflerinden meydana gelen Kur’ân-ı Azimuşşân gibi.
Fakat ne gariptir ki insanlık âlemi suyun içerisindeki atomları, molekülleri sorgulayıp da “Bu suyun içerisinde oksijen atomu bir tane iken neden iki hidrojen atomu var, ben bunu kabul etmiyorum.” deme cesareti gösteremezken, Allah’ın hayat nizamı olarak gönderdiği kitabın âyetlerini sorgulama, kabullenmeme cüretini kendinde bulmakta ve hâşâ Kur’ân-ı Kerîm’de hatalar, eksiklikler, gereksiz fazlalıklar olduğunu iddia edebilmektedir. Akl-ı selîm sahibi bir insanın yapması gereken şey, Allah’ın koymuş olduğu her iki kanuna da boyun eğip, “Yâ Rab! Duyduk, gördük, idrâk ettik ve itaat ettik.” demektir.
Kitabına, bu şekilde akılları âciz bırakan bir hitâb ile başlayan Cenâb-ı Hak Teâlâ Hazretleri, devamında Kitâb-ı Mu‘cizü’l-Beyân olan Kelâm’ın, kendisinden geldiğinde hiçbir şüphe bulunmadığını ifade buyurmuştur. Bu Yüce Kitab’ın, takva ölçülerine riayet edip kendisine sımsıkı sarılanlara rehberlik yapacağını ilan etmiştir. Takvanın ilk adımı ise hüsn-i niyettir. Şayet iyi niyetle bu muhteşem saraya girmek isteyen olursa, Kur’ân-ı Kerîm ona kapılarını ardına kadar açar ve onu bağrına basar.
Şunu unutmamak gerekir ki Kur’ân-ı Kerim’in hakîkî tefsiri Onu yaşamakla olur. Kur’ân ancak yaşandıkça bizlere rehberlik eder. Aksi takdirde kapılarını kapatır. Hidâyetten nasibi olmayanlar Ondaki nûru göremez hâle gelirler.
“Şüphesiz bu Kur’ân insanları en doğru yola ulaştırır ve sâlih amel yapan müminlere kendileri için muhakkak büyük bir ecir olduğunu müjdeler.”[1]
[1] İsrâ, 17/9.