Asr-ı saadet; sadece maddî bolluk ve bereketin, imkân ve zenginliklerin, her türlü huzur ve afiyetin temin edildiği, Müslümanların burunlarının bile kanamadığı bir zaman dilimi değildir.
Asr-ı saadet; Mekke’nin fethedildiği, putların yere serildiği, Bedir Harbi’nin kazanıldığı, insanların fevç fevç koşarak İslam’a geldikleri, Arap Yarımadası’ndan taşan İslam’ın, Mısır’a, Endülüs’e kadar ulaştığı bir asır değildir sadece.
Süngüler altında şehit edilen Sümeyyelerin, işkence ve zulümler altında şehadete koşan Yasirlerin çile ve ıstırap dolu günleri de asr-ı saadet günleridir.
Mekke-i Mükerreme’deki çilekeş, iman dolu mü’minlerin, Bilallerin, Suheyblerin, Ammarların, “Allahu Ehad” isimli o kutlu marşı terennüm ettikleri gözyaşı ve sabır günleri de asr-ı saadet günleridir.
Asr-ı saadet günleri; Mekke’deki boykot günlerinde, açlıktan feryat eden çocukların, yiyecek lokma bulamadıkları için ağaç kabuklarını suda ıslatıp besmele ile yiyerek hamd eden ashâb-ı kirâmın, çile dolu günlerinin de ismidir.
Taif’te taşlara hedef yapılan, Uhud’da mübarek dişleri şehid edilen, Hendek’te karnına iki taş birden bağlamak zorunda kalan, açlıktan kıvrandığına Hz. Aişe annemizin şehadet ettiği İki Cihan Serveri’nin -sallallahu aleyhi ve sellem- dua ve niyaz dolu istiğna günlerinin de ismidir asr-ı saadet.
Asr-ı saadet, asr-ı İslam’dı. İslam adına her türlü fedakârlığın ortaya konulduğu, hayata hükmeden nizamın İslam olduğu günlerdi. Allah rızasının, peygamber hoşnutluğunun her şeyin üzerinde tutulduğu bir zamandı. Müslüman kardeşi açken tok yatamayan insanların, kendileri için arzu ettikleri her türlü hayrı kardeşleri için de arzu eden Müslümanların hayat sürdükleri bir asırdı. Kendileri muhtaç oldukları halde kardeşlerini kendilerine tercih edebilen, bütün servetlerini, makam ve imkânlarını, ailelerini ve hatta çocuklarını, zamanı geldiğinde de çekinmeden canlarını veren, bu konuda tereddüt dahi yaşamayan ehl-i Hakk’ın asrıydı.
Çünkü huzur, saadet; Müslüman olmak, Müslüman yaşamak ve Müslümanlar olarak ölebilmekti. Müslüman olarak öldükten, Allah ve Rasûlünü razı ettikten sonra çekilen çilenin, kaybedilmiş gibi görünen servetlerin, makam ve mevkilerin hiçbir kıymeti yoktu. Zira asr-ı saadetin gül kokan bahtiyarları için; nice saadet dolu çileler vardı ki, bizim huzur zannettiğimiz, servetler ve imkânlar içerisindeki gafletlerimizden çok daha kıymetli, çok daha büyüktü.
Unutmayınız ki; asr-ı saadetin yaşandığı anda, aynı zaman ve mekânda yaşanmakta olan bir devir daha vardı ki ona devr-i cehalet diyoruz.
Devr-i cehalet; Müslümanlar inim inim inlerken, servetler içerisinde gününü gün etme gayreti güden Ebû Cehil zihniyetinin hüküm sürdüğü bir devirdir.
Gözleri kör Ebû Leheblerin, Kâinatın Efendisi sallallahu aleyhi ve sellem ızdırap duysun diye Onun geçeceği yollara dikenler saçıp Ona her türlü hakareti savurdukları devirdir.
Utbelerin, Şeybelerin, Velidlerin bir araya gelerek, İslam binasından bir taş daha nasıl sökebiliriz, diye didinip durdukları bir zaman diliminin adıydı devr-i cehalet.
Dikkat ediniz! Asr-ı saadet ve devr-i cehalet aynı zamanda beraber yaşamışlardır ve bugün de beraber yaşamaktadırlar. Mühim olan asr-ı saadeti sahâbeyle birlikte yaşamak değil; asr-ı saadetin iman ve fedakârlık zihniyetini bu asırda yaşayabilmektir. Unutmayalım ki; asr-ı saadette bir Ebû Cehil olmak ile, 21. asırda küfür zihniyetini yaşamak, yaşatmak ve ortaya koyduğu hayat ile o zihniyeti temsil etmek arasında bir fark yoktur.
O halde şu soru ile daima kendimizi muhasebe etmeliyiz. “Hangi zihniyet bende hüküm sürüyor? Asr-ı saadetin fedakâr bir neferi miyim? Yoksa devr-i cehaletin küfre koşan bir eri mi?”
Şeytana kılıç çeken, nefsini ayaklar altına almış ezdikçe ezen, gizlide de açıkta da Allah’tan korkan ve Allah diye kükreyen Ömer miyim? Yoksa güce tâbi olan, bulunduğu ortama uyan, camide, okulda, köyde farklı kimliklerle yaşayan cehalet devri insanı mıyım?
Her an Allah ile yaşayan, günahlarda ısrar etmeyip tevbe eden, huzur ve saadete namazda eren bir mü’min miyim? Yoksa Allah’ı unutarak yaşayan, günahlardan lezzet alıp ısrar eden, namaz konusunda tembel ve ihmalkâr bir cehalet devri insanı mı?
Allah dendi mi kalbi ürperen, âyetlere karşı kör ve sağır davranmayan ve her gün hayrı artan bir asr-ı saadet neferi miyim? Yoksa kalbi gittikçe taşlaşan, Müslüman kardeşlerine karşı kayıtsız, mazlumların, masum öksüz ve yetimlerin feryatlarına karşı ilgisiz, nefsin tuzaklarının esiri olmuş bir devr-i cehalet insanı mıyım?
Ne mutlu şu ahir zamanın fitneli günlerinde, asr-ı saadetin iman neşvesiyle yaşayan, Allah’a kul, Rasûlullah’a ümmet olabilme adına kendisinden istenen fedakârlıkları tereddüt etmeden ortaya koyabilen bahtiyar mü’minlere…