İçeriğe geç

BAŞKALARININ ACISINA BAKMAK

 

Alem-i insanlık, büyük bir buhranın içinde ve uçurumun kenarında, ne yapacağını bilmez bir halde maddi manevi acılar ve karanlıklar içinde kıvranıyor…Hakikat güneşinin ferahlatıcı aydınlığına o kadar ihtiyacımız var ki…Efendimiz (s.a.v.)’in beklendiği  cahiliye dönemini bütün şiddeti ile yaşıyor,biz de Allah (c.c.)’ın rahmet ve bereket yağmurlarının sağanak sağanak yağacağı mübarek günleri  bekliyoruz…Evet gerçekten acılar içindeyiz…

Gerek kendi gerekse başkalarının acısına baktığımızda vicdanımızın hala bize bir şeyler fısıldamaya devam ettiğini duyabiliyoruz. Belki kendi nefsimizi sigaya çekmekten beri olduğumuz için, kendi içinde bulunduğumuz acıklı halimizi   göremiyoruz ancak, her an etrafımızda cereyan eden hadiseler, başkalarının acılarına bizi şahit tutuyor… Böylelikle başkalarına baktığımızda kendi halimizi de anlayabiliyoruz.

Makalenin başlığında yer alan “Başkalarının acısına bakmak” cümlesinin; başkaları, acı ve bakmak sözcüklerini içerdiğini görüyoruz.

Başkaları; “benden” veya “bizden” ayrı, değişik, farklı kimseleri,

Acı; bir etki sonucu duyulan ağrıyı, sancıyı, üzüntüyü, kederi, elemi, ıstırabı, maddi veya manevi bir rahatsızlığı ifade etmektedir.

“Başkalarının acısına bakmak” cümlesindeki “bakmak” ise; yüzeysel olarak seyretmeyi ve seyirci olmayı değil, anlamayı, kavramayı, sezmeyi de içeren derinlikli bir bakışı; görmeyi ifade ediyor.

Görmek; herhangi bir yazının, fotoğrafın, görüntünün gerçeğini, sahnenin önündeki ile birlikte arkasında olup biteni ve işin özünü kavramak, anlamak, idrak etmek, farkında olmaktır. Üç boyutlu resimler buna en güzel örneklerden biri olsa gerektir. Herkes aynı resme bakar, lakin herkes aynı şeyi göremeyebilir. Anlamsız, karmakarışık, rasgele serpiştirilmiş işaretler gibi zannedilen görüntünün arka planındaki saklı muhteşem tabloyu, ancak derinlikli bir şekilde bakanlar görebilirler.

Yaşlı dünyamıza baktığımızda ne görüyoruz? İnançsızlık, zulüm, vahşet, kan, gözyaşı, mutsuzluk ve huzursuzluk… İnsanlık alemi bir arayış ve beklenti içinde, büyük bir ıstırabın merkezinde yoğruluyor ve dünya ağır bir doğum sancısı çekiyor…

Bununla beraber unutmamak gerekir ki; her acı, her meşakkat bünyesinde bir ümidi de barındırmaktadır. Zira Rabbimizin haber verdiği üzere her zorlukla beraber mutlaka bir kolaylık vardır. Başkalarının acısına baktığınızda şayet bu ümidi de görebilirseniz, mesela bir yavrucağın başını okşayıp, onu sevindirmenin, dünya ve ukba saadetine vesile olabilmenin onun maddi-manevi acılar içinde kıvranmasından daha güzel, daha doğru bir  düşünce ve davranış olduğunu görebilirseniz, bu takdirde aslında  acılar içinde kıvranan kişinin başkası değil de bizzat kendiniz olduğunu idrak edebilirseniz, merhametin bütün benliğinizi ve dünyanızı kaplamasına,  kuşatmasına dair bir mücadele bilincini yüreğinizde  hissedebilir, keşfedebilirsiniz.

Bu çerçevede hemen yanı başımızda Osmanlı bakiyesi Irak’ta yaşananları, çoluk çocuk,  genç ihtiyar insanların maruz kaldığı zulmü gözünüzün önünde canlandırın lütfen!…  Nedir görünen? Vahşet…İnsanlığın iflası…Modern cahiliye ve gerçeği ters yüz eden deccalizm…Bu savaşın  nasıl bir savaş olacağını kimse anlayamayacak demişti Müslümanlara karşı yeni haçlı savaşını başlatanlar  ve bir savaş stratejisi olarak yalan haber üretme merkezleri kurduklarını itiraf etmişlerdi…Bu gerçeği unutmadan, günlük hayatımızda karşı karşıya kaldığımız medyada yer alan fotoğraflar ve televizyonlardaki mesela gayri meşru savaşın vahşet görüntüleri, onları çekenlerin ve bize ulaştıranların niyetleri doğrultusunda veya başka bir şekilde ve fakat ondan bağımsız olarak bizim üzerimizde hangi etkiyi yapıyor? Bu şok edici dehşet görüntüleri bizi seyirci mi kılıyor? Bu görüntüler bizi kanıksanan, sıradanlaştıran, etkisini azaltan, umursanmayan ve bu duruma alışılan bir düzeneğe mi sokuyor? Yoksa Hakikate mi yöneltiyor? Gerçeklik arayışı içinde gerçeğe ulaşma ve onun gereğini yerine getirme duygu ve düşüncesi ile bizi harekete mi sevk ediyor?

Yerkürenin her tarafında  uygulanan ağır  zihniyet bombardımanının  insanların duygu ve düşüncelerini olumsuzluğa, ümitsizliğe sevk ettiği bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor… Bu halet-i ruhiye insanı kuşatıyor, kendi içine çekiyor ve insan, içinde bulunduğu duruma alışıyor. Zamanla alışkanlıkları kişiyi esir alıyor, iradesi, arzu ve heveslerinin, nefsinin idaresine giriyor. Zararlı, çirkin, yanlış ve kötü olanı kanıksayıp kabullenebiliyor. Öyle ki, yanlışı doğru, zararlıyı faydalı, kötüyü iyi olarak değerlendirebiliyor, çirkinlikler kendisine güzel görünüyor. Ölçülülük ve dengelilik, aşırılıkların hışmına ve gadrine uğruyor. Denge bozuluyor, ölçü bozulunca iş çığırından çıkıyor, şiraze tutmuyor… Gerçekle yalanın, doğru ile yanlışın farkı ve hükmü kalmıyor… Sonuçta modernite doymak bilmeyen kocaman midesi ile gerçekliği çiğneyip, öğütüp yutuyor. Değerler erozyonu yaşanıyor…

Hakikat ile illüzyonizmin, gerçeklikle sanallığın-sanrıların birbirine karıştırılarak sunulduğu,  gerçek ile yalanın arasındaki farkın ortadan kaldırılmaya çalışıldığı, Hak ile batılın birbirine bulandırıldığı bir  dönemi yaşıyor bugün insanlık…

Yeryüzünde fitne ve fesat çıkarıp hem kendilerine hem de başkalarına zarar veren  bozguncular, kendilerini, yeryüzünün imar ve ıslah edicileri olarak takdim ediyorlar, kalplerinde ve düşüncelerindeki hastalıklı bakış nedeni ile…

Bir yönü ile insanoğlu kendi yapıp ettiklerinin altında ve boyunduruğunda inliyor… Bu iniltinin, feryad-ü figanın sona ermesi de yine kendi özünde, cevherinde barındırdığı şeyle mümkün: Sapıklığı ve sapkınlığı bırakıp, samimiyetle Hakikate ve hidayete yönelmekle…Hele bir de hidayeti bırakıp, dalaleti satın alanlar  var ya! Vay onların haline! Rabbim bizi HAFIZ isminle muhafaza eyle…

Görüldüğü üzere insanlar, doğruya da yanlışa da, iyiye de kötüye de yönelme potansiyelini, ilahi imtihanın esprisi içinde kendinde barındırıyor…Sorulması gereken soru şu: İnsan kendi indinde gerçeğin bilgisi olmaksızın çeşitli saiklerle menfaatine olduğunu zannettiği fani şeyleri mi, yoksa  baki olan Hakkı ve Hakikati mi tercih edecek? Sonuç olarak herkes kendi seçimini yaparak, insanlık imtihanını veriyor…

Bu manada hangimizin daha güzel amel edeceğini denemek için ölümü ve hayatı yarattığını bildiren Rabbimiz Allah (c.c); insanoğlunun Kendisini tanıyıp O’na kullukla görevli olduğunu imtihanın konusu ve varoluşumuzun sebebi olarak bizlere haber veriyor.

İşte bu tabloda “Başkalarının acısına bakmak” , kişiyi, empati kurarak kendisini başkalarının yerine koyduğunda kendisine nasıl davranılmasını istiyorsa muhatabına da o şekilde davranmaya yönelten  ahlaki bir ilkeyi bünyesinde taşımalıdır. Bu  davranış bütün insanlık için kendisinde en güzel örnekler bulunan Efendimiz (s.a.v.)’in ahlakıdır…

İnsan tek başına yaşayan ve kendi kendine yeterli olan bir varlık olmayıp, toplumsal yaşama ihtiyaç duyan bir varlık olduğuna göre, ilişki içinde bulunduğu insanların maruz kaldığı olaylar nedeni ile yüz yüze geldikleri ve yaşadıkları bireysel veya toplumsal acılara, zulümlere “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”  zihniyeti ile vurdumduymazlık ve nemelazımcılıkla kayıtsızlık göstermesi durumunda, aynı akıbetlerle kendisinin de bir gün karşılaşabileceğini unutmadan, ilahi ölçülere riayetle başkaları ile dayanışma içinde, insanın yaradılışından, varoluşundan, doğumundan itibaren varlık kazanması ile var olan temel hak ve özgürlüklerinin, toplumsal yaşamın ölçülerini belirleyen müeyyide ile donatılmış kurallar bütünü olan hukuk dünyasında, yukarıda ifadelendirilen bu temel ahlaki yönelimi, kuvvetli bir esas olarak düzenlemeye, bu düzenlemenin her zaman hayatiyet göstermesi ve fonksiyon icra etmesine yönelik olarak meşru söylem ve eylemlerde bulunmayı ifade eden bir anlamı içermelidir; başkalarının acısına bakmak…

Zira sonuçta insanlar, bir vücudun organları gibidirler. Herhangi bir organın rahatsızlığı bütün vücuda etki edecektir. Bu sebeple insanlık ailesini oluşturan fertler,“Hakikat ve Adalet” bilincini kuşanmalıdırlar. İyi, doğru, güzel ve faydalı olanı, her bir insan teki için talep etme ve bu manada Cenab-ı Hakkın fıtratımızla ve ihtiyaçlarımızla uyumlu olarak va’z ettiği tabii hukukun  tespit ve işaret eylediği temel hak ve özgürlüklerin, herkes için geçerli olduğu bir dünya kurma irade ve azmi söz konusu olmalıdır. Bütün bir cihanda  gerçekleşmesi arzu edilen sulh-u salah ancak bu şekilde cereyan edebilir.

Bütün insanlığın yegane kurtuluş reçetesi; insanı yoktan var eden, rahmeti ile varlığından haberdar eden, yaşatıp öldüren ve yeniden dirilterek verdiği nimetlerin karşılığında  bizleri hesaba çekecek olan Rabbimiz Allah (c.c.)’ın bir rahmet ve hidayet rehberi olarak gönderdiği Furkan-ı Hakimin bildirdiği ölçüler ve bu ölçülere tam riayettir…

İnsanoğlu, ebedi kurtuluşu için yaratıcısı Allah (c.c.) ile,  kendisi ile, çevresi ile,  ve evren ile barışıklığı esasına dayalı, ontolojik olarak varoluş sebebi ile uyumlu bir düşünce ve perspektifle, inanç ve düşünceleri ile, söz ve davranışları arasındaki tutarlı, destekleyici, ahlaki bir yönelim içinde olmalıdır. İnsanın, kendi içindeki ve dış dünyasındaki kaybolmuşluğunu, dağılmışlığını, bölünmüşlüğünü, azgınlaşıp canavarlaşmasını, bütün varlıkları şok edici dehşetengiz vahşetlere sebebiyet veren tükenmişliğini, içindeki boşluğunu ve bu birbirini destekleyen kısır döngüyü, ortadan kaldırmaya, öncelikle gönlünü, beynini, tüm ruhi ve bedeni varlığını İslam’ın bahşettiği huzur ve sükuna, dinginliğe, hayra, iyiliğe, güzelliğe dönüştürebilmek ve bunu herkes için isteyebilmek, gerçekleştirebilmek esasına matuf olmalıdır, başkalarının acısına bakmak…

“Acıya bakmak”, “bakakalmak” olarak sonuç verdiğinde, tabi ki tek başına ahlaki bir yönelim olarak değerlendirilemez. Acıya bakmak, onu gerçekten hissetmek, düşünmek ve acılardan uzak kalmak için çaba sarf etmeyi beraberinde getiriyorsa ahlakidir. Aksi taktirde insanın “dikizci” konumunda kalarak vahşet görüntülerinden, acılardan, saldırganlıklardan, sapkın bir şekilde haz duyması da söz konusu olabilecektir.

Günümüz dünyasında her şeyin, bu arada insanın kendi kendisinin ve bütün var olanların, varlığın anlamından koparıldığı ve metalaştırılarak tüketilip değersizleştirildiği,  eşref-i mahlukat olan insanın biricikliği gerçeğinin üstünün örtüldüğü bir sürece seyirci kalmak, insanın kendisine ve tüm insanlığa karşı acımasız ve saygısız olduğunu göstermez mi? Oysa her bir insan teki aynı zamanda bütün insanlık aleminin temsilcisi  ve evrenin küçültülmüş bir özeti olması münasebeti ile yaratılmış olan her bir ferdin kendi varlığı kutsal, değerli ve özeldir. Ta ki Hakkı inkar edip “belhüm edal” derekesini tercih edene kadar…

İnsanın ebedi mutluluğu için, Cenab-ı Hakkın beyan ettiği Hakikat, zaman ve mekân gibi her türlü kayıtlama ve sınırlamaların üzerinde, her şart altında doğru ve geçerli olanı bildirerek insanlığa yol göstermekte, böylelikle izafiliği ortadan kaldırarak hiçbir zaman kopmayacak sağlam bir kulpa yapışma imkanı bahşetmektedir.

İşte o sağlam kulp olan Kuran-ı Mübinde Cenab-ı Hak, içinde bulunduğumuz sıkıntılardan çıkış için kendi merhametini celbetmemizin formülünü bize öğretiyor: ”Kardeşlerinizin arasını düzeltin, Allah’tan korkun, umulur ki merhamet olunursunuz”. Bu sebeple Müslümanlar olarak hep birlikte saflarımızı sıklaştırıp, yeniden kardeş olup, Allah’ın (c.c.) koyduğu ölçüler içinde, Rasülullahın (s.a.v.) öğrettiği şekilde hem kendimiz hem de bütün insanlık için yüreğimizi,  düşüncemizi, dilimizi ve amellerimizi yeniden inşa ve ihya etmemiz gerekiyor…

Dem bu demdir. Zira FETİH devrinin arefesinde bulunuyoruz… Hakikat güneşinin doğacağı ve yeryüzünü Adaletin kaplayacağı günler gerçekten yaklaşıyor…

O sebeple biz Müslümanlar, bütün insanlığın vicdanı olarak, insanlığa karşı vazifelerimizi yerine getirebilmek için sorumluluklarımızı kuşanmak durumuyla karşı karşıyayız. Allah (c.c.) yar ve yardımcımız olsun.