İçeriğe geç
Anasayfa » BATI ROMA’NIN FETHİ MÜJDESİ

BATI ROMA’NIN FETHİ MÜJDESİ

Fahr-i Kâinat’ın müstesna bir medhine mazhar olan Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri bir bahar sabahı, köhne Bizans’ı çevreleyen ihtiyar surların Topkapı civarında yarılmasıyla açılan gedikten içeri girmiş, “Gülbang-i Muhammedi” ile “Tekbir”in ulvi ve heybetli bestelerine karışan bir alkış tufanı içinde yavaş yavaş şehre doğru ilerliyordu.

Yirmi iki yaşın teraveti ve bir gelincik çiçeği kadar zarif endamı ile kır atının üstünde kendisini, çiçek yağmuruna tutan Rum kızlarına devrinin manevi Sultanı Akşemseddin Hazretleri’ni gösteriyor ve müyesser olan “Feth-i Mübin”i, O’nun himmetine atfediyordu.

Bu suretle, mazhar olduğu şerefe liyakatinin ifadesi olan vekar, tevazu ve şükran hisleri içinde Ayasofya’ya doğru ilerleyen genç Türk Hükümdarı, bütün Hıristiyanlık Âlemi için daima “Engizisyon Mezalimi” ile hatırlanacak olan uzun ve karanlık bir çağı kapayarak “Doğu Roma”yı ebediyyen Hilale ram etmiş oluyordu. Fakat Müslüman Türk Milleti’nin “fetih aşkı” ve “i’lâ-yı kelimetullah” davası, Hıristiyanlığın bu en mühim merkezinin “İslambol” haline gelişiyle işba noktasına varmış bulunmuyor veya bir duraklama devrine girmiyordu. Zira bu gibi muvaffakiyetler, susuzluğunu gidermek için tuzlu su içen kimseler de olduğu gibi iştihanın daha ziyade kabarmasını intaç eder.

Bu sebepledir ki, “Doğu Roma”nın fethinden sonra Müslüman Türk Milleti’nin hedefi “Batı Roma” olmuştur. Zira aradan geçen bin dört yüz yıla rağmen, beyan ve ifadeleri eskimek ve -hâşâ- tekzib edilmek yerine vukuat ve keşiflerle her an -daha fazla- te’yid edilmiş bulunan Kâinatın Fahr-i Ebedisi, “Her iki Roma’nın da fethedileceğini” buyurmuşlar ve “Hangisinin daha evvel gerçekleşeceği” yolundaki bir suali “Doğu Roma!.. ” olarak cevaplandırmışlardır.

Bu te’yid ve ihbar-ı Peygamberi sebebiyledir ki, İstanbul’dan sonra fetih hedefi, “Batı Roma” olmuştur. Hatta o derecede ki, her yeni Padişahın tahta çıkışında tekrarlanan “Kılıç Kuşanma Merasimi”nden sonra Yeniçeri kışlasına gelen padişaha, burada bir tas şerbet ikram edilir. Yeniçeri ağası, boş şerbet kâsesini alarak geri geri çekilirken:

“-Padişah-ı nevcah hazretlerinden (yeni padişahtan) asker kullarının niyazı odur ki, ilk seferimiz Garbi Roma üzerine ola!.. ” der, padişah da:

“-İnşaallah!.. ” diye mukabele edince, askerin: “İnşaallah!” sadaları ve heyecanı had safhaya ulaşırdı.

Yeniçeriler, -malum olduğu üzere- aslen Hıristiyan çocukları idiler. Böyle olduğu halde Padişahın bir nevi “Hassa Ordusu” durumundaydılar. Bu bakımdan O’nun bir nevi mahrem-i esrarı idiler. Bu yüzdendir ki, Batı Roma üzerine yürümek hususundaki bu ahid onlarla yapılırdı. Yeniçeriliğin 1826 yılındaki ilgasına kadar her yeni padişahın tahta geçişinde tekrarlanan bu ahdin, büyük tarihi değeri ve manası vardır.

Zira her oluş, bir hayalle başlar. Fiili harekete ise, tasavvur ve tahayyü1den sonra sıra gelir. Bütün bedii ve sınaî eserlerin menşei ve başlangıcı, basit bir hayaldir.

Mutlak gerçek olan Allah’a kadar bütün tecessüs mevzuları, -her şeyden önce- hayal gücüyle kurcalanır. Bu yüzdendir ki, muhayyile, zihnin Hakk’ı bulmaya vesile olan zarûrî ve değerli bir fakültesidir. Üstelik insanı, katı gerçeklerin sıkıcılığından tül tül tehassüslerin seyyal iklimine çekip ferahlatır.

Aklın iradeye tutukluk îras eden hesabiliği yerine gönül ve muhayyilenin sürükleyip götüren akıcılığına istinad etmek, kitle psikolojisi bakımından son derece ehemmiyetlidir. Bu yüzden milletleri idare edenler, onları belli bir gayeye yöneltmek için muhayyilenin bu harikulade sihirleyici kudretini asla ihmal etmezler.

İnsan idaresinde henüz rekoru kırılmamış bir kemal ve dirayet göstermiş olan fatih cedlerimiz, bu gerçeği hakkıyla görmüş ve bir “kızıl elma” mefkûresinin efsanevi tesirinden alabildiğine istifade etmişlerdir. Peki ama bu “kızıl elma” acaba neresiydi?! Doğrusu onu hakkıyla bilen, belki bir kişi bile yoktu. Rivayete nazaran O, güya Ayasofya ve İstanbul’muş! Fakat -bunlara sahip olunduktan sonra- bu dava tükenip sönmemiştir ki!..

Bazılarına göre “kızıl elma”, “Viyana” veya “Garbi Roma” idi… Fakat o, aslında ulaşılması imkânsız mevhum bir hedefti!” Osmanlı ordularını ileri, daima ileri koşturan bu mevhum mefkûre idi ki, bunda “Batı Roma”nın Peygamberimizce müjdelenmiş olan fethi arzusu, mühim bir ağırlık teşkil ediyordu.

Ruhları, yaklaştıkça kendilerinden uzaklaşan mevhum bir “Kızıl elma”ya ulaşmak iştiyakıyla sarhoş ordular koşuyor, koşuyor, daima daha ileri koşuyorlardı. Padişahından yeniçeri neferine kadar bütün efrad-ı milleti büyüleyen bu gaye, fetihlerin tükenmez ve zaafa uğramaz ebedi bir sermayesi gibiydi.

O kadar ki; Osmanlılığı, derin bir vukufla kavramış ve terennüm etmiş bulunan büyük şair Yahya Kemal Bey İstanbul’un düşman işgal-i askerisi altına düştüğü o meş’um  “Mütareke” yıllarında, ruhen son derecede sıkılmış. Bir teselli bulmak ümidiyle kendisini bir mezarlığa atmış. Ecdadın bir cennet bahçesi kadar huzurlu kabirleri arasında dolaşıyormuş. Birden gözüne bir yeniçeriye aid bir mezar taşı ilişmiş. Taş, zamanla mezarın çökmesi yüzünden yanlamış bir durumdaymış. Üstadın, şair gönlünde öyle bir his teşekkül etmiş ki” kendi tabiriyle;

“Yeniçeri kavuğunu yana yıkmış…

Sanki bir fetih rüyası görüyormuş… ”

Yahya Kemal Bey’ in kalbine, şairane bir teşhis ve tahayyülle toprak altındaki bir yeniçerinin, o ümitsiz mütareke günlerinde bile bir fetih rüyası görmeye devam ettiğinin sünüh etmesi, pek ‘de yersiz değildir. Zira bir parça tarih bilen herkes, kolayca takdir eder ki, ecdadımız gaza ve fetih zevkine hakkıyla doyamamıştır. Bu sebeple toprak altındaki şehidler ve gazilerin kıyamete kadar fetih rüyası görmeye devam edecekleri muhakkaktır. Ancak…

Ancak bu rüyayı zamanımız da toprak üstündeki torunları da görmeye başlamışlardır. Hem de asra varan bir ayrılıştan sonra…

Evet, bu aziz millet “Doğu Roma”dan sonra, elbet bir gün “Batı Roma”yı da Hilal’e ram edecektir. Zira bu müjdeyi veren, Kâinat’ın Fahr-i Ebedisi’dir.

Buna göre, İslam’ın en müterakki ve parlak devri önümüzde demektir. Biz, o parlak devrin bugün medhalinde bulunuyoruz. Manzara, iç açıcı gözükmese de, te’yid-i peygamberiye mazhar olan gerçek, işte budur!

Unutmamak gerektir ki, fertlerin maksad ve gayesi kadere tevafuk etmedikçe gerçekleşemez! .. Kaderse, Hakk’ın tayin ettiği bir mecradan akıp gider. Kalpler, Rabb’ın elindedir. O, “mukallibü’l-kulüb” yani, kalpleri istediği anda, istediği tarafa tevcih eden yegâne kuvvettir. Hazret-İ Ömer’i, Peygamber aleyhisselatu vesselam’ı öldürmek azm-i kavisi ile meşbü olarak yola çıkmış iken hidayetin zirvesine çıkaran, O değil midir?.

Mahzun mü’min gönülleri artık şad olmalıdır! Fakat bu keyfiyetin, mes’uliyetlerimizi bertaraf etmeyeceği de muhakkaktır. Ferdi kurtuluşlarımız, Hakk’ın galebesi için emredileni, ifada -Dünya işlerimizde olduğu gibi- şartlarımızı zorlayacak derecede bir gayret ve fedakârlık göstermemize bağlıdır. Ne mutlu o insana ki, ferâizin sıralanmasında salâttan sonra gelen cihada vakf-ı nefs ederek, o mes’ud günün tahakkukunu çabuklaştıranlardan olur!..