Bu makale, üç ana soruya cevaptan oluşur:
- Sünnet nedir?
- Niçin bid‘ate düştük (sünnetten uzaklaştık)?
- Nasıl sünnete dönebiliriz?
Din Olarak Sünnet
İnsanoğlu, Allah’ın iradesini doğrudan yürüttüğü, “Ol” demesiyle oldurduğu Âlem-i Emir’den, iradesini vasıtalar ve sebeplerle yürüttüğü, yaşadığımız Âlem-i Halk’a gelmiştir. O, ilahî imtihan gereğince, kemal/noksan, sebat/değişme ve bunlara bağlı fıtrat/âdet diyalektiğine göre yaratılmıştır. Fıtrat, ilk tabiat, âdet, ikinci tabiattır. Dinle ilgili ana kavram, fıtrattır; şeriat, sünnet, hikmet denen dinin boyutları, fıtratın veçheleridir. Dinin boyutları olarak Kitab ile Hikmeti oluşturan şeriat, tarikat (sünnet), fıkıh, “ne, nasıl, niçin” sorularına karşılık olarak fıtratın doğru, güzel, mânâ boyutlarını oluşturan hüküm, edeb, illeti konu alır. Aşağıdaki tabloda gösterildiği gibi, salâtın (namaz) “ne”sini, hükümlerini şeriat, “nasıl” kılınacağını, edeblerini tarikat (sünnet), “niçin” kılınacağını, mânâsını fıkıh (hikmet) konu alır:
Salât | ||||
Kitab | Hikmet | |||
Ne | Nasıl | Niçin | ||
Şeriat | Tarikat (Sünnet) | Fıkıh | ||
Hüküm | Edeb | İllet | ||
Doğru | Güzel | Mânâ | ||
“Din/Sünnet” münasebeti, umumî olarak Şeriat/Tarikat, Kur’ân-ı Kerîm’de “Şir‘at/Minhâc” (شِرْعَةً وَمِنْهَاجًا) (Sizden her biriniz için biz şeriat ve açık yol kıldık.)[1] olarak ifade edilir. Mutlak mânâda kullanıldığında din, şeriat demektir. Şeyhülislâm Ebu’s-Su‘ûd (2011: II/488) Efendi’nin belirttiği gibi, şir‘a ve şeriat, suya giden yol mânâsınadır; suyun fânî hayata sebep olması gibi, ebedî hayata sebep olan şeye ulaştıran yol olmasından dolayı din, şeriata=su yoluna benzetilmiştir. Lafzen şeriat, insanın iki temel ihtiyacı su içme ve yıkanmayı karşılaması için Allah’ın şâri‘ olarak açtığı “pınara giden anayol”, minhâc ise şeriat anayolunda tutulan “açık ve belli yol, tarîk-i vâzıh” mânâsınadır (Mütercim 2013: I/1068).
Sünnetin genel adı tarikat, minhâc’dan fazla olarak İngilizce karşılığı way gibi “yol ve tarz” olarak çift mânâya gelir. Beşerî tecrübe, özünde dünyadan âhirete, mebdeden meada uzanan ontik bir yolculuktur. “Şeriat, sırat, minhâc, sebil, tarik, mezheb, meslek, siret” gibi dinle ilgili bütün kavramlarda yol esprisi yatmasının sırrı budur. Arapça “er-Refîk, sümme’t-tarîk” (Önce yoldaş, sonra yol) sözünün de belirttiği gibi, din yol, dindarlık yolculuk, hidayet yolu bulma, yoldan ayrılmama, dalalet yoldan çıkma, istikamet rotayı yitirmeme, sadakat yoldaşlık, hıyanet yolda satma demektir. Sünnet, saadet “yol”u olarak tarikat, bu yolda yürüme “tarz”ı olarak sîrettir.
‘Âlem-i Emr/‘Âlem-i Halk ayırımı, ‘Âlem-i Akl (makûlât)/‘Âlem-i Hüsn (mahsûsât) ayırımına tekabül eder. Hakikat kavramının türediği ve aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın ismini oluşturan Hakk, ‘Âlem-i Emr veya ‘Âlem-i Akılda (makûlât), Hüsn ise yaşadığımız ‘Âlem-i Halk veya ‘Âlem-i Hisde (mahsûsât) ana değerdir. Arapça’da hiss ve hüsn (‘h-s) ile hüsn ve sünnet (s-n) kelimelerinin iki harflerinin ortak oluşu, his-hüsn-sünnet arasındaki etimolojik ve semantik irtibatı gösterir. Diğer taraftan Allah Teâlâ, insanı Kur’ân-ı Kerîm’de fıtrat ve ahsen-i takvim (en güzel surette) üzere yarattığını beyan eder. Dolayısıyla fıtrat, hüsn (güzellik), hüsn sünnettir; Arapça hüsn kelimesiyle aynı kökten gelen sünnet, fıtrî, güzel tarz demektir. “O, hanginizin amelce daha güzel olduğunu sınamak için ölümü ve hayatı yarattı.”[2] âyetinin ifade ettiği üzere, ibadet/âdet ayırımının ötesinde insanın tüm hayatını kuşatan iradî fiiller olarak bütün ahlakî “amel”ler, sünnete uygun, “güzel” (fıtrî) olmak zorundadır.
Kitab, dinde “ne” yapacağımızı, Hikmet, “nasıl, niçin” yapacağımızı bildirir, gösterir. “Salât kılarken beni gördüğünüz gibi salât kılın.” diyen Peygamber ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, ümmetine “dini (şeriatı) tatbik tarzını” gösterdiği için sünnet, İslâm’da “Dinde tutulan yol” (الطريقة المسلوكة في الدين) olarak tarif edilir (Buhârî 1991: II/552). Peygamber, dini hem Şeriat olarak bildiren Rasûl, hem Tarikat (Sünnet) olarak Şeriatı tatbik tarzını, onda tutulan yolu gösteren Nebî’dir. O halde şeriat, din, tarikat (sünnet), Peygamberin dinde tuttuğu yol (tarikat-ı meslûke), uyguladığı tarz, Müslümanların tuttuğu peygamber yolu (tarikat-ı Muhammediyye) demektir.
Böylece sünnet=tarikatta “yol ve tarz”, “din yolu” ile “diyanet (ilim-amel) tarzı” mânâları birleşir. Mü’minler, ancak Nebî’nin dinde tuttuğu yolu tutmakla, Ona uymakla fıtrî inanış-yaşayış (ilim-amel) tarzını öğrenirler. Din, ilim-amel (şeriat-tarikat) olarak iki, ilmin bir alt-ayırımıyla, akide-ilim-amel olarak üç boyuttan oluşur. Dinin ilim-amel (şeriat-tarikat) boyutlarına göre sünnet, millet-siret (ortodoksi-ortopraksi) olarak ikiye, Kur’ân’da İbrahim’in milleti denen sahih itikad (ortodoksi) olarak millet de kendi içinde üç boyuta ayrılır: din>sünnet>millet=İslâm>İman>İhsan. O halde Millet, dinin ilim (Şeriat) boyutuna has fıtrî inanış tarzı, itikadî sünnet, Siret, dinin amel (Tarikat) boyutuna has fıtrî yaşayış tarzı, amelî sünnettir. İslâm’da din, nebevî sünnette tecessüm ettiği, ete kemiğe büründüğü için sünnet, fiilen din sayılır; İslâm tarihinde Müceddid mânâsında “Muhyi’d-Din” ile “Muhyi’s-Sünne” lakaplarında din ile sünnet kelimelerinin birbirinin yerine kullanılmasının gösterdiği gibi. Öyle ki Peygamber Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, sünnetinin ihyâsının dinin ve zâtının ihyâsı olduğunu buyurarak sünneti ile dinini ve zâtını özdeşleştirmiştir: “Kim sünnetimi ihyâ ederse, beni ihyâ etmiş olur. Kim beni ihyâ ederse cennette benimle beraberdir” (Tebrîzî 2018: 41, Tirmizî, Erzurûmî 1994: I/559).
Aslında Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın küllî, fıtrî bir hayat tarzı olarak sünnetine yapışma tavsiyesini, dinin direği, ana amel olarak salât (namaz) hakkındaki teessî emrinden de çıkarmak mümkündür:
صلُّوا كَمَا رَأيْتُمُونِى اُصَلّى
(Salât kılarken beni gördüğünüz gibi salât kılın.)[3] Bu hadîs-i şerîf, Türkçe’ye “Salâtı benden gördüğünüz gibi kılın.” diye yanlış çevrilmiştir. Doğru tercüme, “Salât kılarken beni gördüğünüz gibi kılın.” şeklindedir. Zira Arapça kaideye göre nekrelerden sonra gelen sıfat, marifelerden sonra gelen cümleler hâl olurlar. Zamirler, marife bir ismin yerine kullanıldıkları için marifedirler; o halde hadisteki “salât kılarken” (اُصَلّى), marife olan mensûb muttasıl zamirden, “ben”den (نِى) sonra gelen hâl cümlesidir. Genel olarak fiil cümlesinin asıl unsurları olan fiilin ve fâilin dışında, yan unsurlar olan mef‘ûl çeşitleri ve temyiz gibi, hâl de tamamlayıcı değil niteleyici bir unsurdur.
Dahası mensûb unsurlardan olması bakımından hâli bazı nahivciler mef‘ûle, cümledeki ibhamı (kapalılığı) gidermeye yaradığı için Cürcânî gibi nahivciler temyize, İbn Mâlik ise sıfata ve habere benzetmiştir. Ve “Terkîb-i vasfî (mevsuf-sıfat) müfred hükmündedir.” kaidesinde “mevsufun fiili (salât kılarken=اُصَلّى), sıfatının zuhurudur” mânâsı mündemiçtir. Dolayısıyla hadîs-i şerîfteki mânâ, “neyi (salâtı)” değil, “kimi (beni) gördüğünüz gibi”dir; yani, “Salâtı benden gördüğünüz gibi kılın.” değil, “Salât kılarken beni gördüğünüz gibi kılın.”dır. Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın burada bize asıl uymayı emr ettiği, onun numune-i imtisal, üsve-i hasene olarak fıtratın, edebin ideal modelini oluşturan zâtıdır; salât kılma hali, onun sıfatlarındandır.
Salât, dinin direğidir, dolayısıyla bu hadîs-i şerîfle Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, sanıldığı gibi ümmetinin sadece salât kılma tarzına değil, aslında kaylûle, misvak vs. gibi salâtın öncesi ve sonrası ve salât esnasındaki tipiyle bütün sünnetine, inanış, görünüş, yaşayış tarzına uyması gerektiğini emr eder. “Salât kılarken beni gördüğünüz gibi salât kılın” emrine göre biz, Onu salât kılarken (bir kabza) sakallı, sarıklı, cübbeli haliyle görüyoruz; o halde O, bizim de öyle salât kılmamızı emr etmektedir. Mü’minler, inanma, salât kılma gibi akideler ve ibadetler dışında yürüme, gezme, yeme, içme, uyuma, dinlenme gibi tüm beşerî amellerin fıtrî, güzel tarzını Nebî ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmdan öğrenirler. Süleyman Çelebi (1990: 70), Mevlid’inde Peygamberin ağzından onu candan seven ümmetin sünnetini de candan sevmesi gerektiğini ve sünnetin doğru yol, bid‘atin eğri yol olduğunu hatırlatır:
Ol beni can ile seven ümmetüm
Hem seve canı gibi her sünnetüm
Cehd ide bir sünnetüm terk itmeye
Toğrı yolı koyup eğri gitmeye
Sünnetin fıtrat oluşu, insanın ilk tabiatı olarak fıtratı temsil eden çocukta en net görülür. Sünnet, fıtrî inanış ve yaşayış tarzlarının özel adları olarak millet ve siret diye ikiye ayrılıyordu. “Çocuktan al haberi.” sözü, çocuğun millet olarak fıtrat üzere olduğunu anlatır. İnsanın fıtratı, sıdk (doğruluk) üzerinedir. “Çocuktan al haberi.” sözünün belirttiği gibi çocuk, yalan söylemeyi bilmez; büyüdükçe, fıtratından uzaklaştıkça yalan söylemeyi, hakikat ekonomisini öğrenir. Dinde ilim, sadık peygamberin gaybdan verdiği “sadık haber” demektir; dolayısıyla “Çocuktan al haberi.” atasözü, sadık peygamberin aslında sadık çocuk olduğu esprisini yansıtır. Mekkeli müşrikler, Peygamber Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmı sadık çocuk olarak gördükleri, “Emîn Muhammed” dedikleri halde, kibirlerinden Allah tarafından gönderilmiş sadık peygamber olarak göremediler, Mekkeli bir yetim olarak görerek iman etmediler, Rasûlullah Muhammed diyemediler. Dolayısıyla iman (tasdik), tevazudan, küfür, kibirdendir.
Sünnetin siret denenfıtrî yaşayış tarzı boyutunda da, yeme, yazma misallerinde, çocuğun fıtrat üzere olduğu kolaylıkla görülebilir. Dinin gayesi, “ne”yi “nasıl” korumak sorusunda yatar:
Ne: İnsanlara güzel ahlak ile fıtratlarını korumayı,
Nasıl: Doğru ve güzel amelle korumayı öğretmektir.
Dinin şeriat boyutu, amelin doğrusunu gösterecek hükümleri, dinin tarikat (sünnet) boyutu, amelin güzelini gösterecek edebleri konu alır. “Âdâb-ı muâşeret=görgü kuralları” tabirinin belirttiği gibi edeb, lügaten kaide mânâsına gelir (Konuk 2006: I/443). Dinin vahye dayalı, peygamberlere has hususî boyutu şeriatın ve sünnetin (Hikmet-i Hadise, Sünnet-i Hadise) ilhama dayalı umumî karşılıkları hikmet ve edebdir (Hikmet-i Kadime, Sünnet-i Kadime):
Ne Akide Din Fıtrat | ||||
Nasıl Kaide Amel | ||||
Hüküm Doğru | Edeb Güzel | |||
Şeriat Hikmet-i Hadise | Sünnet Sünnet-i Hadise | Hususî | ||
Hikmet Hikmet-i Kadime | Edeb Sünnet-i Kadime | Umumî | ||
Buna göre Peygamberler, “ne”de birleşirler, “nasıl”da ayrılırlar. Mesela bir kabza sakal bırakmak, sünnet-i kadime denen edeb, fıtrat olarak evrenseldir; ancak Efendimizin “Sakallarınızı bırakın, bıyıklarınızı kısaltın.” emriyle ümmetinin sakal-bıyık uzunluğuna başka ümmetlerinkinden ayıracak bir tarz vermesi, sünnet-i hadisedir. Bu fark, yeme sünnetinde de görülür. Ka‘b b. Mâlik radıyallahü ‘anh şöyle dedi: “Rasûlullah sallellâhü ‘aleyhi ve sellemin üç parmağıyla yemek yediğini, yemekten sonra da parmaklarını yaladığını gördüm.”[4] Efendimizin kullandığı üç parmak, baş, orta, işaret parmaklarıdır.
Hindistan’da Vedalar, yemeklerin duyguları ve tutkuyu uyandırdığına inanırlar. Onlara göre eller, en değerli hareket organlarıdır. Her parmağın beş unsurun bir uzantısı olduğunu düşünürler: Baş parmak ateşi, işaret parmağı havayı, orta parmak gökyüzünü, yüzük parmağı toprağı, küçük parmak suyu temsil eder. Dolayısıyla elle yeme, bu beş unsuru uyarır, sinir uçlarını harekete geçirerek sindirimi teşvik eder. Böylece yemeği hisseder, tat ve aromaların tadını daha yoğun alırsınız. Elle yemek yeme, gıdayı daha yavaş tüketmeyi sağlayarak kilo almayı önler, daha çabuk tokluk hissi vererek kilo alma hızını düşürür. Dahası elleri çalıştırma bir kas egzersizi olduğundan kan dolaşımını hızlandırır, dolayısıyla yağ yakma potansiyelini de artırır.
Diğer yandan The Tribune’de yayımlanan bir makaleye göre, insan yapısı avuçlarında ve parmaklarında “normal flora” denen bir bakteri türü taşır. Bu bakteri, sanılanın aksine insanlar için zararlı değildir, tersine eli zararlı birçok mikroptan korur. Elle yemek yediğiniz ve yemekten sonra da parmaklarını yaladığınız takdirde parmakların içindeki bu bakteri yutulur, ağız, boğaz ve bağırsaklara yayılır ve böylece ellerden geçen enzimler mideye ulaşarak sindirime yardımcı olur. Dahası uzmanlara göre elle yemek yeme, tip 2 diyabetin önlenmesine yardımcı olur; zira çatal, kaşık, bıçak gibi âletlerle yemek daha hızlı yenir. Özellikle tip 2 diyabetli kişilerin daha fazla yaptığı bu hatanın vücut kan şekeri dengesizliklerini artırdığı ve hastalığı tetiklediği bilinmektedir. Son olarak elle yemek, âletlerle yemekten daha hijyeniktir. Çünkü âletler günde bir kez yıkanırken, elle yiyenler her seferinde ellerini yıkarlar (Hegde 2018, Özabuş 2018).
Elle yemek fıtratsa, âletle yemek, fıtrattan uzaklaşmaktır. Fıtrat üzere bir çocuk, çatal-kaşık yerine elle yiyecektir. Nitekim son zamanlarda anneler de “Kendi Kendini Besleme” yöntemiyle bebeklerine yemek yeme alışkanlığı kazandırmayı tercih etmektedirler. Bunun sebebi, fıtrî elle yemenin bebeklere parmaklarını daha işlevsel kullanma imkânını vermesidir. Başka bir misal, yazma yönüdür. Yapılan araştırmalara göre elin ve gözün tabiî yönü, Arap alfabesi dâhil geleneksel alfabelerde olduğu gibi sağdan sola doğrudur. Bir bebeğe ilk kez kâğıt-kalem verdiğinizde fıtraten sağdan sola doğru yazdığını görürsünüz. Buna göre soldan sağa doğru yazmak, fıtrattan kopuştur. Dahası insanın yaratıldığı toprakta yetişen ağaçtan yapıldığı için tahta kalemle yazmak fıtrî, madenden yapılan kalemle yazmak fıtrattan uzaklaşmak, klavyeyle yazmak ise fıtrattan kopuştur. Zira insan eliyle, kalemle yazarken harflerin şekillerini hisseder; hâlbuki klavyeyle yazarken hissedemez.
Fıtrattan Kopuş Olarak Bid‘at
Sünneti fıtrat olarak tarif ettikten sonra şimdi de niçin insanlığın ve ümmetin bid‘ate düştüğü, sünnetten koptuğu sorusuna cevap arayabiliriz. Bunun ana sebebi, gayr-i fıtrî modernleşme sonucunda dinin fıtrat ve âdet olarak iki temel boyutunun kaybıdır.
Birincisi, modernlik, lafzen bid‘at (novelty) demektir; bid‘at, sünnetin zıddı, sünnet de fıtrat olduğundan modernleşme, “fıtrattan uzaklaşma olarak âdetin değişmesi” diye tanımlanabilir. Alman sosyolog Norbert Elias’ın The Civilizing Process adlı eseri, bunun klasik tasviridir. Yaşadığımız Âlem-i Halk’ın mahiyeti uyarınca insanın ve onun selamet yolu olarak dinin fıtrat ve âdet denen sabit ve değişken olarak çifte tabiatı vardır. Fıtrat, birinci tabiat, âdet, ikinci tabiattır. Âdet kelimesi, Arapça avdet (dönüş)ten gelir; muâvedet, hem âdet edinme (itiyâd), hem geri dönüş (avdet) mânâsına gelir. Buna göre modernleşme, adeta fıtrata dönüş imkânının yitirildiği üçüncü tabiat demektir. Türkiye ve İslâm dünyası dâhil çağdaş dünya, yaklaşık iki asırdır modernleşmeyle maddî gücün zirvesine çıkan Batı medeniyetinin ezici tesiri altındadır; dolayısıyla Batı ile birlikte giderek fıtrattan=sünnetten uzaklaşmıştır.
Modernleşme denen fıtrattan uzaklaşma olarak âdetin değişmesine yukarıda verdiğimiz elle yemek, yazma yönü, kalem misalleri dışında insanın ana ihtiyacı olan yemeğin öğününün artışı gibi birçok misal verilebilir. Günümüzde kahvaltı mânâsında kullanılan İngilizce “breakfeast” kelimesinin “nakz-ı sıyam” (oruç bozma) olarak lafzî mânâsının gösterdiği gibi, insanın fıtratı, tek öğün yemektir. “Mümin günde bir öğün, insan iki öğün, hayvan üç öğün yer.” sözü bunu ifade eder. Süheyl Ünver, Salname 1970 Yıllığı’nda yer alan “Gıda Tarihimizde Öğle Yemeği Yoktur” başlıklı yazısında anlatır:
“Büyükbabam (1829-1888) devrinin cidden hattatlarından Mehmed Şevki Efendi evinde bu eski anane bozulmamış, kuşluk yemeği kalkmamış; herkes aynı sofrada sabahleyin; akşama kadar acıkmayacak şekilde karnını doyurmuş. Şevki Efendi, bu sofradan ancak birkaç günler durmasından bayatlamış ekmek parçalarını suya banarak yemiş, onun esaslı yemeği akşamlara inhisar etmiştir. Gece hayatı yoktur. Güneş batmadan akşam yemeği yenir. Badehu namaz eda edilir; mum ışığında yatsı beklenir. O da eda edildikten sonra yatılır. Lakin kendisi başta olmak üzere herkes güneş doğmadan kalkar. Evinde çoluk çocuk günde iki öğün doyarak yer. Zira hayat ele geçen paranın çokluğuna nazaran ucuzdur. Fakat kendisi bir öğün; o da akşamlayın kuvvetlice yer ve istirahate çekilir. Öğleyin acıktığı tahmin olunmaz. Zira midesinden daha hazım olunacak gıdalar boşalmamıştır. Sabahleyin biraz su ile ekmek; öğleyin pek acıkırsa belki bir şerbet. İşte günlük hayatı. Fakat şu var ki çalışması fasılasız ve yorulmayarak devam etmiştir. XX. asır başlangıcında iş değişmiş; umumileşmiştir. Ne var ki Garp ve bilhassa Amerika bu garip ve asla sıhhî olmayan ve bilhassa kafa ve vicdaniyle çalışacakları yoran öğle yemeği usulünden feragat yolunu tutmuştur.[5]
Günümüzde yenilikçi (modernist) geçinen kesimde Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın bilhassa sakal, sarık, cübbe gibi şemâil denen suretle ilgili sünnetlerine “Teessî taklit, sünnet şekil değildir.” itirazları yaygındır. Bu şüphecilik, sünnetin fıtrat değil, âdet vehm edilmesinden kaynaklanır. Sünnetin fıtrîliği hakkında Yahudiler ve Hintler arasında yaygın olduğu için dünyada nisbeten daha çok bilimsel araştırmaya konu edilen sakalı misal vermek uygundur. Southern Queensland Üniversitesi’nden bilim adamlarının yaptığı araştırmalar, sakalın erkeklerin sağlığına inanılmaz faydalarını ortaya koydu:
-Sakal, cildi güneşe karşı, dolayısıyla cilt kanserine karşı korur.
-Polenler ve toz, astım krizlerini tetikler. Sakal veya bıyık bu maddelerle teması engelleyerek krizleri önler.
-Çene altında ve boyun kısmına doğru olan kalın sakallar, bu bölgedeki vücut ısısını yükselttiği için soğuk algınlığına karşı korur.
-Rüzgârda ya da kışın cildin kurumasını engeller, daha nemli kalmasını sağlar. Bu sayede yaşlanmayı engeller.
-Keza sürekli tıraş olmanın yol açacağı cildin tahrişini önler.
İlginç olan, bu sayılan faydaları sağlayan sakalın, ancak uzun, yani Peygamber Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın emr ettiği bir kabza uzunlukta sakal olduğunun keşf edilmesidir (Parisi 2012). “Sünnet şekil değil, özdür.” diye sayıklayanlar, peygambere imanın gereği olarak sünnetine uymuyorlar, bilime de iman etmiyorlar? Bu araştırmaların da ortaya koyduğu gibi, fıtraten ancak bir kabza uzunluğundaki baş ve yüz kılına saç ve sakal denir. Arapça’da “Mutlak zikir, kemaline masruftur.” kaidesince, bir şey mutlak (yalnız) olarak zikr edilince mükemmel hali anlaşılır. Buna göre uzun-kısa sakal yoktur; (fıtrî ölçüsüyle bir kabza uzunluğunda) sakal vardır veya yoktur. Ancak çağımızda her şey gibi sakalın da fıtrî ölçüsü unutulduğu için hoca geçinenler bile “sakalın uzunluğu konusundaki rivayetler” ile ilgili boş tartışmalarla ömürlerini geçirmektedirler.
Bid‘ate Giden Âdet
İnsanlığın ve ümmetin sünnetten kopmasının, bid‘ate düşmesinin ikinci sebebi, dinin âdet ve sünnet olarak yaşanma imkânının kalmamasıdır. Fıtratı birinci tabiat, âdeti ikinci tabiat olarak tanımlamış ve âdet’in Arapça avdet (dönüş) kelimesinden geldiğini söylemiştik. Buna göre diyanet (dindarlık) denen insan tecrübesi, gayr-i mükemmele alışarak mükemmele, fıtrata ve ibadete dönme sürecinden ibarettir. Fıtrat/âdet ayırımının dinin konusu amellerle ilgili karşılığı ibadet/âdet ayırımıdır. İbadet, marifetullah ve taatullah denen Allah’a kulluk, tanıma ve taat, Allah-Kul münasebetleri alanı, âdet ise Kul-Kul münasebetleri alanıdır. İbadete dönme süreci olarak âdetin mânâsı, mescidde itikâfta görülür; itikâfta ibadet/âdet ayırımı ortadan kalkar; âdet içinde ibadete dayalı hayatımız, ibadet içinde âdete döner.
Aslında sünnet, coğrafî olarak âdeti fıtratı bağlayan hayat tarzı demektir. Dinin gönderiliş gayesi, insanları cemaat halinde selamete eriştirmektir. İnsan, ancak hemcinsleriyle münasebet içinde, cemaat olduğu bir mekânda dini yaşar. Mü’minleri cemaat haline getiren diyanet tarzı, beldenin çapına ve nüfusuna göre âdet ve sünnet olarak değişir; din, köyde âdet, şehirde sünnet olarak yaşanır. Hatta “Eski köye yeni âdet” sözünün de belirttiği gibi din, köyde doğrudan âdettir. Buna karşılık Arapça şehir mânâsına gelen “medine” kelimesi “din”den gelir; “ed-Dîn fi’l-medîn” (Din, şehirdedir) sözündeki dinden kasıt, sünnettir.
Diyanet tarzı, köydeki sade hayata göre basittir; âdettir, şehirdeki karmaşık hayata göre rafinedir; sünnettir. Bir köylü, mesela farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini bilmeden namazı atasından gördüğü gibi kılar. Ârif Nihat Asya’nın (2005: 18) “Biz, abdest almayı, okuya okuya değil; abdest alanların eline su döke döke öğrendik.” sözü, bu hakikatin ifadesidir. Bu, âdetin köylü diyaneti olarak küçümsenmesi mânâsına gelmez. Tam aksine aslında ideal budur. Zira Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın “Salât kılarken beni gördüğünüz gibi salât kılın.” emrine göre Ashâb-ı Kirâm rıdvânullâhi ‘aleyhim, bütün hükümleriyle salâtı bir bütün, sünnet olarak Rasûlullah ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmdan öğrenmişlerdi. Bilahare dört mezhebin inşasıyla salâtın hükümleri farz, vacip, sünnet olarak ayrılmıştı. Şu halde ‘Asr-ı Saadet’te köylü ile şehirli diyanet, âdet ile sünnet örtüşüyordu.
Buna karşılık din, şehirde daha şuurlu, estetik bir dindarlık, sünnet olarak yaşanır; şehirli dindar, farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini medresede hocadan, tekkede şeyhten öğrenerek salâtı kılar. Şu halde şehirde tedeyyün (dindarlık), tesennün (sünnete uyma) demektir. Bu yüzden dünya dillerinde Yunanca hellen ile Latince pagan gibi kelimeler, hem şehirli, hem dindar mânâsına gelirler. Sünnete âdeti fıtratı bağlayan hayat tarzı demiştik. İdeal sünnet olarak fıtrat, gökyüzü şehrine (Hz. Âdem’in geldiği ‘Adn cennetine), sünnet yeryüzü şehrine, âdet ise köye hastır.
Türkiye’de 1960’lı yıllarda başlayan sanayileşme ve kentselleşme süreci, 2000’li yıllarda zirveye çıkmıştır. “Ehl-i sünnet ve cemaat” tabirince, sünnet, cemaat, cemaat, mahalle iledir. Zira cemaat, lafzen câmi cemaati demektir. Osmanlı’da olduğu gibi geleneğimizde mahalle, câminin etrafında kurulur ve ismini o câminin isminden alır; “İskenderpaşa Câmii-İskenderpaşa Mahallesi” misalindeki gibi. Osmanlı nüfus kayıtlarından görülebileceği gibi, mahalle halkı, câmii cemaatidir. 2000’li yıllardan itibaren apartman ve site eksenli gayr-i fıtrî, çarpık kentin ev ve mahalle eksenli organik şehrin yerini almasıyla câmi, câmiyle birlikte de cemaat ve sünnet kayb olmuştur.
Geleneksel dünyada şehirler, sünnete uygun, fıtrî bir hayat tarzına göre inşa ediliyorlar, insanlar, böyle fıtrî bir altyapıya sahip bir şehirde kendiliğinden kolektif bir şekilde sünnete uygun, bid‘atten uzak yaşayabiliyorlardı. Buna basit bir misal olarak eskiden câmilerdeki şadırvanların tuvaletten en uzak kırk adım uzakta inşasındaki inceliği verebiliriz. İnsanlar, abdestin ve dolayısıyla onunla yapılan bütün ibadetlerin sıhhat şartı olan istibrayı bilmeseler bile bu mesafeden dolayı kendiliğinden buna riayet ediyorlardı. Bugünse ne istibrayı bildiği, ne de buna uygun yapılan câmilerde abdest aldığı için belki de ömür boyu abdestsiz namaz kılan nice insan vardı.
Kadim anlayışa göre bir ülke gemiye (sefine) benzetilir; köy ile şehir, birbirlerini tamamlarlar, dolayısıyla sağlık ve hastalık açısından da birbirlerine bağlıdırlar. Maalesef çarpık kentselleşme sürecinde otantik şehirle birlikte otantik köy de kayb olmuş, şehir şehir, köy köy olmaktan çıkmış, dolayısıyla dinin hem âdet, hem sünnet olarak yaşanma imkânı kalmamıştır. Câmi-mahalle eksenli şehrin kaybıyla komşuluk hukuku ve âdâbı, yerde yemek gibi sünnetler tarihe karışmış, değil Ankara, İstanbul, Bursa gibi Osmanlı bakıyesi şehirlerde bile Ramazan coşkusu neredeyse hissedilir olmaktan çıkmıştır.
Küresel modernliğin tesiriyle Müslümanlar fıtrata, dolayısıyla sünnete yabancılaşmışlar, bu yüzden günümüzde sünnet, adeta evrensel fıtrattan ayrı tarihte kalmış âdet gibi kısır ideolojik-teolojik tartışmalara konu edilmiş, doğrudan veya dolaylı inkâra uğramıştır. Dinin fıtrat ve âdet olarak bilinir ve yaşanılır olmaktan çıkmasının ana sonucu, bağlılarına yük haline gelen şeriata indirgenmesidir. Nasıl bir bedene sadece iskelet olarak bakıldığında göze korkunç gelir ama iskeletsiz beden ayakta duramazsa dine de sadece şeriat olarak bakıldığında göze korkunç gelir ama şeriatsız din ayakta duramaz. Şeriat, dinin iskeleti, gövdesidir, tarikat (sünnet) ile ete-kemiğe bürünür, tabiî, estetik bir hayat tarzına dönüşür. İslâmcılık-sonrası (28 Şubat-sonrası) muhafazakârlık devrinde din, fıtrat ve âdet olarak iki boyutuyla tabiî bir hayat tarzı olarak bilinir ve yaşanılır olmaktan çıkınca helaller-haramlar manzumesinden, şeriattan ibaret hâşâ bir yük, külfet olarak görülür olmuştur.
Çarpık, gayr-i fıtrî kentselleşme, modernleşme süreci sonucunda Müslümanların dini yaşayabilecekleri tabiî ortamın giderek yok olmasıyla dinin doğruları ile toplumun gerçekleri arasındaki açı giderek açıldı. İslâmcılık için şeriat, bir devlet-kurma projesi olarak ütopya ve yük haline geldiği için terk edilmişti. İslâmcılık-sonrası muhafazakârlık devrinde de şeriat, toplumsal bir ideal olarak ütopya ve yük haline geldiği için sırttan atıldı. Muhafazakâr Müslümanlar için sünnet olarak din tarihe karışınca şeriat olarak dinin kısır bir ideolojik çekişme alanı haline gelmesi ve Müslümanlığın din yorgunluğuna dönüşmesi mukadderdi.
Muhafazakârlaşma olarak sekülerleşmenin sebebi, fıtrat ve âdet olarak dinin kaybı, sonucu, şeriatın ve sünnetin yerini ahlak ve medeniyet kavramlarının aldığı deizme kayıştır. “Dindarlığını Allah’a, insanlığını bana göster.” gibi boş laflarla “Önemli olan, dindarlık değil, ahlaklılıktır, din mezhep değildir, mezhep yorumdur.” iddiaları, şeriatın, fıkhın yerini ahlakın, hevanın aldığı deizmi gösterir. Sünnet, birinci tabiat olarak fıtratın kalıbı, medeniyet, içine ne atılırsa alacak altı delik bir çuvaldır. Sünnet açısından misvak yerine diş fırçasının fıtrîliği tartışma konusu olabilir ama medeniyet açısından olamaz; rezidans da rahatlıkla modern medeniyet kapsamına alınabilir.
[1] Mâide, 5/48.
[2] Mülk, 67/2.
[3] Buhârî, Ezân, 18.
[4] Müslim, Eşribe 131, 132.
[5] https://www.dunyabizim.com/suheyl-unver-gida-tarihimizde-ogle-yemegi-yoktur-resimleri,11701.html