İçeriğe geç
Anasayfa » BİLEN KONUŞUR BİLMEYEN SUSAR

BİLEN KONUŞUR BİLMEYEN SUSAR

Mülâkat: Ahmet Er

Muhterem Hocam, dinin rahatça konuşulacak, “bence…” yorumuna müsait tarafı var mıdır? Herkes din adına – din hakkında konuşabilir mi?

Bismillahirrahmanhirrahim.

Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn. Vessalâtü vesselâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve ashâbihî ve sellim. 

Konuşmaya başlamadan önce bu konuşmamızın hayırlı olmasını hayırlara vesile olmasını yüce Mevlâ’mızdan dileyerek sözlerimize başlayalım.

Din tamamen Allah’ındır. Dolayısı ile dinî konuşmalar, din üzerindeki konuşmalar Allah’ın ve Rasûlü’nün beyanı doğrultusunda olması gerekir.

“Bence…” deyince ortaya akıl giriyor. Akıl tabi ki önemli bir nimettir. Zaten din, akıl sahiplerine hitap ediyor. Fakat  akıl, hüküm koyucu değildir. Akıl, Allah’ın indirdiği dini, koyduğu hükümleri anlama vasıtasıdır, görevi de bunları anlamaktır.

Dinin kaynağı başta Kur’ân-ı Kerîm’dir. Sonra sünnet-i nebeviyyedir, yani Rasûlullah’ın sünnetidir. Sonra ümmetin icmaıdır. Sonra da fukahânın kıyasıdır. Bunlar ne demek? Bir hüküm, Kur’ân-ı Kerîm’de var ise, açık olarak var ise, onunla amel edilir. Birinci sırada bu gelir. Hem Kur’ân-ı Kerîm’de var hem de Rasûlullah’ın sünnetinde varsa, eğer ikisini amel ettirebilmek mümkünse ikisiyle birlikte amel edilir. Bu mümkün değilse o zaman bu hadiste ya nesh vardır veya tahsis vardır.

Sonra sırada sünnet-i nebeviyye geliyor. Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilmediği halde bazı hükümler sünnette vardır. Eğer Kur’ân-ı Kerîm’de bağlayıcı bir durum yoksa o zaman sünnetle farz ve haramlar sabit olur. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in haram dediği, Allah Teâlâ’nın haram dediği gibidir. Çünkü sünnet de vahiydir. Bir hükmün Kur’ân-ı Kerîm’de veya sünnette yer alması sahabe için hiç fark etmemiştir. Dolayısıyla sıhhatine inandığımız hadisler bizim kaynağımızdır. Bunlar için biz akıl yürütemeyiz, ancak anlamaya çalışırız.

İcmada da durum böyledir yani bir konuda başta sahabe-i kirâm icma etmişse akıl yürütme imkânı yoktur.

Kıyasa geldiğimizde ise onda akıl yürütme vardır. Ama bunun da sınırları bellidir. Kıyas yaparken hiçbir müctehid, “Bana göre böyledir.” dememiştir, diyemez de. Kıyas edilen husus neye kıyas ediliyorsa bunun hükmü ya ayetle veya sünnetle ya da icma ile sabit olması lazımdır. Yani “asl”ın veya makîsun aleyh diye de tabir edebiliriz, delile dayanması gerekir. Bu durumda, hükmü bilinmeyen başka mesele buna kıyas edilir, o zaman bu kıyas geçerlidir. Dolayısıyla bu işte müctehid imamların yaptığı akıl yürütme, Kur’ân-ı Kerîm’in ve Rasûlullah’ın (s.a.v) sünnetinin beyan ettiği hükümleri anlamaya yöneliktir, buna dayalıdır.  Aksi takdirde bir mevzuda Kur’ân-ı Kerîm’de ayet yok, Rasûlullah’ın sünnetinde hadis yok, ümmetin icmaı yok; “Bana göre bunun hükmü böyledir.” demek yanlıştır. Hiçbir müctehid âlim dememiştir böyle bir şey. Fakat son zamanlarda bu “Bana göre…” ifadesi yaygınlaştı. Hâlbuki bu şekilde verilen bir hüküm ayetle, sünnetle çelişebilmektedir. Bu, insanı dinden uzaklaştırır, küfre kadar sürükler.

“Bana göre…”, “Bence…” demek seküler bir anlayışın sonucudur. Aklı vahyin önüne geçirmektir bu. Hâlbuki akıl dinde kaynak olamaz. Akıl, Kur’an ve sünnetin değinmediği veya bir takım dünyevî meselelerde ön plana çıkarılabilir ama Kur’an ve sünnetin konusu olan hususlarda, özellikle de Kur’an ve sünnete dayanan dinî konularda bu çok yanlıştır, hatalıdır.

Muhterem Hocam, insanları bilgisiz bir şekilde veya bilgisinin hilafına konuşmaya iten sebepler nelerdir?

Bu, günümüzde çok rastlanan ve yaygınlaşan bir hadise; özellikle bilgisizlikten kaynaklanıyor. Hâlbuki dinde bilmeden konuşmak yoktur. Bilerek konuşmak gerekiyor. Bir başkası da nefsi öyle arzu ettiği için, heva ve hevesinden konuşuyor. Enaniyet ve benliğine yenik düşüyor. Her ikisi de sakıncalıdır.

Allah Teâlâ, Hz. Âdem’e “esmâ”yı öğrettikten sonra meleklere, “Eğer doğru sözlülerdenseniz şunların isimlerini bana haber verin.”[1] buyurduğunda melekler ne dediler; “Ya Rabbi seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz.  Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yok…”[2] Yani melekler, bilmeden cevap verme gibi bir cesaret göstermediler. Biz de bize sorulduğunda aynı metotla, aynı üslûpla hareket etmemiz gerekir. Bilmiyorsak, “Bilmiyorum, araştırayım, bakayım söylerim size…” demeliyiz. Yolda, dolmuşta, camide, mihrapta vs. giderken geldi birisi bir soru sordu; buna cevap vermek zorunda değilsin. Biliyorsan cevap verirsin. Bilmiyorsan, bilmiyorum dersin.

Bir örnek daha arz edeyim: Bir adam, Rasûlullah’a (s.a.v) “Mekânların Allah’a en sevimli olanı neresidir? diye sordu. Efendimiz, “Bilmiyorum. Ben bunu Cebrail’e soruncaya kadar da cevap veremem.” buyurdu. Cebrail Aleyhisselâm’a soruyu sordu, O da “Ben bilmiyorum, Mikail’e sorayım.” dedi. Sordu, geldi. Başka rivayetlerde Mikail’in de “Ben de bilmiyorum, Allah’a sorayım.” dediği geçer. Sorup geldikten sonra dedi ki, “Mekânların en hayırlısı camilerdir. En şerlisi de sokaklar ve çarşılardır.” buyurdu.

Burada teselsülen bir kaç tane geçiyor bakın. Rasûlullah Efendimiz de Cebrail (a.s) ve Mikail (a.s) de sorulan soru için bilmediklerini ifade ettiler. Biraz önceki âyet-i kerîmede de meleklerin “Bilmiyoruz biz…” dediklerini söylemiştik. Dolayısıyla “Bilmiyorum.” demek bir zül, eksiklik değildir.  Kişi bilmiyorsa bilmediğini beyan eder, biliyorsa da cevap verir. Ama enaniyet vs. hastalıklar “Bilmiyorum.” deme erdeminin önüne geçebiliyor, hataya düşürebiliyor insanları.

Bu durumun özellikle itikat ve ahkâm konusunda sebep olduğu ferdî ve ictimaî zararlar ve boyutları hakkında neler söyleyebilirsiniz Hocam?

Bu, hem kendilerine zarardır hem de topluma. Bilmediği halde veya bildiğinin aksine konuşmak, karşı tarafı yanlış bilgilendirmeye, yanlış yönlendirmeye sebep olabilir.

Burada mü’min, kendisini bir dengede tutması gerekir; bildiği halde bilmiyorum demesi de yanlış, bilmediği halde biliyorum demesi de yanlıştır. Bir hadîs-i şerîfte Rasûlullah (s.a.v), “Kim bana yalan isnatta bulunursa cehennemdeki yerine hazırlansın.”  buyuruyor. Yani kişi söylediği şeyin yalan olmasından kaçınması gerekiyor. Âyet-i kerimeyle de mütenasip başka bir hadîs-i şerîfte de “Kim bildiği bir şeyden sorulur da ona cevap vermezse kendisine kıyamet günü ateşten bir yular takılacaktır.” buyuruyor Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz.

Bildiğini gizlemek de yoktur, bilmediğini söylemek de yoktur; ikisinin arasında dengede durması gerekir mü’minin. Bu denge bozulduğu zaman hem kendisine zarar verir, hem topluma zarar verir. Toplumun yanlış bilgilenmesine, yanlışa yönlenmesine, dinden uzaklaşmasına, soğumasına sebep olur.

Muhterem Hocam insanın din üzerine konuşabilmesi için taşıması gereken asgarî şartlar nelerdir?

Din üzerinde konuşmanın şartı öncelikle, bilgidir. Herkes bildiğini söylemesi gerekir, ne kadar biliyorsa ama. Ne buyuruyor Peygamberimiz (s.a.v),  “Benden aldığınızı tebliğ edin, ulaştırın, bir ayet dahi olsa.”  Sahâbe-i kirâmdan tek bir hadis rivayet edenler var mesela, o kadar biliyor, yani bilgisi istikametinde konuşuyor. Veya daha fazla rivayet etmiştir, ama bize bir hadisi gelmiştir. Bazılarından üç tane, beş tane gelmiştir. Ama bazılarından da bin veya binlerce hadis rivayeti gelmiştir. Herkes bildiğini nakletmiştir. Bizim de bildiğimizi nakletme sınırında kalmamız lazım.

Şunu söylemek istiyorum; ne mesleğinden, ne görevinden dolayı ne de başka bir şeyden dolayı hiç kimseye din hakkında, dinî konular hakkında konuşmada yetkilidir denilemez. Sahip olduğu meslek, görev, makam, mevki vs. kendisine bu serbestliği sağlamaz. Bu konuda esas olan, bilmek veya bilmemektir. Bilen konuşur, bilmeyen susar. Bu, haddini bilmektir esasında ve hem imanın gereği hem de ilmin adabıdır.

Din konusunda, fetva derecesinde konuşabilmek için asgarî olarak,  Kur’ân-ı Kerîm’i usûlune uygun, doğru bilmesi lazımdır. Yani mutlak-mukayyet, umum-husus, nâsih-mensuh konularına vakıf olmakla beraber sünnet-i Nebevîyi doğru bilmesi lazımdır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i Nebevîden müctehid imamların neler anladığını ve söylediğini doğru bilmesi lazımdır. Ancak bu şekilde fetva derecesinde konuşma hakkına sahiptir. Aksi halde yanlış konuşur ve yanlış fetva vermiş olur. Mesela İmam Malik Hazretleri’nin şöyle dediği rivayet ediliyor; “Bana Medine fukahasından 70 kimse, “Sen fetva verebilirsin.” demeden ben fetva vermeye başlamadım.” Yani İmam Malik 70 tane âlim, sen yetkilisin, yeterlisin dedikten sonra fetva vermeye başlamıştır. Benzer şeylerin diğer müctehid imamlarda da olduğunu görüyoruz.

Fetva derecesinde değil de tebliğ düzeyinde baktığımız zaman da her Müslüman bildiği kadarıyla konuşabilir, oradan öteye geçmemesi lazım ama.  Bir âyet-i kerîme biliyorsa onu tebliğ eder, bir hadîs-i şerîf biliyorsa onu tebliğ eder, bir fıkhî mesele biliyorsa onu tebliğ eder yani ne biliyorsa onu tebliğ eder. Tebliğ yönünde tek sınırlama bilgidir. Dolayısıyla fetva verme ile tebliğ etmeyi birbirinden ayırmak lazım. Fetvada ehil olmak şarttır, tebliğde ise bildiğini söylemek esastır. Ne kadar biliyorsa o kadarını söyler, bilmediği yerde ise durur; “Bu kadarını biliyorum, bundan sonrası benim bilgimin dışında…” der ve böylece kendini de sağlama alır. Zira bilmediği şeyi söylerse yalan söyleme ihtimali var, yalan söylemek de insanı cehenneme götürür Allah korusun. Yalana düşmemesi için kişi bildiğini söyler, bilmediği yerde de durur, haddini bilir yani.

Muhterem Hocam, bahsi geçti ama “bilmiyorum” deme adabından biraz daha bahsedebilir misiniz?

“Bilmiyorum” demek de bir ilimdir. Bir insanın bir şeyi bilmediğini bilmesi de bir ilimdir. Demek ki bilmediğini kabul ediyor. Az önce birkaç misalle de değindik; melekler, Rasûlullah Efendimiz, Cebrail (a.s), Mikail (a.s) da bilmiyorum dediler. Dolayısıyla bilmemek günah değildir, ayıp da değildir. Günah olan öğrenmemektir, bir de bilmediği halde bilmiş gibi konuşmaktır. Bu itibarla nasıl ki melekler Allah Teâlâ’nın sorusuna, edeben, “Ya Rabbi, Senin bildirdiğinden başkasını biz bilmiyoruz.” dediyse biz de o edebi takınırız. Onlar böyle yaptığına göre bizim de bu yola uymamız gerekir.

“Bilmiyorum.” demek mü’minin şiarıdır. Bilmediğimiz yerde haddimizi bilerek, “Ben bunu bilmiyorum, araştırayım, sorayım veya okuyayım…” demek en selametli yoldur, hem kendimiz için hem soran için. Yanlış bilgi verirsek karşı tarafı saptırır, yanlışa yönlendiririz; bundan biz de zarar görürüz, soran da zarar görür. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de de, “Ey iman edenler! Allahtan korkun ve doğru söyleyin.”[3] buyruluyor.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) fiilî olarak kendisi bu şekilde yaptığı gibi, hakkı, gerçeği, doğruyu söylememizi, eğer hakkı bilmiyorsak ya da bildiğimiz halde hakkı söylemekten çekiniyorsak veya korkuyorsak susmamızı nasihat buyurmuş. Öyle konular vardır ki hak olsa da şartlar gereği söylenemeyebiliyor. Bir hocaefendi vardı, Allah rahmet eylesin,  demişti ki “Ben bildiğim her doğruyu söyleyemedim ama yanlış bir şey de hiç söylemedim. Her konuştuğumda doğruları söyledim ama öyle doğrular da vardı ki şartlar onu söylemeye müsait değildi; bilhassa geçmiş dönemde, yasaklar döneminde, her doğruyu söyleyemedim ama her söylediğim doğru olsun diye de özen gösterdim.” dediğini hatırlıyorum.

Muhterem Hocam, son olarak eklemek istediğiniz şeyler var mıdır?

Son olarak şunu söyleyelim belki tekrar olur. Hiç kimsenin imtiyazlı yönü yoktur. Hem sosyal medyada görüyorum, hem de birebirde şahit oluyorum; bazıları, “Bu dini hocaların elinden kurtarmamız lazım.” diyor. Bu, yanlış bir ifadedir. Din ne hocaların elindedir, ne de hocalardan kurtarılacak bir müessesedir. Din Allah’ındır. Hocalar da bunu tebliğ etmekle görevlidir. Din hakkında yetkin kurum, devlet açısından, belki ilahiyatlar veya diyanettir. Ama İslamî açıdan, kim biliyorsa öğretecektir, söyleyecektir. Yani illa öğretme yeri ilahiyattır, imam hatiptir, medreselerdir…vs. diye kayıt yok. Kim biliyorsa öğretecektir. Bilen kim ise o konuşur, köle bile olsa. İki tane örnek verelim. Abdullah İbn Abbas (r.a), İkrime isminde bir köle satın alıyor. Onu hizmette kullanmıyor, eğitiyor, öğretiyor. Ve İkrime, tefsirde bir kaynak, bir otorite oluyor. İmam Nâfî keza öyle, köle. Abdullah İbn Ömer, İmam Nâfî’yi zeki görüyor, satın alıyor, eğitiyor, yetiştiriyor, öğretiyor. İmam Nâfî hadiste, özellikle kıraat ilminde imamdır. Bu itibarla din hakkında konuşmak için köledir, hürdür, şudur, budur, şu asalettendir, şu okuldan mezundur vs. şeklinde alınacak bir kriter yoktur. Kim biliyorsa o yetkilidir. Yani ölçü, ne tekkedir, ne diyanettir, ne de başkadır. Din hakkında konuşmada ölçü, ilimdir. Bilen kişi, konuşacak, gizlemeyecek; bilgisi olmadığı yerlerde de susacaktır. Doğruları söylemek, yanlışları söylememek, bildiğini söylemek, bilmediği yerde susmaktır esas olan. 

Muhterem Hocam, vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.


[1] Bakara, 2/31.

[2] Bakara, 2/32.

[3] Ahzâb, 33/70.