Muhalif, okurken hüner görmek için değil, kusur yakalamak için okur; dinlerken faydalanmak için değil, hata bulmak için dinler; konuşurken insanlara “laf anlatmak” için değil, “laf atmak” için konuşur.
Karşı davranışta bulunmak, karşı çıkmak anlamına gelen muhalefet, hepimizin bildiği gibi yerli yerinde olduğunda makbul ve mûteber; yersiz olduğunda ise saçma ve akıl dışıdır. Muhalefetten maksat, yanlışın yerine doğruyu, kötünün yerine iyiyi, zararlının yerine faydalıyı ikâme etmek olursa güzeldir. Fitne çıkarmak olursa çirkindir. O halde müsbet ve ma’rûf muhalefet; doğruya, iyiye, faydalıya destek olmak; yanlışa, kötüye, zararlıya karşı durmaktır.
Ancak muhalefet bazen, başka maksatların aracı olarak da kullanılabilmektedir. Özellikle fikir kargaşasının her tarafı sardığı ve cehaletin dalbudak saldığı böylesi bir devirde muhalefet, bazen bir anda medyanın ilgi odağı haline gelmek, insanların dikkatini çekmek ve nefsi tatmin etmek için bir araç olarak kullanılabiliyor.
Bilginin yerine yorumun takdir edildiği bir anlayışın çağımıza hâkim olması sebebiyle işlerimiz altüst, durumumuz perişan, zihinlerimiz karmakarışıktır. Bu sebeple itiraz edenimiz çok, teslim olanımız az. Münâkaşa edenimiz çok, müzâkere edenimiz az. Tekellüm edenimiz çok, tefekkür edenimiz az. Ukalâmız çok, âlimimiz az. Hocamız çok, tâlibimiz az. Velhasıl meşhurumuz çok, mütehassısımız az.
Oysaki ümmet-i Muhammed’in neredeyse işgal edilmedik toprağının kalmadığı, zihin dünyasının allak bullak olduğu, gençlerinin büyük bir şehvet ve şüphe fitnesi içerisinde büyüdüğü bir dönemde fikir, söylem ve eylem birliğine ne kadar da muhtacız. Her zamankinden daha fazla bir ve bütün olmamız gerekirken paramparça oluşumuz gökleri ağlatacak hale gelmiştir.
Bir zamanlar uzun uzadıya tartışılmış, istikamet ehli âlimlerimizin cevapları sayesinde tarihin çöp tenekesine atılmış fikirleri, makyajlayarak tekrar gündeme taşımak kimin yararına? “Ben de varım, beni de görün…” denilecek cinsten yazdıkları veya söyledikleriyle bir yerlere yaranmak, birilerine mesaj göndermek için hakikati ters-düz etmek ve böylelikle ilme ihanet etmek; şeytanın kalplere bıraktığı büyük bir fitne tohumu değil de nedir? Şahsiyetsizliği “insanları İslam’a ısındırma” kılıfıyla örtmek kimin taktiği? Gündemi değiştiremeyince gündeme malzeme olmayı yeğlemek hangi maslahatın gereği? Medyada dolgu malzemesi olmayı itibar görmek, edinilen hangi faydanın bedeli?
Kadim söze, mazimizin asırlarca muteber gördüğü fikre, ulemamızın hüsn-i kabul ile telakki ettikleri bilgiye muhalefeti ve itirazı ile meşhur bir zat gösterin ki, o mütevazı olsun. Tenkiti kendine huy edinen birini gösterin ki, o zât insaflı olsun. “Yeni şeyler söylemek lazım!” diyerek eskiye ta’n ve tahkiri adet edinen birini gösterin ki, o zat dengeli olsun.
Maalesef asla böyle değildir. Böyle biri hep yanlış düzelttiği iddiasındadır. Daima bir şeyleri ispat arzusundadır. Muhatabını ikna gayretindedir. Kendisi gibi düşünmeyenleri aşağılama eğilimindedir. Hep bir şeyleri değiştirme, dönüştürme, düzeltme (!) derdindedir.
Oysaki böyle biri, bu deli cesaretini aşağılık kompleksinden alır. Düşüklüğünü cehaletinden alır. Cüretkârlığını maneviyatsızlığından alır. Şahsiyetsizliğini yüksek sesiyle, bilgisizliğini demagojiyle, şuursuzluğunu ajitasyon ile örtmeye çalışır.
Dönüp dolaşıp aynı konuları temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze koyanların bu tavrı, değişmez hakikatler ile problemlerinin olduğunu gösterir. Hakikate itiraz pek çok sebepten kaynaklanabilir:
Cehaletten kaynaklanıyorsa gafilce bir tavırdır. Kişi bilmediğinde cahil olur ama cehaletini de bilmediğinde kara cahil olur.
Kibirden kaynaklanıyorsa şeytani bir tavırdır. Çünkü Hakk’a ve hakikate itirazı, iblis başlatmıştır. İlk itiraz eden oydu. Anlamsız, yersiz muhalefeti insanlığa öğreten, o olmuştur.
İnattan kaynaklanıyorsa akılsızca bir tavırdır. Aklın yolu bir iken, dibi görünmez sulara dalmak akıllı adamın yapacağı iş değildir.
Şuurlu Müslümanın tavrı, hakikate itaat, bâtıla muhalefettir. Kompleksli Müslümanın tavrı, hakikate şüpheyle bakmak, batıla ise şirin gözükmektir.
Mevcudu harmanlayarak taze bir üslup ile anlatmak başka şey, sayesinde üzerine yeni şeyler inşa ettiği müktesebatı aşağılamak başka şeydir. Üretmek başka şey, aykırı olmak başka; işlemek başka, harcamak başka şeydir.
Her şeyin bir dedikodusu vardır. Her mesleğin, her meşrebin, her cemiyetin… İlimle meşgul olan insanların dedikodusu da ümmeti Muhammed’in kendisine rehber edindikleri ulemayı diline dolamak olmuştur. Gayeleri, halkımız nazarında âlimlerimizin kıymetini düşürmektir.
Muhalefetin gidişatı tartışmadır. Ancak şöhret için uğraşan, bahsedilmeyi seven, ilgi odağı olmaktan hoşlanan, tartışmayı sever. Tartışma bu kişi için zevkli bir faaliyet haline dönüşür. Tartışma ve muhalefet hastalığına yakalanan kişi hep kendi görüşünü beğenir. Fikirlerinin hep isabetli olduğuna ancak böyle biri inanır. Nasihat dinleyemez ki, dinlediği ona fayda etsin. Hastalığının farkına varamaz ki, battığı bataklıktan kurtulsun.
Muhalefet, heyecan vericidir. Nefis kaynaklıdır. Zevklidir. Muhalif, okurken hüner görmek için değil, kusur yakalamak için okur; dinlerken faydalanmak için değil, hata bulmak için dinler; konuşurken insanlara “laf anlatmak” için değil, “laf atmak” için konuşur. Öğrenmek, nasiplenmek ya da en hafifiyle zevk almak yerine tenkidi tercih eder. Ancak amaçsız muhalefet ile anlamsız tenkit aynı kapıya çıkar. Muhalif, çoğu zaman yanlış anlar. Çünkü zihin, olumsuza odaklanınca doğru sözü de yanlış anlar.
Muhalefet ruhu, bazen farklılıklardan ve “farklı olmak” gayretinden de beslenir. Hep birlikte kitabın ortasından konuşalım ve “farklılık!” mefhumu üzerinden kendimizi bir test edelim. Hepimiz zaman zaman yaşamışızdır. Bizi seven, beğenen insanlar bize “Siz çok başkasınız, çok farklısınız, sizin gibi şuurlu hoca az, sizin gibi hakiki sûfî yok…” gibi sözlerle iltifat ettiğinde ne çok hoşumuza gidiyor değil mi? Farklı olmak nefsimizi okşuyor değil mi? Aynı meşrepten, meslekten olmamıza rağmen farklılığımızın fark edilmesi ne hoş oluyor değil mi?
Oysaki olması gereken kaliteye ulaşma gayretindeki talebe, hoca, öğretmen, imam, sûfî kadrosuna dahil olmak, bu topluluğa kendimizi ait hissetmek en çok hoşumuza giden işlerden olmalıydı. Tıpkı, icazet alarak ilim adamları zincirine girmeye muvaffak olan âlimin sevinci gibi sevinmeliydik. Farklı olmak değil, ait olmak bizi sevindirmeliydi. Genelde ümmete, özelde manevi gıda aldığımız bir cemiyete kendimizi ait hissetmek bizi mutlu etmeliydi.
Daha da özele indirecek olursak, “farklı bir müftü, hoca, öğretmen, imam vs…” gibi ifadeleri kendimize prim görmek yerine “aynı yollara râm olanlar” şuuruna erdikten sonra “Evet, ben herhangi bir imamım, herhangi bir öğretmenim, herhangi bir hocayım” demek neden kusur olsun ki! Ne acıdır ki; asıl, terazi tartmaz olunca, şeytanın bize çelmesi, seviyesi bizden düşük olanlarla kendimizi kıyaslamak ve bu tür iltifatlarla ağzımızın toprakla dolması oluyor.
Farklı bir talebe olmak değil, iyi bir talebe olmak güzeldir. Varsın bu ümmetin zeki çocukları bir değil, binler olsun. Farklı olup da insanları mukayese zahmetine sokmak yerine, aynı nasihatleri anlatan, aynı kaynaktan konuşan, herhangi bir meselede aynı tavrı takınan hocalarımız olsun.
Ait olmak ve bu aidiyeti hissetmek güzeldir. Aynı dertlerle hemdert olan, aynı prensipleri adet edinen, aynı hassasiyetleri taşıyan insanlarla beraber olmak güzeldir. Fikir birliği, söylem birliği, eylem birliği etmiş insanlarla hareket etmek nimettir.
“Ben farklı değilim. Ben Müslümanlardan herhangi bir Müslümanım…” demek niçin bayağılık olsun ki? Zira Müslüman o adamdır ki kâfire olan farkı, farklılık olarak O’na yeter.
“Ben iman edenlerle beraberim. Secde edenlerle secde edenim. Rüku’ edenlerle rüku edenim. Allah’a yönelenlerle O’na yönelenim…” demek farklı olmak adına ümmete parazit üretmekten daha güzel değil mi?
Rabbimizin bizden istediği farklı veya muhalif olmak mıdır? Rabbimizin bizden istediği elbette açıktır: “Dosdoğru Müslüman olmak”1 ve “doğrularla beraber olmaktır…”2
1 Hûd, 11/112
2 Tevbe, 9/119