Arapça’da “güç ve gayret sarfetmek, bir işi başarmak için elinden gelen bütün imkânları kullanmak” mânasındaki cehd kökünden türeyen “cihad” kelimesi, genel olarak nefisle mücadele, İslâm’ı tebliğ ve düşmanla savaşma anlamında kullanılır.
Tasavvufta nefs-i emmâre ile mücahede manasında kullanılan “cihad” sözü, Kur’ân-ı Kerîm’de isim olarak dört, fiil şeklinde yirmi dört yerde geçmektedir; “cihad eden” anlamındaki “mücahid” ise iki âyette zikredilmiştir.
Cihadla ilgili birçok hadis mevcut olup, bunlar hadis kitaplarında “kitâbü’l-cihâd” veya “fezâilü’l-cihâd” başlıkları altında toplanmıştır. Ayrıca kime karşı ve nasıl cihad yapılacağına dair çeşitli hadisler de vardır. “Mücahid, nefsiyle cihad edendir“[1], “Mümin kılıcı ve diliyle cihad eder” [2]; “Müşriklere karşı mallarınız, nefisleriniz ve dillerinizle cihad edin“[3]; “Cihadın en faziletlisi zalim sultanın yanında hakkı söylemektir”[4] mealindeki hadislerle, “Kim onlarla eliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla diliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla kalbiyle cihad ederse o mümindir”[5] hadisi, bu konudaki hadislerdendir.
Peygamberimizin, savaşa çıkmakta olan İslâm ordusuna katılmak için gelen birine annesinin ve babasının hayatta olup olmadığını sorarak hayatta olduklarını ve bakıma muhtaç bulunduklarını öğrenmesi üzerine, “O halde onlara hizmet yolunda -nefsinle- cihad et”[6] buyurması ve Hz. Âişe’nin. “Ey Allah’ın rasûlü! Görüyoruz ki cihad, amellerin en faziletlisidir; öyleyse biz de cihad etmeli değil miyiz?” diye sorması üzerine. “Sizin için cihadın en faziletlisi makbul hacdır” şeklinde cevap verdiği bilinmektedir.
Buna göre cihad, hayatın gayesi olarak Allah’a kulluk etmek, Allah ve Rasûlünün koyduğu ölçülerin fert ve toplum hayatına uygulanmasına çalışmaktan İslâm’ı diğer insanlara tebliğe, ülkesini ve Müslümanları her türlü tehlike ve saldırılara karşı savunma ve bu konuda gerektiğinde savaşmaya kadar kapsamlı bir anlam taşımakta; kalp, dil, el ve silâh gibi beşerî aksiyonun ortaya konulduğu her vasıta ile yapılabilmektedir.
Cihadı, nefse, şeytana, fâsıklara ve inanmayanlara karşı “Allah yolunda can, mal, dil ve diğer vasıtalarla elden gelen güç ve gayreti sarfetmek” şeklinde de tarif etmişlerdir.
Normal şartlarda cihadın farz-ı kifâye, umumî seferberliği (nefîr-i âm) gerektiren bir tehlike ve saldırı halinde ise farz-ı ayın olduğu malumdur. Düşmanın İslâm ülkesine saldırması halinde ise herhangi bir izne bağlı olmaksızın karşı konulur.
Diğer taraftan Hz. Peygamberin bir savaş dönüşünde söylediği, “Küçük cihaddan (savaş) büyük cihada (nefisle mücahede) döndük” hadisi ile “Mücahid, nefsiyle cihad edendir” mealindeki hadisi, kulun nefsiyle olan cihadının dış düşmanlara karşı gerçekleştirilen cihada nisbetle asıl olduğunu, Allah’ın emirlerine uyma konusunda nefsiyle cihad edemeyen kimsenin düşmanla gerçek manada cihad edemeyeceğini ifade etmektedir.
Fıkıh kitaplarında, başta savaş ve barış münasebetleri olmak üzere devletler hukukuyla ilgili konuların ele alındığı bölümler “kitâbü’l-cihâd” veya “kitâbü’s-siyer” şeklinde adlandırılmıştır. Bunun yanında nefisle mücahede şeklindeki cihadla daha çok tasavvuf ehli ilgilenmiştir.
Allah’ın rızâsını elde etmek için cihad edenlere O’na ulaştıracak yolların gösterileceğini vaad eden âyet[7] cihadın fazileti hakkında dikkat çekicidir.
Müslüman hukukçular, genel olarak cihadın anlamı ve hükmü yanında, kâfirlere karşı cihadın hukuken meşru olmasının sebepleri üzerinde de etraflıca durmuşlardır. Maalesef konunun ele alındığı Batı kaynaklarının hemen hepsinde[8] cihadın, müslüman olmayanlarla savaşmayı ifade ettiği maksatlı olarak ileri sürülmüştür. Batılı bu araştırmacılardan hiçbirinin İslâm’da savaşın meşruluğu ile ilgili olarak İslâm hukukunda ortaya konan görüşlere yer vermemesi taraflı olduklarını yansıtması bakımından dikkate şayandır. İslâm hukukçuları Kur’an ve Sünnette belirtilen esaslara göre gerek savaş öncesi ve savaş esnasında, gerekse sonrasında uyulması gereken kuralları, en ince ayrıntılarına kadar inceleyip tesbit ettikleri gibi, harbin meşruluğu meselesini de tetkik etmişlerdir. Onlar, savaşın meşruiyet sebebinin düşmanın tecavüzü olduğunu, müslümanlara karşı savaşmayanlarla savaşmanın ve sadece Müslümanlığı benimsemediği için bir insanı öldürmenin caiz olmadığını belirtmişlerdir.
Savaşın mübah olmasını, inanmayanların müslümanlara karşı harp açmalarına, düşmanlık ve tecavüzde bulunmalarına bağlamışlardır.
“Müşrikler sizinle nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın“[9]; “Fitne kalmayıncaya ve din de yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zulmedenlerden başkasına hiçbir düşmanlık yoktur”[10] mealindeki âyetlerin ilkinde, müşriklere karşı girişilen savaş onların müslümanlara savaş açmaları sebebine dayandırılmış, ikincisinde ise savaş, gayri müslimlerin güç ve hâkimiyetlerini zayıflatarak müslümanları dinleri hususunda fitneye düşürmelerine engel olmak maksadıyla emredilmiştir Esasen savaşı ilk emreden, “Size savaş açanlarla Allah yolunda siz de savaşın, ancak aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez”[11] mealindeki âyet de savaş sebebinin yine savaş olduğunu göstermektedir. Bu olay, yalnız kâfirlerin kötülüklerini ve müslümanlar üzerindeki her türlü olumsuz tesirlerini önlemek için savaşılacağını gösterir.
İlk nazil olan âyetlerde savaşın meşru sayılmasının sebebinin kâfirlerin saldırı ve zulümleri olduğu açıkça belirtilmiştir.[12]
İslâmiyet dinde baskıyı kesinlikle yasaklamış, zor ve baskı altında gerçekleşecek imanın aslında geçersiz olduğunu hükme bağlamıştır.
Kur’an’ın, müslümanlara karşı düşmanlık beslemeyen gayri müslimlerle iyi ilişkiler kurma yönündeki açık tavsiyelerine[13] ve İslâm tarihi boyunca gayri müslimlerin İslâm ülkelerinde güven içinde yaşamış olmalarına karşılık, hıristiyan âlemi asırlar boyunca papalığın da etkisiyle İslâm dünyasıyla düşmanca ilişkiler içinde bulunmuştur. Bütün hıristiyan Batı dünyasının katıldığı Haçlı seferleri ve bunun İslâm dünyasında yol açtığı yıkımlar yanında Sicilya ve Endülüs’te insanlığın en ihtişamlı medeniyetlerinden birini kurmuş olan bir devleti ve milleti kökünden yok edecek ölçüdeki müslüman kıyımını doğuran bu düşmanlığın günümüz şartları ve vasıtalarıyla halen sürdürüldüğü yönünde hemen bütün müslüman milletlerde genel bir kanaat ve endişe vardır. Bugün Filistin, Bosna-Hersek’te olmak üzere dünyanın birçok yerinde müslümanların mal, can, namus, tarihî eserler ve dinî kurumlar gibi bütün değerlerine karşı sürdürülen tecavüzler, tarihte olduğu gibi günümüzde de müslüman milletlerin onlarla ilgili kaygı ve kuşkularını haklı gösterecek niteliktedir.
Cihad, müslümanın Allah’a kulluk ve onun rızâsını temin için İslâm esaslarını öğrenme, öğretme, ferdî ve içtimaî planda yaşama, İslâm’ı tebliğ ve bu hususlarda içte ve dışta karşılaşacağı engelleri aşma konusunda içinde bulunması gereken şuurlu ve sürekli gayret ve aksiyon halini ifade eder. “Bizim -rızâmıza ulaşmak için- uğrumuzda cihad edenlere elbette -bize ulaştıracak- yollarımızı göstereceğiz“[14] ve, “Allah uğrunda -Allah’ın rızâsına ulaşmak uğrunda- hakkıyla cihad edin“[15] mealindeki âyetler cihadın bu kapsamlı anlamını ifade etmektedir.
Çeşitli âyetler Müslümanları, “seçkin ve en hayırlı ümmet” olarak niteler. Çünkü onlar bütün güçlüklere rağmen iman yolundan ayrılmazlar; dinî tutum açısından aşırılıktan kaçınırlar; iyiliğe çağırıp kötülüğü önlemeye çalışırlar.[16]
Cihadın Çeşitleri
İslâm’da ifadesini bulan, bütün cepheleriyle ilâhî mesajı insanlığa duyurma amacını güden, bu sebeple de her devirde canlı tutulması zorunlu olan cihad faaliyetinin günümüz şartlarında hangi metotlarla yürütülmesi icap ettiği, üzerinde durulması gereken bir konudur. Cihadın tabii ve kalıcı yöntemlerini manevî ve maddî olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Her iki yöntemi de bir arada zikreden Nahl sûresindeki davet âyeti[17], önce manevî nitelikteki hikmeti ve güzel öğüdü, sonra da en güzel metotla olmak şartıyla maddî ve bedenî mücadele faktörünü önerir. “De ki, işte benim yolum; ben de bana bağlı olanlar da bilinçle ve basiretle Allah’a davet etmekteyiz”[18] ve. “De ki, ben size tek şeyi öğütlemekteyim: Topluluk veya fert halinde Allah’ın huzurunda durup derin derin düşünmeniz…“[19] mealindeki âyetler manevî yöntemi açıklamaktadır. Silâhlı savaşın da dâhil olduğu ve ilgili âyetlerde olabildiğince güzel bir şekilde yürütülmesi istenen maddî nitelikteki yöntemin örnek olan ilk uygulamaları Asr-ı saâdetin daha çok Medine döneminde görülür.
“İ’lâ-yı kelimetullah” için yapılan cihada katkıda bulunmanın diğer bir şartı, dinin ortaya koyduğu iman esaslarına iman etmek, İslâmiyet’in bütün dünyaya huzur ve mutluluk getirecek, bütün insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak yegâne ve en mükemmel din olduğuna samimiyetle inanmaktır. Kur’ân-ı Kerîm’in Hz. Muhammed (s.a.v) ile ilk mücahidler olan diğer müslümanların Allah’ın indirdiği gerçeklere, Allah’a ve diğer inanç esaslarına iman ettiklerini, “duyduk ve itaat ettik” diyerek samimi inanç ve teslimiyetlerini gösterdiklerini bildiren âyeti[20], Hz. Peygamber ve ashabın davasını yürüttükleri dine önce kendilerinin inanıp bağlandıklarını, böylece davaları ile inançları arasında bir çelişki bulunmadığını göstermektedir. Öte yandan münafıkların pek çok âyette ağır ifadelerle suçlanmalarının sebebi de içine düştükleri bu çelişkidir. Kur’ân-ı Kerîm, samimi bir dindarlık halini alarak kişinin bütün benliğini saran imanın cihad azmini ve iradesini güçlendireceğine de işaret eder.[21] Ayrıca ilk dönem münafıklarının cihad hareketlerinde daima gevşeklik gösterdiklerine ilişkin âyetler[22] imanla ilgili tereddüt ve çelişkilerin cihad iradesini sarstığını ortaya koymaktadır.
Cihadın çeşitleri olarak şunları söyleyebiliriz:
- Ekonomi Savaşı: Kur’ân-ı Kerîmde, dış görünüşü itibariyle inançlı ve samimi görünen; fakat içinde müslümanlara karşı şiddetli husûmet duyguları besleyen insanların yetki ve imkânlara sahip olduklarında yeryüzünde ekini ve nesli bozmak için çaba gösterecekleri ifade edilmektedir.[23] Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu âyetlerin mâna ve muhtevası mutlak olup her dönem ve mekânın hak-bâtıl mücadelesini kapsamaktadır.[24] Ekonomik savaş konusunda İslâmiyet bir taraftan faiz, ihtikâr, rüşvet ve hırsızlık gibi haksız yollarla kazanç elde etmeyi yasaklamak, israfa karşı tedbirler getirip kanaatkârlığı teşvik etmek suretiyle müslüman toplumu meşru bir ekonomik düzen içinde güçlendirmeyi amaçlamış, diğer taraftan askerî güç yanında ekonomik güce sahip olmanın da önemini çeşitli vesilelerle vurgulamıştır. Cihadla ilgili âyetlerin çokça yer aldığı Enfâl sûresinde, müslümanların ancak bir kısmından haberdar olabildiği; fakat Allah katında malum olan düşmanlar için caydırıcı nitelik taşıyacak kadar ekonomik vb. alanlarda güç kazanma yolunda gayret sarfedilmesi emredilmiş ve Allah yolunda harcanacak şeylerin hiçbirinin zayi olmayacağı hatırlatılmıştır.[25] Hz. Peygamber’in, “Veren el alan elden hayırlıdır“[26] mealindeki hadisi de ekonomik gücün önemini vurgulayan hakîmâne bir ifadedir.
- Kültür Savaşı: İslâm dinindeki bütün emir ve tavsiyeler yeryüzünün halifesi kabul edilen insanın korunması, geliştirilmesi ve yüceltilmesini hedef almıştır. Bu sebeple İslâmiyet’in bâtıla karşı hakkı ayakta tutma ve güçlendirme savaşında insan neslinin korunması ve sağlıklı geliştirilmesine çok önem verdiği görülür. Kur’ân-ı Kerîm’de bozguncu güçlerin nesli tahrip etmeye yönelik faaliyetlerine dikkat çekilmiş[27], gençlerin bu tahriplerden korunmasına yönelik emir ve tavsiyeler, çocuğun ana rahminde teşekkülünden itibaren insanın ölümüne kadar uzanan bütün safhaları kapsamıştır. Kur’an’da fiilî savaş için kullanılan “nefr”=hücum etmek kelimesi, sürdürülecek ilmî çalışmalar için de kullanılmış ve her eli kılıç tutanın cephe savaşma çıkmayıp bazılarının kendilerini ilim-kültür savaşına vakfetmelerinin gereği üzerinde önemle durulmuştur.[28] Çağımızın kitleler arası etkileşim ve mücadele metotları içinde kültürün ilk sırada yer aldığı muhakkaktır. Bundan dolayı günümüzde cihadın, cephe savaşları yanında ekonomi ve kültür mücadelesi alanlarına kaydırılması zarureti doğmuştur.
- Silâhlı Savaş. Hak ile bâtıl arasındaki mücadelenin kıyamete kadar süreceğini ifade eden Hz. Peygamber[29], “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin; fakat buna mecbur kaldığınız takdirde tahammül gösterin. Allah’tan daima esenlik ve barış dileyin“[30] mealindeki hadisiyle hem sulh ve sükûnun değerini, hem de gerektiğinde bâtıla karşı fiilî mücadelede sabır ve sebatın gerekliliğini göstermiştir. Bütün temennilere rağmen savaşa engel olunamaması, İslâm dini ile mensuplarına yönelik hareketlerin daima potansiyel bir saldırı ve tahrip riski taşıması, müslümanların her zaman silâhlı savaşa hazırlıklı bulunmaları zaruretini doğurmakta ve Kur’ân-ı Kerîm’in, “Onlara karşı elinizden geldiğince kuvvet ve -cihad için- bağlanıp beslenen atlar -savaş araç ve gereçleri- hazırlayınız ki bununla Allah’ın düşmanını ve sizin düşmanınızı, bunlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutup cesaretlerini kirasınız“[31] mealindeki âyeti bunu göstermektedir.
Cihadın fazileti konusu İslâm telif tarihinde önemli bir yer tutar. Kur’ân-ı Kerîm’deki birçok emir ve tavsiye geniş anlamda cihadla ilgilidir. Özel olarak cihadı konu edinen âyetlerde “iman, hicret, Allah yolunda malla ve canla cihad” unsurları zikredilmekte ve bu hasletlere sahip bulunanların Allah ile olan dostluklarına sadık kaldıkları, ebedî mutluluğa ve her şeyin üstünde Allah rızâsına ulaşacakları ifade edilmektedir.[32] Kütüb-i Sitte başta olmak üzere birçok hadis kitabında cihadla ilgili hadisler “el-cihâd”, “fezâi-lü’l-cihâd”, “el-cihâd ve’s-siyer”, “es-si-yer”. “el-megazî” gibi özel bölümler halinde toplanmış, diğer bölümlerde de yeri geldikçe aynı konudaki rivayetler zikredilmiştir.
Cihada ilişkin hadislerin çoğunda Allah yolunda malı ile, canı ile veya her ikisiyle cihad edenin, insanlığın mutluluğunu sağlama ve Allah rızâsına ulaşma yolunda elde edeceği manevî dereceler özendirici anlatımlarla dile getirilmiştir.
[1] Tirmizî, “cihâd”, 2
[2] Müsned, 456
[3] Müsned, III, 124; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 17
[4] Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 17; Tirmizî, “Fiten”, 13
[5] Müslim, “îmân”, 80
[6] Buhari, “Cihâd”, 138; Müslim, “Birr”, 5
[7] Ankebût 29/69
[8] Meselâ bk. Massignon, s.80-81; Lewis. s.175; Lambton, s. 201
[9] Tevbe, 9/36
[10] Bakara, 2/193
[11] Bakara, 2/190
[12] Hac, 22/39-40; Bakara, 2/190; Nisâ, 4/75; Tevbe, 9/13
[13] Ankebût, 29/46; Mümtehine, 60/8-9
[14] Ankebût, 29/69
[15] Hac, 22/78
[16] bk. Bakara, 2/43; Âl-i İmrân, 3/110
[17] Nahl, 16/125
[18] Yûsuf 12/108
[19] Sebe’ 34/46
[20] Bakâra 2/285
[21] Âl-i İmrân, 3/173
[22] meselâ bk. Âl-i İmrân 3/167; Tevbe 9/81
[23] Bakara, 2/204-205
[24] Râzî, V, 214-218
[25] Enfal, 8/60
[26] Buhârî, “Zekât”, 18
[27] Bakara 2/ 205; Muhammed 47/22
[28] Tevbe 9/122
[29] Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 33
[30] Buhârî, “Cihâd”, 112; Müslim, “Cihâd”, 19
[31] Enfâl 8/60
[32] meselâ bk. Nisâ 4/95-96; Tevbe 9/20-21; Hucurât 49/15