İçeriğe geç

CİMRİLİK VE HAKSIZ KAZANÇ

Para, mal, mülk insana Cenâb-ı Hakk’ın vermiş olduğu nimetlerdir. Kıymeti bilinir, yerine harcanarak şükrü ödenirse çok güzel. Fakat iş askine olur, Allah’ın emrettiği yolda sarfedilmez, insan paraya tapacak bir hale gelirse bu da kötüdür.

İşte dikkat etmemiz îcâb eden yer burasıdır. Mala gönül bağlayan kimse git gide öyle bir hâle gelir ki -Allah korusun- artık dini, imanı hep para olur. Ve para için her şeyi ayak altına alır, her şeyi fedâ eder. İçinden millet, memleket, eş dost sevgisi silinir… Gözüne hiçbir şey görünmez olur.

Gerçi malın çokluğu, servetin genişliği büyük bir nimettir. Ve sâhibine göre faydalıdır. Denizin suyu ne kadar çok olursa olsun, geminin içine girmedikçe bir zarar vermediği gibi, bir adamın malı, mülkü ne kadar çok olursa olsun zararı yoktur. O mal, o mülk insanın gözünü kamaştırıp gönlüne girmedikçe hiçbir zarar vermez.

Lâkin mal sevgisi içine girer, paraya pula tapınacak bir hale gelirse işte o vakit içine su hücûm etmiş gemi gibi o adam da batar gider.

Böyle olan kimseler bir hayır da yapamazlar. Paraya tapıncak kadar âdîleşen bu adamlardan yardım istense artık canları gider, vermemek için bucak bucak kaçarlar. Aman bir şey istemesinler de ne olursa olsun, diye bir kenara siner, saklanırlar.

Hâlbuki mal da can da insana Allah’ın bir emanetidir. Sırası gelince ne mal ve ne de can esirgenmez.

Her ne kadar, “Ak akçe kara gün içindir.” denmişse de, böyle cimrilere, pintilere göre: “Ak akçe sâde üstüste istif edip seyretmek ve başında bekçi olmak içindir.” Kara gün de kendisinden bir yardım istediği gündür…

O zavallı ne yapsın, paracıklarını nasıl birbirinden ayırsın?… İstenen şey can değil ki versin. Para isteniyor. Ona hiç kıyılır mı? O istifler hiç bozulur mu?

Amma beride memleket tehlikedeymiş, filân zavallı açıkta kalmış; mektep, medrese, fabrika, köprü yapılacakmış, yardım lâzımmış… Ona ne?… O sâde para bilir, paraya tapınır, başka bir şey tanımaz. Yanında biri açlıktan can çekişse, onun imdadına koşamaz. Çünkü ucu paraya dokunur.

Amma onun bu hâli Allah (cc), Peygamber (sav) ve halk nazarında hoş görülmezmiş, herkes kendisi için iyi şeyler söylemezmiş… O, onu düşünmez. O her şeye râzıdır. Tek ondan para istemesinler! Allah etmesin!…

Dünyada bundan daha âdîlik, daha fenâlık mı olur?

İşte dinimiz bize bunun için: «Zengin olun. Lâkin mala mülke gönül vermeyip zenginliğin şükrünü ödeyin.» der.

Para pul gönülde değil; dolapta, kasada, kesede durmalı ve sırası geldikçe çoluk çocuğa, hayr u hasenâta, memleket nâmına kolayca sarf edilmelidir. Böyle olursa dünyalar dolusu mal olsa faydasından başka hiçbir zararı olmaz.

Bir Müslüman, memleketini, milletini paradan çok sevmeli; şerefini, haysiyetini her şeyden üstün tutmalı, fırsat düştükçe her türlü fedâkârlıktan asla geri durmamalıdır.

Hulâsa: Bir Müslüman ne müsriflik ederek parasını zâyi etmeli ne de cimrilik ederek malının sevgisini gönlüne indirmeli.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmakta:

“Allah’ın fazl (u kerminden) kendilerine verdiğini (harcamak ve infâk etmek hususunda) cimrilik edenler sakın bunun, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasın(lar). Bilakis bu, onlar için bir şerdir. Onların cimrilik ettikleri şey kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah (cc) ne yaparsanız (hepsinden) hakkıyla haberdârdır.”1

Rasûl-i Ekrem (sav) Efendimiz de:

“İki haslet (huy vardır ki bunlar) bir müminde toplanmaz: (birisi) cimrilik, (diğeri) kötü ahlâk.”2 buyurmaktadır.

Yine Efendimiz (sav):

“Müslüman olmakla beraber -ne merde ne nâmerde- muhtaç olmayacak derecede rızıklandırılan ve Allah (cc)’ın ihsân buyurduğu bu rızka kanâat eden bir kimse şüphe yok ki felâh bulmuştur.”3 buyurmuştur.

Bu hadîs-i şerif de, kalb istirâhati için ne kadar mühimdir.

Mademki insan işiyle gücüyle uğraşır, kendi çalışmasından istifade eder, geçinir. Boş ve haksız yere ötekinin berikinin kazancıyla zihnini yormaz, onun bunun elindekine göz dikmez, dedikodu ile vakit geçirmez, kendi işini ilerletmekle meşgul olur… Tabîîdir ki Cenâb-ı Hakk’ın verdiğine râzı olur, kanaat eder. Saâdet ve selâmette, rahat ve huzur içinde yaşar.

O, gücünün yettiği kadar çalışıp sebeplerini tamamladıktan sonra Cenâb-ı Hakk da ona kudretinin yetmediği diğer sebepleri yaratır, onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kanaat ve tevekkül edene Allah kâfîdir.

Tevekkül: sebeplere sarılmakla beraber tesirin kendinden değil, Allah’tan olduğuna i’tikâd etmek, demektir.

Ayet ve hadîslerin delâleti gereğince tevekkülde sebeplere yapışılır, sonu Hakk’ın lütfuna bırakılır.

Mesela: bir tarlaya usûlü dairesinde ekin ekilir. Her türlü âfâttan korunması ve bereketli olması Allah’ın lütf u keremine terk olunur.

Böyle çalışıp kazanılarak elindekine kanaat etmeyip de sû-i isti’mâlciliğe, anaforculuğa kalkan, başkalarının cebindekine kazancına göz diken kimselere Cenâb-ı Hakk fakirlik ve ihtiyaç kapılarını açar, hakîkî zengillikten kalplerini mahrum eder, rahat yüzü göremezler.

Anaforculuk mesleği, evvelâ bir takım serseriler arasında kurulur. Bir memlekete girerken önce onların arasında yerleşir, kökleşir, temelleşir. Anafor, kazanmak için her vasıtayı mübah bilen bir usûldür.

O açıkgözler(!), namuslu çalışıp sürünmektense, başkasının çalışıp kazandığına göz dikmeyi tercih ederler. Halk arasında: “Anafor kalktı.” sözü: “Beni faka bastıramazsın, başkasına yanaş!” manasındadır.

Sonraları tembellik, ahlâksızlık, kanaatsizlik çoğaldıkça, bunlardan doğan ihtiyaç derdi arttıkça anaforculuk mesleği, yavaş yavaş genişliyerek cemiyet fertleri arasında epey taraftar bulmaya başlar, bu yeni felsefenin
derinliğine ermek için faaliyete girişirler…

Önünü alma çareleri düşünülmezse nihayet en fazîletli adamlar, büyük kalp sahibi kimseler ve sâire de bu mesleğe açıktan açığa katılır…

İşte o zaman, anaforculuğun zaferini bütün parlaklığıyla ilan etmekten başka yapılacak şey kalmaz. Fırıldakcılar gürûhu, sû-i isti’mâller silsilesi, anaforculuk mesleği tam manasıyla genişleyerek memleketi kaplar.

Anaforculuk mesleğinin felsefesi şu yolda hülâsa edilebilir:

Şu üç beş günlük ömrümüzü ne için gam, kasâvetle geçirelim? Ne için bir lokma vücudumuzu, boş çalışmalar ve yorulmalarla tüketelim! Bir takım fuzûlî ahlâk ve dine inanalım, tabii zevklerimizden vaz geçelim, elinin altında para var mı? Çal! Filan var mı? Keyfet! Buldun mu bir budala, bir akılsız? Malına yahut ırzına göz dik! Herkesten al, çal, çırp, durma; boş durma; eğlenmene bak, insan dünyaya iki defa gelmez. Yaşasın, yaşasın, var olsun anafor!…

Bu meslekte olanlar, kanunların zayıf taraflarını da pek iyi öğrenerek yaptıkları işi ekseriyâ kitaba uydurup, güya bolluk içinde, geniş ve sıkıntısız geçinip gitmek isterler.

Şayet bir meselede foyaları meydana çıkarsa hiç insaf etmeksizin onu akıllarınca daha âciz, daha budala bir takım adamların üstüne atar, zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkmaya yahut meseleyi örtbas ettirmeye çalışırlar.

“Anaforcular” Allah’a, Peygamber’e, vatana, millete, fazîlete inananlara, onlara kul köle olanlara güler kendi keyflerine bakarlar. Daima milletin ayağı altına kuyu kazarlar.

Allah korkusu, Peygamber aşkı, ahiret fikri bulunmayan kimseler, her fenalığı gayet rahatlıkla işliye bilirler. Bu itibarla önce bunlara Allah’ını, Peygamberini tanıtarak hakkı bildirmeli; Allah’tan, hakk’tan, hukûktan korkmasını bu zavallı şaşkınlara öğretmeli. Bunu yapıp onları bu kötü durumdan kurtardıktan sonra, bu sayede cemiyeti de onların şerrinden kurtarmalıdır.

Çünkü Allah korkusu olmayan yerde başka korku yer alır. Ve bu korkudan yakayı kurtarmaya imkân buldukça ve fırsat da elverdikçe her yolsuzluk yapılır, her kıyafete girilir, şeytanlık yollarına gidilir, türlü türlü anaforculuklar alır yürür… artık hile ve düzenbazlık nâmına bütün ustalıklar, hünerler gösterilir.

1             Âl-i İmrân; 3/180.

2             Tirmizî, Birr, 41.

3             Müslim.