Kur’ân-ı Kerîm’de İbrahim Halilullah’ın (a.s) diliyle bize öğretilen “Rabbim bana salihlerden bir evlat nasip et.”[1] duası her birimizin kalbindedir. Salih bir evlat, insanın bu dünya hayatında kendisine emanet edilenlerin en kıymetlisidir. Peki, biz bu emaneti yetiştirirken kendimize ölçü olarak neyi/kimi kabul edeceğiz? Sadece yaşadığımız toplumda kendisiyle gurur duyacağımız, kendisi sebebiyle iltifata mazhar olacağımız bir çocuk mu yoksa ahirette göz aydınlığı olacak bir yavru mu yetiştireceğiz?
Müslüman bir camiada yetişen bizler için bu sorunun cevabı her ikisi de olabilir. Zira çevremizde kişinin dini/ahlâkı kendisine değer katmaktadır. Ancak ahlâklı olarak yetiştirmeye çalıştığımız çocuğumuzun toplum nazarında her daim makbul sayılacağından emin miyiz? Bu meselenin hakikaten böyle olup olmadığını edep kavramını merkeze alarak, bazı örnekler üzerinden takip etmek istiyoruz.
Mesela bir ortamda çocuğumuz hakkında “Maşallah, ne kadar da edepli bir çocuk!” denildiğinde acaba ne kastedilmektedir? Veya okuduğu okulda “Bu çocuk abilerine benzemiyor, onlar ne hoş çocuklardı!” denildiğinde çocuğumuzun tenkit edilen özelliği nedir?
Kendimizi de hesaba katacak olursak bir mekâna girdiğimizde duvarda “Edeb Yâ Hû!” ve “Edeble Gelen Lütufla Gider.” tablolarını gördüğümüzde bu tabloların bize verdiği ilk mesaj nedir?
Sanıyorum bu soruların cevaplarında göreceğimiz ortak mesaj başı eğik, mahzun bir ifade, sessiz-sakin bir davranış tipi olacaktır. Yani edepli bir insan olarak tarif ettiğimiz kişilerden beklenti; genelde ortamın ahengini bozmamak, sivrilecek davranışlarda bulunmamak, bir şeylere itiraz etmemek gibi davranışlar, yani hayata -doğru yanlış sorgulamadan- kabul esaslı yaklaşmaktır.
Hatırımıza, peki bu beklenti yanlış mıdır, sorusu gelebilir. Yani bir kimsenin hayata bu şekilde yaklaşması yanlış mıdır?
Bu ve diğer bütün meselelerde cevap bulacağımız merci, Dîn-i Mübînin her ayrıntısını bizlere bizatihi hayatı ile öğreten Nebî-yi Zîşân (s.a.v) Efendimiz’dir. Nitekim Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz güzel ahlâkı tamamlamak üzere[2] ve yüce bir ahlâk[3] ile gönderilmiş, bizlerden de Efendimiz’i (a.s) en güzel örnek[4] olarak kabul edip ve Ona tâbi olmamız istenmiştir.
Şimdi konuyu bazı örnekler üzerinden anlamaya çalışalım:
Evimizde aile içi bir mesele olan akraba ilişkilerine dair bir konunun konuşulduğunu düşünelim. Büyüklerin artık o kişiyle (kardeş-amca gibi aranın bozuk olduğu kişi) görüşülmeyeceğine dair fikir beyan ettiği bir mecliste evin küçüğünün konuya girip, büyüklerin söylediklerinde yanlışlar olduğunu ifade etmesi, akraba ilişkilerinin sağlam olmasının Rabbimizin emri olduğunu[5] hatırlatması halinde göreceği tepki ne olacaktır? “Sen büyüklerin işine ne karışıyorsun, edepsizlik etme, boyundan büyük işlere karışma” gibi bir tepki mi görür yoksa hakkı ifade etmesi sebebiyle takdir mi edilir?
Bir başka hadiseyi ise şöyle düşünelim:
Çocuğunuz ile birlikte bir büyüğü ziyarete gidiyorsunuz. İçeri girdiğinizde sizi güzelce yazılmış bir “Edeb Yâ Hû” karşılamakta. Sohbet esnasında ziyarete gittiğiniz kişinin ağzından hata üstüne hata dökülüyor ancak siz edebinizden(!) dolayı kendisine müdahale etmeyerek dinlemeye devam ediyorsunuz. Tam bu sırada çocuğunuz -güzel bir üslupla- söze girerek söylenilen cümlelerin doğru olmadığını ifade etmeye çalışıyor. Acaba o andaki hissiyatınız ne olurdu? Başınızdan kaynar sular mı dökülürdü yoksa çocuğunuzun yaptığı davranışla -gizli gizli de olsa- övünür müydünüz?
Son örnek ise hayatımızda daha sıkça karşılaştığımız bir hadiseden gelsin:
Aile veya arkadaş meclisinde olduğumuzu ve yanımızda çocuğumuzun da olduğunu düşünelim. Maalesef mecliste -artık hayatımızda yer eden bir alışkanlık olan- gıybet ediliyor ve herkes de bu durumun günah olduğunu hatırlayıp huzursuz olmayı geçelim zevkle başka bir kimsenin arkasından konuşuyor. O sırada meclisin küçüklerinden olan çocuğunuz bu şekilde konuşulmaması gerektiğini, Allah Teâlâ’nın bu yapılanı yasaklayıp, kardeşinin ölü etini yemekle[6] kıyas ettiğini hatırlatarak ortamın buz kesmesine sebep oluyor. Bu durumda vereceğimiz tepki, ne biçim konuşuyorsun sen, gibi bir tepki mi, görmezden gelerek bir anlık sessizlikten sonra devam etmek mi, yoksa kendisini bu doğruyu hatırlattığı için takdir etmek mi olacaktır?
Verilen örneklerde çocuğun bu tepkileri mecliste yapılması gereken en edepli davranış olacaktır. Ve eğer biz bu çocuğa menfi tepkiler verecek olursak o da yapılacak en yanlış iş olacaktır. Kendisinde bulunan doğru edep anlayışı, yaşadığı toplumun anlayışına göre değişerek maalesef örfî bir edep anlayışına dönüşecektir. Sonraki yaşlarda ise önceliğine dinin değil toplumun kıstaslarını alarak -Allah muhafaza- riyaya varan bir hayat anlayışına sahip olabilecektir. Ezcümle aile içi otorite veya toplumdaki dengelerin sağlanması için -Allah muhafaza- evladımızı heba etmemeliyiz.
Peki, örneklerimizdeki çocuğun yapmış olduğu bu davranışları haklı çıkaracak edep anlayışı nedir?
Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere edep/ahlâktaki yegâne örneğimiz Fahr-i Kâinat (s.a.v) Efendimiz’dir. Bilindiği üzere Efendimiz’in (a.s) hayatında her an, her davranış Allah’ın rızası gayesi ile yapılmakta idi. Bu minvalde Peygamberimiz’in (a.s) yolunda olduğunu iddia eden bizlerin de edep kelimesini duyduğunda toplumsal/örfî manasından önce bunun Allah Teâlâ’ya karşı bir tavır olduğunu düşünmesi gerekir. Bu manada verilen örnekler üzerinden kıyas edersek aileme karşı mı yoksa Rabbime karşı mı edepli olmam gerekiyor sorusunu cevaplamaya hacet bile yoktur.
Son olarak üzerinde duracağımız husus edepten gayemizin ne olduğu sorusudur. Zira bir işin değerini belirlerken onunla neye varmayı amaçladığımız da mühimdir.
Bütün amellerimizde olduğu gibi edebe dair davranışlarımızda da gaye dinimizi ihsan/ihlas makamında yaşamak olmalıdır. Yani her işimizi Allah’ın bizi gördüğü bilinci ile yapmalıyız. Yoksa edepli(!) olarak toplum nazarında itibar kazanmaya çalışmak bizi ve amellerimizi ihlas dairesinin dışına itecektir. Her davranışımızda Allah’ın rızasını gözetmek ise hem bizlere ihlaslı bir hayat kazandıracak hem de toplum ve aile içi huzurumuzun sağlanmasına vesile olacaktır.
[1] Sâffât, 37/100.
[2] Muvatta, Husnü’l Halk, 8.
[3] Kalem, 68/4.
[4] Ahzâb, 33/21.
[5] Nisâ, 4/1.
[6] Hücurat 12