Da’vet ve irşad ehli olan İslâm âlimleri her zaman Hak’tan yana olmuş, bu yolda karşılaştıkları rahatsız edici söz ve davranışlara büyük bir kararlılıkla göğüs gererek hakkı her durum ve zeminde söylemekten geri durmamışlardır.
İrşad ehli âlimler her gerektiğinde hakkı söylemekten geri durmamış, bu konuda hiçbir zaman menfaat hesabı yapmamış ve hilâf-ı hakîkat sözler söylememişlerdir. Allah’tan korkarak yarın rûz-i mahşerde, mahkeme-i kübrâda, Allah’ın huzurunda nasıl hesap veririm sorumluluk ve duyarlılığıyla hareket etmişlerdir.
Bilindiği üzere, hakkı söylemek, hakka davet etmek ve irşad etmek bazen acıdır. Çünkü hakkı söylemek batıla ve batıldan yana olanlara ağır gelir.
İslâm’da savaşın gayesi, insanları hakka da’vet etmek, onların inançta ve amelde doğruyu bulmaları için gerekli yolları açmaya ve engelleri ortadan kaldırmaya çalışmaktır.
İslâm’da bir ruhbanlık sınıfının bulunmayışı İslâm da’vetini Hristiyan misyonerliğinden tamamen farklı kılmış, bir misyonerlik müessesesinin doğmasını önlemiş ve davetin ferdî bir görev olarak yürütülmesine yol açmış, bu şekilde İslâm daveti, Hristiyan misyonerlik kurumunun aksine, müstemlekecilik ve sömürü gibi siyasî ve ekonomik art niyetler taşıyan organize bir hareket olmaktan hep uzak kalmıştır.
İslâmiyet’in, doğuşundan itibaren insanların gönlünde yer etmesi, yayılması ve evrensel bir din haline gelmesinin önemli âmillerinden biri, başta Peygamber olmak üzere mensuplarının dinin gereklerini yerine getirmesi, sözleriyle fiillerinin birbirine uymasıdır. Özellikle büyük halk kitleleri nazarî bilgilerden çok, örnek Müslüman tiplerinden etkilenerek İslâm dinini benimsemiştir.
İrşad faaliyetlerinde göğüs gerilmesi gereken başlıca iki güçlükten söz etmek mümkündür. Bunlardan biri mürşidin beşeri arzularına direnişi, diğeri ise dıştan gelecek tepkilerdir.
Kur’an-ı Kerim’de, irşad görevinin yerine getirilmesi sırasında ortaya çıkacak güçlüklere karşı sabır ve namazı vasıta kılarak Allah’tan yardım istenmesi tavsiye edilmiştir.
Sonuç olarak ulaşım ve haberleşmedeki gelişmeler bakımından küçülmüş sayılan dünyamızda duyarlı bir şekilde her zaman hakkı söylemeye, hakla söylemeye, haklı olarak söylemeye, hakkı söyletmeye ve hakkın söyletmesine çalışmalıyız.
Şiarımız hakkın ve hakikatin ağzı olmaktır. Bilmeliyiz ki, hak ile olan kimse haklı olur, hakkı söyler ve neticede hak onu söyletir.
Kısaca İslâm dinini tanıtıp insanlığa sunmak ve Müslümanları dinî vazifelerini yerine getirmeye çağırmak anlamına gelen “da’vet” ile Müslümanın söz ve yaşantısıyla doğru yolu göstermesi demek olan “irşad”, başta ulema olmak üzere her Müslüman için önemli olan dini bir görevdir.
Da’vet ve irşad ehli olan İslâm âlimleri her zaman Hak’tan yana olmuş, bu yolda karşılaştıkları rahatsız edici söz ve davranışlara büyük bir kararlılıkla göğüs gererek hakkı her durum ve zeminde söylemekten geri durmamışlardır.
Rasulullah (s.a.v) haccda şeytan taşlamada birinci cemrenin yanında iken yanına biri geldi ve “Ya Rasûlallah, hangi cihad efdaldir?”diye sordu. Peygamberimiz cevap vermeden Akabe taşlamasını yapıp bineğine binmek üzere ayağını üzengiye koyduğunda, “O soru sahibi nerededir?” buyurdu. Adam “İşte benim ya Rasûlallah” dedi. Peygamberimiz cevaben, “En faziletli cihad, zalim sultana hakkı/gerçeği söylemektir” buyurdu.
İrşad ehli âlimler her gerektiğinde hakkı söylemekten geri durmamış, bu konuda hiçbir zaman menfaat hesabı yapmamış ve hilâf-ı hakîkat sözler söylememişlerdir. Allah’tan korkarak yarın rûz-i mahşerde, mahkeme-i kübrâda, Allah’ın huzurunda nasıl hesap veririm sorumluluk ve duyarlılığıyla hareket etmişlerdir.
Bilindiği üzere, hakkı söylemek, hakka davet etmek ve irşad etmek bazen acıdır. Çünkü hakkı söylemek batıla ve batıldan yana olanlara ağır gelir.
Şimdi davet ve irşad nedir, davet ve irşad ehli olanlar hangi hayırlı çalışmaları gerçekleştirmişlerdir konusuna daha yakından bakmaya çalışalım.
DA’VET
İslâm dinini yayma ve Müslümanları dinî vazifelerini yerine getirmeye davet etme anlamına gelen “da’vet” kelimesi altı ayette geçer. Ancak değişik türevleri Kur’an-ı Kerim’de 205 defa kullanılmıştır. Hadis metinlerinde de çeşitli vesilelerle kullanılan da’vet ve türevleri, İslâm’a ve İslâmî ilkelerin uygulanmasına çağrı yanında Allah’a dua etme, insanların yeniden dirilip mahşerde toplanmaları için kabirlerinden çağırılmaları, yemek ve ziyafete davet etme gibi değişik manalarda kullanılır. Ayrıca ayetlerde “İslâm’a”, “imana”, “Allah yoluna”, “Allah’ın kitabına”, “hakka”, “hayra”, “kurtuluşa”, “hayat kaynağına” ve “esenliğe” çağrı gibi anlamlarda da kullanılır.
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.v) “Allah’ın davetçisi/dâiyallah” olarak nitelendirilmiş ve mükellef olduğu da’vet vazifesi “da’vet et” emri yanında “tebliğ et”, “hatırlat”, “ikaz et” gibi daha başka kelimelerle de ifade edilmiştir.
İslâm’da savaşın gayesi, insanları hakka da’vet etmek, onların inançta ve amelde doğruyu bulmaları için gerekli yolları açmaya ve engelleri ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Hz. Peygamber bir ordu veya seriyye hazırladığında kumandanına ve askerlerine özetle şu talimatı verirdi: “Allah adına gaza ediniz, çocuklara dokunmayınız; aşırı gitmeyiniz; haksızlık etmeyiniz. Düşmanlarınızla karşılaştığınızda önce onları İslâm’a da’vet ediniz; eğer Müslüman olurlarsa bunu yeterli bulunuz ve onlara kılıç çekmeyiniz; Müslüman olmazlarsa bir anlaşma esası olmak üzere cizye vermelerini teklif ediniz.”
Kur’an-ı Kerim’de çeşitli vesilelerle Hz. Muhammed’in risâletinin bütün insanlığı kapsadığı, insanlar üzerinde bir zorba olmadığı, görevinin irşad, tebliğ ve da’vetten ibaret bulunduğu ifade edilmiştir. Ve da’vet çalışmalarında “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle da’vet et; onlarla tartışmanı en güzel bir şekilde sürdür.” mealindeki ayete uymaları özellikle istenmiştir.
Hz. Peygamber’in risâlet süresi boyunca en yakınında bulunanlardan başlayarak sonunda bütün Arap yarımadasını kapsayan da’vet faaliyetinde ulaşmış bulunduğu büyük başarı/muvaffakiyet, onun uyguladığı da’vet yolunun ne kadar başarıya götürücü usul olduğunu göstermektedir. Bu metotların uygulanışında hazırlık, kadrolaşma, kitleleşme ve devletleşme şeklinde dört merhaleden geçildiği görülür.
Hz. Muhammed (s.a.v)’in, her zaman af, müsamaha, yumuşaklık/hilm, şefkat ve merhameti; kin, öfke, zorbalık ve düşmanlığa tercih ettiği görülür. Kur’ân-ı Kerîm onun muhataplarına karşı olan tavrını şu şekilde ifade eder: “İlâhî bir lütuf sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın çevrenden dağılır giderlerdi”.
Hz. Peygamber (s.a.v), davet ve irşad kapsamında Müslüman olan ve olmayan akraba ve çevresiyle ilgisini ısrarla devam ettirmiş, toplumları üzerindeki etkilerini göz önüne alarak kabile reislerine özel bir ilgi göstermiş, da’vetini sunmak üzere toplantılar düzenlemiş; çarşı, pazar, panayır ve ev gibi insanların toplu olarak bulunduğu her yerde tebliğ faaliyetini devam ettirmiştir.
Da’vet, Müslümanların kaçınılmaz görevlerinden biri sayılmış ve “Sizden öyle bir cemaat bulunsun ki -onlar insanları- hayra da’vet etsin; iyiliği emredip kötülükten sakındırsın” mealindeki âyet da’vetin içtimaî bir vazife olduğunu açıkça göstermiştir.
Tarihî kaynakların verdiği bilgilere göre, İran, Horasan, Mâverâünnehir gibi bölgelerle Afrika’nın çeşitli yörelerinde İslâm’ın yayılışı bu tür da’vet faaliyetleriyle gerçekleşmiştir. İslâm’ın bu şekilde barışçı yollarla yayılışında Müslüman tacirlerin davet çalışmalarının büyük payı vardır. Meselâ Kuzey Afrika ile Habeşistan, Somali gibi Doğu Afrika ülkeleri daha çok Hadramutlu tüccarların da’vetleriyle müslümanlaşmıştır. Hindistan, Çin ve Endonezya, Malezya, Filipinler gibi Uzakdoğu ülkelerinde de İslâm’ın yayılışı aynı yolla gerçekleşmiştir.
İslâm’a da’vet faaliyetinde önemli payı olan bir kesim de sûfîlerdir. Nitekim Anadolu ve Balkanlar’ın İslâmlaşmasında en büyük şeref bu kesime aittir. Özellikle Ahmed Yesevî, Abdülkâdir-i Geylânî, Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî, Ebü’l-Abbas el-Mürsî, İbn Atâullah el-İskenderî, Seyyid Ahmed et-Ticânî, Seyyid Muhammed b. Ali es-Senûsî gibi ünlü sûfîler gerek cezbedici dinî-ahlâkî şahsiyet ve yaşayışlarıyla, gerekse vaaz ve irşadlarıyla güçlü ve etkili birer davetçi olarak kendi ülkelerinde faaliyet göstermişler, onların müntesipleri de aynı faaliyetleri devam ettirmişlerdir.
Da’vet faaliyetinde tüccarlara ve sûfilere hacıların ve ayrıca yabancılar eline düşen Müslüman esirlerin çabalarını da eklemek gerekir. Mukaddes topraklarda tazelenen ve güçlenen dinî duygularla ülkelerine dönen hacılar, bu duyguların verdiği azim ve şevkle birer İslâm davetçisi olarak çalışmışlardır. Hatta hacıların bu çalışmalarındaki başarılarından kaygılanan bazı Avrupalı yöneticiler kendi sömürgelerinde hacca gidişi engellemek için ağır vergiler koymuşlar ve vizesiz hacca gidenlere cezaî müeyyideler uygulamışlardır.
İslâm’da bir ruhbanlık sınıfının bulunmayışı İslâm da’vetini Hristiyan misyonerliğinden tamamen farklı kılmış, bir misyonerlik müessesesinin doğmasını önlemiş ve davetin ferdî bir görev olarak yürütülmesine yol açmış, bu şekilde İslâm daveti, Hristiyan misyonerlik kurumunun aksine, müstemlekecilik ve sömürü gibi siyasî ve ekonomik art niyetler taşıyan organize bir hareket olmaktan hep uzak kalmıştır.
İRŞAD
Hidayet ile eş anlamlı olan “irşâd”, doğru yolu göstermek demektir. “Allah’ın, kulunun fiilini kendi rızâsına uygun şekilde yapmasını müyesser kılması.” diye tanımlanabilen “tevfîk” ile irşad arasında anlam yakınlığı vardır.
Kur’an-ı Kerim’de irşad ve aynı kökten türeyen başka kelimeler on dokuz ayette geçmektedir. Doğru yolu bulmuş olanların zikredildiği bir ayette mü’minler için, “Allah size imanı sevdirmiş, onu gönüllerinize sindirmiş, küfrü, fasıklığı ve isyanı da size çirkin göstermiştir.” buyurulmaktadır.
Rüşd kavramı hadislerde “maddî ve manevî alandaki doğru yolu bulmak, bu yolu göstermek” anlamında kullanılmıştır. Hz. Peygamber, Müslüman olması sırasında Husayn’e bütün davranışlarında doğru olanı bulma yeteneğini kendisine ihsan etmesi için Allah’a dua etmesini tavsiye etmiş kendisi de Hucurât Sûresi’nde doğru yolu bulmuş olanlar için zikredilen vasıfları lütfetmesini Cenâb-ı Hak’tan talep etmiştir.
Hz. Peygamber, bir toplumu oluşturan insanları aynı gemiye binmiş olan yolculara benzetmektedir. Geminin alt katında bulunanlar su ihtiyaçlarını karşılamak üzere delik açmaya kalkışır, üst kattakiler de onlara engel olmazsa hep beraber boğulacak, üsttekiler uyarı görevlerini yerine getirdikleri takdirde yine hep beraber selâmete ereceklerdir.
Hayber Kalesi’nin kuşatılması sırasında Hz. Ali’nin, “Hayber Yahudileriyle bizim gibi Müslüman oluncaya kadar savaşmalıyız” şeklindeki önerisi üzerine Rasûl-i Ekrem’in verdiği cevap irşadın İslâm’daki önemini belirtmesi açısından dikkat çekicidir: “Acele etme yâ Ali! Hayber toprağına sükûnetle gir, sonra onları İslâm’a davet et. Şunu bil ki tek bir kişinin senin irşadınla Müslüman olması en değerli ganimet olan kızıl develerin sana verilmesinden daha hayırlıdır.
Nahl Sûresi’nin 125. ayetinde irşad için takip edilecek yöntemin “hikmet, güzel öğüt, iyi niyet ve samimiyete dayalı inandırıcı tartışma” olduğu ifade edilmektedir.
Fiilî irşad yöntemi de önemlidir. İlgili ayette, İsrâiloğulları âlimlerinin ilâhî mesajı okuyup gerçeği bildikleri halde kendilerini unutarak sadece diğer insanlara erdemli olmayı emretmeleri eleştirilmiş, böyle davrananların akıllarını kullanmadıkları ifade edilmiştir.
İslâmiyet’in, doğuşundan itibaren insanların gönlünde yer etmesi, yayılması ve evrensel bir din haline gelmesinin önemli âmillerinden biri, başta Peygamber olmak üzere mensuplarının dinin gereklerini yerine getirmesi, sözleriyle fiillerinin birbirine uymasıdır. Özellikle büyük halk kitleleri nazarî bilgilerden çok, örnek Müslüman tiplerinden etkilenerek İslâm dinini benimsemiştir.
Emr bi’1-ma’rûf, nehy ani’l-münker mükellefiyeti açısından düşünüldüğü takdirde irşadın bütün Müslümanlara yönelik bir görev olduğu anlaşılır. “Ey Peygamber! Biz seni gerçeğin bir temsilcisi, bir müjdeci ve uyarıcı, herkesi Allah’ın izniyle O’na çağıran ve ışık saçan bir kandil konumunda gönderdik.” mealindeki ayet hem Rasûl-i Ekrem’in irşad hiyerarşisinin başında yer aldığını bildirmekte hem de mürşidin önemli niteliklerini anlatmaktadır.
Mürşid için önemli olan diğer bir vasıf da onun sabırlı olmasıdır. İrşad faaliyetlerinde göğüs gerilmesi gereken başlıca iki güçlükten söz etmek mümkündür. Bunlardan biri mürşidin beşeri arzularına direnişi, diğeri ise dıştan gelecek tepkilerdir. Kur’an-ı Kerim’de, irşad görevinin yerine getirilmesi sırasında ortaya çıkacak güçlüklere karşı sabır ve namazı vasıta kılarak Allah’tan yardım istenmesi tavsiye edilmiştir. Rasûl-i Ekrem de insanların arasına girip eziyetlerine katlanan Müslümanın onlarla bir arada bulunmayan, dolayısıyla eziyetlerine mâruz kalmayan Müslümandan daha hayırlı olduğunu bildirmiştir.
Batıldan yana olanlar gerek gördüklerinde yalan söylemek, hileye başvurmak, oyunlar tertip edip, suret-i haktan görünüp sinsice hareket etmek yoluna girer ardından hak ehline iftira eder.
Hakkın tebliğ ve davet tarihinde hiç şüphesiz peygamberler örnek davranışlarıyla önde yer alırlar.
İşte Nuh (a.s) davet ve tebliğ için: “Allah’tan korkup korunmaz mısınız? Şüphe yok ki, ben size gönderilmiş bir peygamberim. Bana güvenebilirsiniz; bende yalan yoktur. Hem ben sizden ecir de ücret de istemem. Benim ecrim Alemlerin Rabbi olan Allah’a aittir. 0 halde Allah’tan korkup bana tabi olun.” diyordu.
Onlar Nuh Peygambere: “Sen yalan söylüyorsun, sen de bizim gibi bir insansın. Sana uyanlar düşük kimselerdir, bunları yanından kovmalısın. Allah’a iftira ediyorsun, çok ileri gidiyorsun. Sen bu davadan vazgeçmezsen seni taşlarız, taşla öldürürüz; şimdi de ustalığa başladın, gemi yapıyorsun öyle mi?” diyerek karşılıkta bulundular. Hatta daha ileri giderek Ona saldırdılar, Onu dövmeye çalıştılar. Nuh Aleyhisselam ise haktan hiç taviz vermedi; sabır ve tahammül gösterdi. Neticede kazanan kendisi ve onun taraftarları kaybeden de batıl ve batılın taraftarları oldu.
Hz. Muhammed (s.a.v)’e gelince Ona “Yalan söylüyor, iftira ediyorsun, sihirbazsın, kahinsin, makam ve mevki peşindesin.” dediler. Bunları söylemekle yetinmediler. Tehdit ve hakarete başladılar. Mekke’nin sokaklarında gezerken, yüzüne toprak attılar, taş yağmuruna tuttular, hayatına kastetmek üzere evini ablukaya aldılar. Ama O, bütün bunlara rağmen haktan taviz verme yoluna asla gitmedi ve “Bir elime güneşi, bir elime de ayı verseniz ben bu davadan vazgeçmem.” buyurdu.
Sahabe de aynı yolu izledi. Buhârî’nin naklettiğine göre, sahabeden Erat oğlu Habbab dedi ki, “Müşriklerin yaptıkları işkenceler şiddetlenmişti. Peygambere geldim ve şöyle dedim: Ey Allah’ın Rasûlü! Bu kâfirlere karşı bize dua et. Oturduğu yerden doğruldu. Yüzü kızarmıştı. Ve şöyle buyurdu: “Sizden öncekilerin başına çok sıkıntılar geldi. Demir taraklarla tepeden tırnağa tarandılar. Fakat bütün bunlara rağmen dinlerinden dönmüyorlardı. Yemin ederim ki, Allah bu dini tamamlayacaktır. Bir gün gelecek; atlı bir kimse San’adan Hadramut’a kadar gidecek de Allah’tan başka kimseden korkmayacaktır.”
Sonuç olarak ulaşım ve haberleşmedeki gelişmeler bakımından küçülmüş sayılan dünyamızda duyarlı bir şekilde her zaman hakkı söylemeye, hakla söylemeye, haklı olarak söylemeye, hakkı söyletmeye ve hakkın söyletmesine çalışmalıyız.
Şiarımız hakkın ve hakikatin ağzı olmaktır. Bilmeliyiz ki, hak ile olan kimse haklı olur, hakkı söyler ve neticede hak onu söyletir.