İçeriğe geç
Anasayfa » DAVET EHLİ-İRŞAD EHLİ ÂLİMLER

DAVET EHLİ-İRŞAD EHLİ ÂLİMLER

Kısaca İslâm dinini tanıtıp insanlığa sunmak ve müslümanları dinî vazifelerini yerine getirmeye çağırmak anlamına gelen “da’vet” ile müslümanın söz ve yaşantısıyla doğru yolu gös­termesi” demek olan “irşad”, başta ulema olmak üzere her Müslüman için önemli olan dini bir görevdir.

Davet ve irşad ehli olan İslâm âlimleri her zaman Hak’tan yana olmuş, bu yolda karşılaştıkları rahatsız edici söz ve davranışlara büyük bir kararlılıkla göğüs gererek hakkı her durum ve zeminde söylemekten geri durmamışlardır.

Rasulullah (s.a.v) haccda şeytan taşlamada birinci cemrenin yanında iken yanına biri geldi ve “ Ya Rasulallah, hangi cihad efdaldir?”diye sordu. Peygamberimiz cevap vermeden Akabe taşlamasını yapıp bineğine binmek üzere ayağını özengiye koyduğunda, “O soru sahibi nerededir”?  buyurdu. Adam “İşte benim ya Resulallah” dedi. Peygamberimiz cevaben, “En faziletli cihad, zalim sultana hakkı/gerçeği söylemektir” buyurdu.

İrşad ehli âlimler her gerektiğinde hakkı söylemekten geri durmamış, bu konuda hiçbir zaman menfaat hesabı yapmamış ve hilâf-ı hakîkat sözler söylememişlerdir. Allah’tan korkarak,  yarın rûz-i mahşerde, mahkeme-i kübrâda Allah’ın huzurunda nasıl hesap veririm, sorumluluk ve duyarlılığıyla hareket etmişlerdir.

Bilindiği üzere, hakkı söylemek, hakka davet etmek ve hakka irşad etmek bazen acıdır. Çünkü,  hakkı söylemek batıla ve batıldan yana olanlara ağır gelir.

Şimdi davet ve irşad nedir, davet ve irşad ehli olanlar hangi hayırlı çalışmaları gerçekleştirmişlerdir konusuna daha yakından bakmaya çalışalım.

DAVET

İslâm dinini yayma ve müslümanları dinî vazifelerini yerine getirmeye davet etme anlamına gelen “Da’vet” kelimesi altı âyette geçer. Ancak de­ğişik türevleri Kur’an-ı Kerim’de 205 defa kullanılmıştır. Ha­dis metinlerinde de çeşitli vesilelerle kullanılan da’vet ve türevleri, âyet ve hadislerde İslâm’a ve İslâmî ilkelerin uy­gulanmasına çağrı yanında Allah’a dua etme, insanların yeniden dirilip mahşerde toplanmaları için kabirle­rinden çağırılmaları, ye­mek ve ziyafete davet etme gibi deği­şik mânalarda kullanıldığı gibi ayetlerde  “İslâm’a,”, “imana,” Allah yo­luna, “Allah’ın kitabına, “hakka”, “hayra”, “kurtuluşa,  “hayat kaynağına” ve “esenliğe” çağrı  gibi anlamlarda da kullanılır.

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber (s.a.v) “Al­lah’ın davetçisi/dâiyallah” olarak nite­lendirilmiş ve mükellef olduğu da’vet vazifesi “da’vet et” emri yanında “tebliğ et”, “hatırlat”, “ikaz et” gibi daha başka kelimelerle de ifade edilmiştir.

İslâm’da savaşın gayesi, insanları hakka da’vet etmek, onların inançta ve amelde doğruyu bulma­ları için gerekli yolları açmaya ve engel­leri ortadan kaldırmaya çalışmaktır.  Hz. Pey­gamber bir ordu veya seriyye hazırladı­ğında kumandanına ve askerlerine özet­le şu talimatı verirdi: “Allah adına gaza ediniz, çocuklara dokunmayınız; aşırı gitmeyi­niz; haksızlık etmeyiniz. Düşman­larınızla karşılaştığınızda önce onları İs­lâm’a da’vet ediniz; eğer müslüman olur­larsa bunu yeterli bulunuz ve onlara kılıç çekmeyiniz; müslüman olmazlarsa bir anlaşma esası olmak üzere cizye verme­lerini teklif ediniz.”

Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli vesilelerle Hz. Muhammed’in risâletinin bütün in­sanlığı kapsadığı,  insanlar üzerinde bir zorba olmadığı, gö­revinin irşad, tebliğ ve da’vetten ibaret bulunduğu ifade edilmiştir.  Ve da’vet çalışmalarında “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle da’vet et; onlarla tartışmanı en güzel bir şekilde sürdür.” mealindeki ayete uymaları özellikle istenmiştir.

Hz. Peygamber’in risâlet süresi bo­yunca en yakınında bulunanlardan baş­layarak sonunda bütün Arap yarımadasını kapsayan da’vet faaliyetinde ulaş­mış bulunduğu büyük başarı/muvaffakiyet, onun uy­guladığı da’vet yolunun ne kadar başarı­ya götürücü usul olduğunu göster­mektedir. Bu metotların uygulanışında hazırlık, kadrolaşma, kitleleşme ve devletleşme şeklinde dört merhaleden ge­çildiği görülür.

Hz. Muhammed (s.a.v)’in, her zaman af, müsa­maha, yumuşaklık/hilm, şefkat ve mer­hameti; kin, öfke, zorbalık ve düşmanlı­ğa tercih ettiği görülür. Kur’ân-ı Kerîm onun muhataplarına karşı olan tavrını şu şekilde ifade eder: “İlâ­hî bir lütuf sayesinde sen onlara yumu­şak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın çevrenden dağılır giderlerdi”.

Hz. Peygamber (s.a.v), davet ve irşad kapsamında müs­lüman olan ve olmayan akraba ve çev­resiyle ilgisini ısrarla devam ettirmiş, toplumları üzerindeki et­kilerini göz önüne alarak kabile reisleri­ne özel bir ilgi göstermiş, da’vetini sun­mak üzere toplantılar düzenlemiş, çar­şı, pazar, panayır ve ev gibi insanların toplu olarak bulunduğu her yerde teb­liğ faaliyetini devam ettirmiştir.

Davet müslü­manların kaçınılmaz görevlerinden biri sayılmış ve “Sizden öyle bir ce­maat bulunsun ki -onlar insanları- hay­ra da’vet etsin; iyiliği emredip kötülük­ten sakındırsın” mea­lindeki âyet da’vetin içtimaî bir vazife ol­duğunu açıkça göstermiştir.

Tarihi kaynakların verdiği bilgilere göre, İran, Horasan, Mâverâünnehir gibi bölgelerle Afrika’nın çeşitli yörelerinde İs­lâm’ın yayılışı bu tür davet faaliyetleriy­le gerçekleşmiştir. İslâm’ın bu şekilde barışçı yollarla yayılışında müslüman ta­cirlerin davet çalışmalarının büyük payı vardır. Meselâ Kuzey Afrika ile Habeşis­tan, Somali gibi Doğu Afrika ülkeleri da­ha çok Hadramutlu tüccarların da’vetleriyle müslümanlaşmıştır. Hindistan, Çin ve Endonezya, Malezya, Filipinler gibi Uzakdoğu ülkelerinde de İslâm’ın yayılı­şı aynı yolla gerçekleşmiştir.

İslâm’a davet faaliyetinde önemli pa­yı olan bir kesim de sûfîlerdir. Nitekim Anadolu ve Balkanlar’ın İslâmlaşmasın­da en büyük şeref bu kesime aittir. Özel­likle Ahmed Yesevî, Abdülkâdir-i Geylânî, Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî, Ebü’l-Abbas el-Mürsî, İbn Atâullah el-İskenderî, Seyyid Ahmed et-Ticânî, Seyyid Muhammed b. Ali es-Senûsî gibi ünlü sûfîler gerek cezbedici dinî-ahlâkî şahsiyet ve yaşayışlarıyla, gerekse vaaz ve irşadlarıyla güç­lü ve etkili birer davetçi olarak kendi ülkelerinde faaliyet göstermişler, onla­rın müntesipleri de aynı faaliyetleri de­vam ettirmişlerdir.

Davet faaliyetinde tüccarlara ve sûfilere hacıların ve ayrıca yabancılar eline düşen müslüman esir­lerin çabalarını da eklemek gerekir. Mu­kaddes topraklarda tazelenen ve güçle­nen dinî duygularla ülkelerine dönen ha­cılar, bu duyguların verdiği azim ve şevk­le birer İslâm davetçisi olarak çalışmışlardır. Hatta hacıların bu çalışmaların­daki başarılarından kaygılanan bazı Av­rupalı yöneticiler kendi sömürgelerinde hacca gidişi engellemek için ağır vergiler koymuşlar ve vizesiz hacca gidenlere cezaî müeyyideler uygulamışlardır.

İslâm’da bir ruh­banlık sınıfının bulunmayışı İslâm da’ve­tini hıristiyan misyonerliğinden tama­men farklı kılmış  bir misyonerlik müessesesinin doğmasını önlemiş ve davetin ferdî bir görev olarak yürütülmesine yol açmış, bu şekilde İslâm daveti, hıristiyan mis­yonerlik kurumunun aksine, müstemle­kecilik ve sömürü gibi siyasî ve ekono­mik art niyetler taşıyan organize bir ha­reket olmaktan hep uzak kalmıştır.

İRŞAD

Hidayet ile eş anlamlı olan “İrşâd”, doğru yolu gös­termek demektir. “Allah’ın, kulunun fiilini kendi rızâsına uygun şekilde yapmasını müyesser kılması.” diye tanımlanabilen “tevfîk” ile irşad arasında anlam yakın­lığı vardır.

Kur’an-ı Kerim’de irşad ve aynı kökten tü­reyen başka kelimeler on dokuz âyette geçmek­tedir. Doğru yolu bulmuş olanların zikredildiği bir âyette mü’minler için, “Allah size imanı sevdirmiş, onu gönüllerinize sindir­miş, küfrü, fasıklığı ve isyanı da size çirkin göstermiştir.”  buyurulmaktadır.

Rüşd kavramı hadis­lerde “maddî ve manevî alandaki doğru yolu bulmak, bu yolu göstermek” anla­mında kullanılmıştır. Hz. Peygamber, müslüman olması sırasında Husayn’e bütün davranışlarında doğru olanı bulma yete­neğini kendisine ihsan etmesi için Allah’a dua etmesini tavsiye etmiş kendisi de Hucurât Sûresi’nde doğru yolu bulmuş olanlar için zikredilen vasıfları lütfetme­sini Cenâb-ı Hak’tan talep etmiştir.

Hz. Peygamber, bir toplu­mu oluşturan insanları aynı gemiye bin­miş olan yolculara benzetmektedir. Ge­minin alt katında bulunanlar su ihtiyaçla­rını karşılamak üzere delik açmaya kalkı­şır, üst kattakiler de onlara engel olmazsa hep beraber boğulacak, üsttekiler uyarı görevlerini yerine getirdikleri takdirde yine hep beraber selâmete ereceklerdir.

Hayber Kalesi’nin kuşatılması sırasında Hz. Ali’nin, “Hayber yahudileriyle bizim gibi müslüman oluncaya kadar savaşmalıyız” şeklindeki önerisi üzerine Rasûl-i Ekrem’in verdiği cevap irşadın İslâm’daki önemi­ni belirtmesi açısından dikkat çekicidir: “Acele etme yâ Ali! Hayber toprağına sü­kûnetle gir, sonra onları İslâm’a davet et. Şunu bil ki tek bir kişinin senin irşadınla müslüman olması en değerli ganimet olan kızıl develerin sana verilmesinden daha hayırlıdır.

Nahl sûresinin 125. âyeti irşad için ta­kip edilecek yöntemin  “hikmet, güzel öğüt, iyi niyet ve samimiyete dayalı inandırıcı tartışma” olduğu ifade edilmektedir.

Fiilî irşad yöntemi de önemlidir. İlgili ayette, İsrâiloğulları âlimlerinin ilâhî mesajı oku­yup gerçeği bildikleri halde kendilerini unutarak sadece diğer insanlara erdem­li olmayı emretmeleri eleştirilmiş, böyle davrananların akıllarını kullanmadıkları ifade edilmiştir (Bakara, 2/44).

İslâmi­yet’in, doğuşundan itibaren insanların gönlünde yer etmesi, yayılması ve evren­sel bir din haline gelmesinin önemli âmil­lerinden biri, başta Peygamber olmak üzere mensuplarının dinin gereklerini ye­rine getirmesi, sözleriyle fiillerinin birbiri­ne uymasıdır. Özellikle büyük halk kitle­leri, nazarî bilgilerden çok, örnek müslüman tiplerinden etkilenerek İslâm dinini benimsemiştir.

Emir bi’1-ma’rûf, nehiy ani’l-münker mükellefiyeti  açısından düşünüldüğü takdirde ir­şadın bütün müslümanlara yönelik bir görev olduğu anlaşılır. “Ey Peygamber! Biz seni gerçeğin bir temsilcisi, bir müjdeci ve uyarıcı, herkesi Allah’ın izniyle O’na ça­ğıran ve ışık saçan bir kandil konumunda gönderdik” mealindeki âyet hem Rasûl-i Ekrem’in irşad hi­yerarşisinin başında yer aldığını bildirmekte hem de mürşidin önemli nitelikle­rini anlatmaktadır.

Mürşid için önemli olan diğer bir vasıf da onun sabırlı olmasıdır. İrşad faaliyetlerinde göğüs gerilmesi ge­reken başlıca iki güçlükten söz etmek mümkündür. Bunlardan biri mürşidin beşeri arzularının direnişi, diğeri ise dış­tan gelecek tepkilerdir. Kur’ân-ı Kerîm’­de, irşad görevinin yerine getirilmesi sı­rasında ortaya çıkacak güçlüklere karşı sabır ve namazı vasıta kılarak Allah’tan yardım istenmesi tavsiye edil­miştir. Rasûl-i Ekrem de insanların arasına girip eziyetlerine katlanan müslümanın onlarla bir arada bulunmayan, dolayısıy­la eziyetlerine mâruz kalmayan müslümandan daha hayırlı olduğunu bildirmiş­tir.

Batıldan yana olanlar gerek gördüklerinde yalan söylemek, hileye başvurmak, oyunlar tertip edip, suret-i haktan görünüp sinsice hareket etmek yoluna girer ardından  hak ehline iftira eder.

Hakkın tebliğ ve davet tarihinde hiç şüphesiz peygamberler örnek davranışlarıyla önde yer alırlar.

İşte Nuh (a.s) davet ve tebliğ için: “Allah’tan korkup korunmaz mısınız? Şübhe yok ki, ben size gönderilmiş bir peygamberim. Bana güvenebilirsiniz; Bende yalan yoktur. Hem ben sizden ecir de ücret de istemem. Benim ecrim Alemlerin Rabbi olan Allah’a aittir. 0 halde Allah’tan korkup bana tabi olun!..”   diyordu.

Onlar Nuh Peygambere: “Sen yalan söylüyorsun, sen de bizim gibi bir insansın. Sana uyanlar düşük kimselerdir, bunları yanından kovmalısın Allah’a iftira ediyorsun, çok ileri gidiyorsun. Sen bu davadan vazgeçmezsen, seni taşlarız, taşla öldürürüz; şimdi de ustalığa başladın, gemi yapıyorsun öyle mi?!”.

Hatta daha ileri giderek ona saldırdılar, dövmeye çalıştılar; Nuh Aleyhisselam ise, haktan hiç taviz vermedi; sabır ve tahammül gösterdi. Neticede kazanan kendisi ve taraftarları kaybeden de batıl ve taraftarları oldu.

Hz. Muhammed (s.a.v)’a gelince ona “Yalan söylüyor, iftira ediyorsun, sihirbazsın, kahinsin, makam ve mevki peşindesin.” dediler.

Bunları söylemekle yetinmediler. Tehdit ve hakarete başladılar; Mekke’nin sokaklarında gezerken, yüzüne toprak attılar, taş yağmuruna tuttular, hayatına kasdetmek üzere evini ablukaya aldılar..

Ama o, bütün bunlara rağmen haktan taviz verme yoluna asla gitmedi ve “Bir elime güneşi, bir elime de ayı verseniz, ben bu davadan vazgeçmem.” buyurdu.

Sahabe de aynı yolu izledi. Buhari’nin naklettiğine göre, Sahabe’den Erat Oğlu Habbab dedi ki, “Müşriklerin yaptıkları işkenceler şiddetlenmişti. Peygambere geldim ve şöyle dedim: Ey Allah’ın Resülü! Bu kâfirlere karşı bize dua et!.. Oturduğu yerden doğruldu. Yüzü kızarmıştı. Ve şöyle buyurdu: “Sizden öncekilerin başına çok sıkıntılar geldi.  Demir taraklarla tepeden tırnağa tarandılar.  Fakat bütün bunlara rağmen dinlerinden dönmüyorlardı. Yemin ederim ki, Allah bu dini tamamlayacaktır. Bir gün gelecek; atlı  bir kimse San’adan Hadramut’a kadar gidecek de Allah’tan başka kimseden korkmayacaktır.”

Sonuç olarak ulaşım ve haberleşmedeki gelimeler bakımından küçülmüş sayılan dünyamızda duyarlı bir şekilde her zaman hakkı söylemeye, hakla söylemeye, haklı olarak söylemeye, hakkı söyletmeye ve hakkın söyletmesine çalışmalıyız.

Şiarımız hakkın ve hakikatin ağzı olmamızdır. Bilmeliyiz ki, hak ile olan kimse, haklı olur, hakkı söyler ve neticede hak onu söyletir.