بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَبِهِ التَّوْفِيقُ وَهُوَ الْمُسْتَعَانُ وَبِهِ الثِّقَةُ وَعَلَيْهِ التُّكْلاَنُ
الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِ الْعَالَمِينَ
وعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمعِينَ
وَمَنْ تَبِعَهُمْ بِإحْسَانٍ إِلَى يَوْمِ الِّدينِ
Son yıllarda Türkiye’de yaşanan korkunç ahlakî yozlaşma, özellikle din ve dil alanına yansıyor. Dil alanındaki tedennî, sanal medyanın dipsiz kuyularında kaynayıp gidiyor, pek fark edilmeden Türkçe her geçen gün ölüme doğru gidiyor. Ancak din alanındaki tedennî, toplumu uçlara savuruyor. Bunun ana sebebi, peygamber varisi âlim ve şeyhlerin câmiye bağlı medrese ve tekke gibi kurumlar sayesinde yaşattığı “sünnet olarak din” anlayışının çözülmesi.
Bunun vahim sonucu ise dinde miyarın kaybı, tuz ile toz şekerin karışması gibi hakikî ile sahtenin, sapla samanın birbirine karışması, sû-i misalin emsal olması, dinde bir şeyin istismarının tenkidinin o şeyin ıslahı talebi yerine hemen inkârına yol açmasıdır. Mesela mezhep taassubu ve istismarının mezhepsizlik çağrısına, tasavvufun istismarının tasavvuf karşıtlığına dönüşmesinin örneklerini son günlerde sıkça görüyoruz. Bunların güya İslâm’ın istismarına tepkinin bizzat İslâm düşmanlığına dönüşmesinden ne farkı var? Bu, içindeki arızalı kısımları tamir etmek yerine bir evi tamamen yıkmaya benzer. Ne yazık ki samimi Müslümanlar işin doğrusunu anlatıncaya kadar bu suikastlar yapacağı zihnî tahribatı yapıyor; geçiyor, ama delip de geçiyor.
Halkı kandıran sahte şeyhler şikâyeti, ülkemizde bilhassa İkinci Meşrutiyet’ten beri gündemde. Sahte şeyhler, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra âdeta İstanbul’u istilâ etmişti. Ancak aşağıda saydığımız sebepler, bizi tasavvufun istismarıyla ilgili bu eleştirilerin samimiyetinden şüpheye sevk ediyor.
Birincisi, ümmetin büyüklerinden gelen sayısız farklı tarifin de belirttiği üzere tasavvuf, İslâm’ın özüdür ve bundan dolayı iki ucu keskin kılıç gibidir; istifadesi kadar istismarı da mümkün ve büyüktür.
İkincisi, sûfîler, dindeki bu kritik öneminden dolayı tasavvufu Kitab ve Sünnet gibi iki sağlam temele oturtmuşlar, sıkı ölçü ve ölçütler koymuşlar ve sağlam bir (öz)eleştiri kültürü geliştirmişlerdir. “Hâcegân (Hocalar) silsilesi”nden anlaşılabileceği gibi, “ashâb ve ulemâ tarikatı” denen Nakşibendilik, bu konuda titizliğiyle öne çıkmıştır. Merhum M. Osman Akfırat’ın Ali Arslan tarafından Türkçe’ye Erenlerin Kalp Gözü adıyla çevrilen 1923 (1341) tarihli Basîratü’s-Sâlikîn ve Hetkü’l-Mâkirîn min ‘Ulemâi’s-Sûi ve’l-Meşâyihı’l-Mübtedi’în adlı eseri, tasavvufun içindeki eleştiri geleneğinin güzel bir örneğidir. Günümüzde tesettür gibi dinin şiarlarından sayılan Allah’ın emirlerini inkâr eden şeriatsız ve tarikatsız hakikatçılar, zaten samimi Müslümanlar tarafından mahkûm edilmiştir.
Bu arada İslâm’da hikmetin zirvesi sayılan İbnü’l-‘Arabî gibi bir veliye dil uzatanlara “Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim” sahih kudsî hadisini hatırlatırız. İslâm tarihi, İbnü’l-‘Arabî’ye dil uzattıktan sonra gördüğü rüyalarla pişman olanların ibretli kıssalarıyla doludur. Sadruddin Konevî’nin Evhadüddin Kirmânî ile İbnü’l-Arabî’yi kasd ederek “Ben, iki anadan süt emdim” dediği rivayet edilir. Osmanlı münevverleri de bunu “Biz iki anadan süt emdik; İbnü’l-‘Arabî ile Mevlânâ” olarak ifade etmişlerdir. Son yıllarda bir taraftan “şeriatsız hakikatçılar”, diğer taraftan “hakikatsiz şeriatçılar” (İslâmcılar) diyebileceğimiz iki uç kesimin de Anadolu irfanının bu iki mimarına saldırması tesadüf değildir.
Üçüncüsü, “et-Turuku küllühâ âdâbün” (Tarikatlar, edeplerden ibarettir) sözünün belirttiği üzere, tasavvuf, cemiyetin ana ahlakî eğitim kanalıdır. İmâm-ı Rabbânî gibi ümmetin büyüklerinin hep vurguladığı bu hakikati biz, “Din yolu sünnet, sünnet yolu tasavvuf” olarak formüle ettik. Yakınlarda TRT’de gösterilen Yunus Emre dizisi toplumda tahmin edilemeyecek kadar olumlu yankı buldu. Öyle ki, TRT’de çalışan bir arkadaşımın rivayetine göre, kanalı arayan birçok seyirci dizideki şeyhin nerede olduğunu sorarak onunla tanışmak, bağlanmak istediklerini söylemişler! Bu, tasavvufî irşadın vazgeçilemez bir fıtrî-içtimaî ihtiyaç olduğunun çarpıcı bir delilidir.
Şeyh Uçmaz Mürid Uçurur
Dördüncüsü, ahlakî irşad temel bir manevî ihtiyaç ise insan ve cemiyet, bu ihtiyacını dinî veya seküler, meşrû veya gayr-i meşrû bir şekilde karşılama mecburiyetini duyacaktır. Mesela bugün “sahte şeyh” denince hemen postta oturan geleneksel şeyhler anlaşılıyor. Hâlbuki irşad insanın fıtrî bir ihtiyacı ise değişik ad ve kılıklarda bir şeyhi olmayan yoktur. Bugün özellikle gençlerin, insanların etkilendikleri, örnek aldıkları müteşeytın şeyh, bir yaşam koçu olduğu gibi, bir yazar, şarkıcı, futbolcu, siyasetçi, hoca kılıklı ajan olabilir. Madonna bile Kabalacı Yehuda Berg’i şeyh edinmedi mi? Türkiye gibi Müslüman bir ülkede sosyete tarafından yogacı Budist şeyhler edinmek yadırganmazken Müslüman şeyh edinmek niçin yadırgansın?
Beşincisi, her müessese resmî ve meşrû bir çerçevede sağlıklı işler, “yeraltına indiğinde” yozlaşma riskine uğrar. Dolayısıyla bugün birtakım tarikatlarda istismar varsa bu şahsî sapmalardan ziyade ulus-devletleri çağında köklü medrese ve tekke geleneğinin çözülmesinden kaynaklanır. Malum, tabiat boşluk kaldırmaz, bir şeyin hakikisi yok olduğunda sahtesi yerini doldurur. Son Osmanlı devrinde tekkeleri denetlemek ve idarî işlerine bakmak üzere 1866 yılında şeyhülislâmlığa bağlı olarak kurulan Meclis-i Meşâyıh hangi ihtiyaçtan doğmuştu? O halde sahte şeyh ve tarikatlar yerine asıl bunların zuhuruna imkân veren ortamı eleştirmek, cemiyetin ahlakî eğitiminde gördüğü ikame edilemez işlevinden dolayı tasavvuf kurumlarının yok edilmesi imkânsızsa, istismarlara yol açacak imhâ tutumu yerine, onları tanıma ve düzenleme yoluna gitmek gerekmez mi?
Altıncısı, irşad denen “uçmak” insanın fıtrî bir ihtiyacı ise “uçurmak” da tabiî bir eğilimidir; “Şeyh uçmaz mürid uçurur” sözünün belirttiği gibi. Ancak kendini bilen bir şeyh, Seyyidü’l-‘Âlemîn ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın “Meddahların yüzüne toprak saçın” [Müslim, Tirmizi] emrince bu tür tavırlara izin vermez. Bu hususta “ilme’l-yakîn ve ‘ayne’l-yakîn” (kamuoyuna yansıyan ve bizzat bildiğim) vakıf olduğum iki örnek verebilirim. Bizzat bildiğim bir örnek olarak yakında rahmet-i Rahman’a kavuşan merhum hocamız Ahmed Yaşar (1934-2016)’ı anabilirim. Merhum, kendisi odaya girdiğinde bile ayağa kalkılmasına, kendisine “hazretleri” gibi tazim ifadeleriyle hitap edilmesine kızan, ister binlerce, isterse üç kişi olsun, anlatacağı doğruyu her kesime aynı şuurla anlatan, hayatında bir kere bile elini kolunu sallayarak abartılı hareketler yapmayan, edeb, itidal ve istikameti asla elden bırakmayan bir mücahid veliydi.
Bu hususta muhterem büyüğüm -ve hemşerim- Osman Nuri Topbaş’ın kamuoyu açıklaması da takdire değerdir: “Son zamanlarda şahsım hakkında yapılan birtakım aşırı iltifatlarla dolu, şiir ve ilâhilerle süslenmiş, çeşitli resim, slayt ve videolar internette yayınlanıp yayılmaktadır. İyi niyetle de yapılmış olsa, bu tür aşırı iltifat ihtiva eden yayınları aslâ tasvip etmediğimin, bunlara hiçbir şekilde izin ve rızam olmadığının, o yayınlarda ifade edilen aşırı yüceltmelerle uzaktan-yakından bir alâkamın bulunmadığının, siz kardeşlerim tarafından bilinmesini arzu ederim. Ne İslâm ahlâkının ne de tasavvufî âdâbın hiçbir şekilde tasvip etmeyeceği; gurur, kibir ve şöhrete zemin hazırlayan ve reklâm edercesine yapılan bu tür övgü ve yüceltmelerden rahatsız olduğumu, Kur’ân ve Sünnet ölçüleri dışına taşan her şey gibi, şahsıma gösterilen “aşırı muhabbet ve hürmeti” de son derece mahzurlu bulduğumu, tekrar ve açıkça ilan ederim.” (http://www.osmannuritopbas.com/kiymetli-kardeslerimiz-ve-evlatlarimizin-dikkatine.html).
Yedincisi, genel kaide olarak “sû-i misal emsal olmaz”, bu gibi “hüsn-i misaller emsal olur.” Varsa tasavvufu istismar eden şeyh ve tarikatların istismarı, bütüne teşmil edilemez. Bu konuda işin hakkını verenler dâhil herkesi töhmet altında bırakacak hedefi belirsiz serseri atışlar, iyi niyete hamledilemez. Bu eleştirileri iyi niyetle yapanlara düşen, tasavvufun doğrusunu, hakkını verenleri arayıp bulmaktır.
Sekizincisi, “Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” fehvâsınca, tarikatlara bağlı cemaatlerin işlevine, toplum için ürettikleri faydaya bakarak işin hakkını verip vermedikleri anlaşılabilir. İskenderpaşa, Erenköy, İsmailağa, Menzil ve diğer tüm sünnî cemaatlerin topluma yaptıkları faydalı hizmetleri inkâr mümkün mü? Tasavvufu istismar (!) edenler bu kadar fayda üretebilirler mi?
Asıl Tehlike Âlim Taslağı
Dokuzuncusu, toplum için asıl tehlike, şeyh taslaklarından ziyade doğrudan dini öğretme mevkiindeki âlim taslaklarıdır. “Et kokarsa tuzlarsın ya tuz kokarsa, Yarım hekim candan eder, yarım hoca dinden eder” sözlerinin belirttiği gibi. Ben, Seyyidü’l-‘Âlemîn ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmdan şeyh taslaklarıyla ilgili değil, ama fakih taslaklarıyla ilgili bir hadis hatırlıyorum: “Nice hâmil-i fıkıh (fıkhı yük olarak taşıyan) vardır ki fakih (fıkhı yaşayan) değildir.” Allah Rasûlünün burada âlim yerine hâmil-i fıkıh ve fakihlerden söz etmesi, günümüz açısından ne kadar mânâlı. Zira bugün en azından eleştirilecek şeyhler olsa da eleştirilecek âlimlerin varlığı şüpheli; medreselerin kapanmasıyla âlim neslinin tükenmesinden sonra açılan ilahiyat fakültelerinden çıkan ilahiyat profesörleri âlim değil, akademisyen kategorisine giriyor.
Ne hazindir ki bugün hadiste geçen ne fakih, hatta ne hâmil-i fıkıh, ancak “İslâm hukuku profesörü” kaldı. “İslâm hukuku profesörü” tabiri ise haddizatında yaman bir çelişkiyi barındırır; zira bir kilise unvanı olan “profesör” aslında “papaz” demektir. Bugün üniversite ve diyanet mensuplarının giydiği kolu bantlı cübbeler de aslında kilise hiyerarşisini gösterir. Bir zamanlar birinin “Bana general değil, paşa deyin” dediği gibi, ilahiyat profesörlerinden de “Bana entelektüel değil, hoca deyin” diyenler çıkabilir. Ancak bu ülkede antrenörlere, koreograflara da “hoca” denmiyor mu? Dilimizdeki “Sakalımız yok ki sözümüz dinlensin” sözünün belirttiği üzere, eskiden şahitliği bile kabul edilmeyen sakalsız kişilerin hoca sayılmasıyla “hoca, hocaefendi” kavramlarının içi boşaltılmadı mı? Vel-hâsıl, günümüzde bütün kavramların içi boşaltılmış durumda. Ancak hadisteki “hâmil-i fıkıh” tabiri, fıkhı yaşamaktan ziyade yük olarak taşıyan günümüz İslâm hukuku uzmanlarına tam uyuyor.
Çağımızda Cemaleddin Afgânî’nin açtığı “dinde mühendislik” çığırında teolojik olarak İslâm hukukçuluğu, ideolojik olarak İslâmcılığın altyapısını oluşturdu. Lâfzen “şeriatçılık” mânâsına gelen İslâmcılık, Pakistan-Mevdûdî örneğinde olduğu gibi, anayasal bir mühendislik yoluyla toplumu İslâmîleştirmeyi, “şer’îleştirme”yi hedefliyordu; yazılı-İslâmî anayasacılık, tavandan, siyasî bir devrim olarak işleyecekti. Tabanda-sivil alanda ise İslâm hukukçuluğu, modern hayatın getirdiği problemlere fıkhî çözümler bularak amelleri “meşrûlaştıracak”tı.
“İslâm devleti”nin öncüsü olarak “hilafet hükümeti” tabiri, Muhammed Abduh’un tilmizi M. Reşid Rıza (1865-1935) ile ortaya çıkmıştır. Rıza, İslâm’da devlet, hilafet, yönetim gibi konuları işlediği el-Hilâfe ev İmâmetü’l-‘Uzmâ isimli eserini, son Osmanlı padişahı Mehmed Reşad (1918-1922)’ın TBMM tarafından 26 Kasım 1922’de saltanatın ilgasıyla yurt dışına sürülmesi ve halifelik kurumunun manevî bir otorite olarak kabulü üzerine kaleme almıştır. Mâverdî gibi klasik ulemânın açıkladığı üzere, şeriat ahkâmının tatbiki için Müslümanların bir halifeye ihtiyaçları vardı. Rıza, manevî ve siyasî boyutlarıyla otoritenin yegâne kaynağı olarak hilafeti çağımız şartlarında ihyânın imkânsızlığını gördüğü için pratik bir alternatif olarak onun işlevini İslâm devletine aktarmayı tasarladı (Eickelman 2004: 30-35, Afsaruddin 2006). Klasik İslâm terminolojisinde devlet ve hükümet yerine velayet ve emaret kavramları kullanılıyordu. Rıza, İslâmî hükümet için iki yeni prensip getirdi. Bunlardan biri, halkın hâkimiyeti, diğeri beşerî teşrî’ imkânı, içtihat yoluyla yeni yasaların yapılmasıdır. Halkın hâkimiyeti, ulemânın nezaretinde gerçekleştirilecek şûrâ prensibinin icrasıyla sağlanacaktır (Enayat 1982: 77).
Bu prensipler, üstadı Abduh’tan geliyordu. Cemaleddin Afgânî’nin ihtilalci tavrına karşılık Muhammed Abduh ve tilmizi Reşid Rıza, toplumun kalıcı bir dönüşümü için ıslah vizyonunu benimsediler. Abduh, bu uğurda Müslümanlar ve laikler arasında tepkilere yol açan sayısız fetva verdi. Mesela Müslümanların ülkelerini işgal eden küfür ve bidat ehli ile muamelesine cevaz verdi. Reşid Rıza da birtakım aklî ve dinî delillerle bu fetvaları temellendirmeye çalıştı; bu cümleden olarak şapka giymenin caizliği, resim ve heykel yapmanın mübahlığı ve tasarruf sandıklarından elde edilen kârın helalliğine fetva verdi. Bilahare Ezher Şeyhi Muhammed Şeltût, Abdulvehhab Hallâf ve başkaları da bu yolda onları izlediler. Muhammed Ebu Zehra ve Müslüman Gençler Derneği (Cemi’yyetü’ş-Şübbâni’l-Müslimîn)’nin kurucularından Yahya Derdirî gibi âlimler ise bu fetvaları bid’at olarak reddederek söz konusu tasarruf sandıklarından alınan karın faiz olarak haramlığına hükm ettiler (Şefik 1991).
İbâhî Müftüler!
Türkiye’de Afgânî-Abduh-Rıza silsilesinin yolunu tutan bazı İslâm hukuk profesörleri de benzer modernistik iftâ çığırını açtı; onlarda “dinde mühendislik” yolunda teolojik olarak İslâm hukukçuluğu ile ideolojik olarak İslâmcılığın buluştuğu görülebilirdi. Böylece sünnetin mektebi tarikatların çözülmesiyle tesennün denen sünnete uygun dindarlığın da çözüldüğü bir toplumda amelleri “mesnûnlaştırma” yerine “meşrûlaştırma” gayretini ifade eden “fıkıhçı modernleşme”, daha ziyade sekülerleşmeye hizmet edecekti. “İnandıkları gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanırlar” kaidesince, maslahat-zaruret bahanesiyle insanların her amelini meşrûlaştıracak fetvalarla toplum sekülerizme sürüklenecekti.
Sultan Abdülhamid’in İngiliz ajanı olduğu için göz hapsine aldığı Afgânî hayranı birinin hadiste kasd edilen mânâda fakih olması imkânsızdır; Afgânî gibi birinin peşinden giden, istikamet ve felah bulamaz. Evet, hadisin belirttiği fıkıh hâmillerinin fetvalarıyla bu toplum bozulmadı mı? Erkeklere altın alyans, ev için faizli kredi, nâmahremle tokalaşma gibi hususlarda ibâhî fetvalarla bu toplumu harama onlar alıştırmadılar mı? Maslahat-zaruret gibi keyfî gerekçeler, bahanelerle her amel meşrûlaştırılamaz mı? Dinde böyle bir “ibâhiye” kapısını bir kere açtıktan sonra kapatabilir misiniz?
Allah rahmet eylesin, peygamber varisi âlimler olan geçmiş fakihlerimiz, hükümlerin dayandığı zaruret gibi prensipleri titizlikle tarif ederek ibâhiye kapısını kapatmışlar, keyfiliğe geçit vermemişlerdir. Buna göre zaruret, kişinin can veya uzvunun kaybından veya “Beş Zaruret” denen din, can, akıl, nesil ve malın emniyetinden korkudur. Buradaki espri, “iradesi dışındaki” bir durumun, zaruretin insanı şer’an mahzurları yapmaya zorlamasıdır. Şimdi erkeğin nişanlanma için altın yüzük takmasında, nâmahremle tokalaşmasında, ev için faizli kredi almasında ne gibi “iradesi dışında” bir zaruret vardır? Mecelle şârihi Ali Haydar Efendi’nin “Dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya mecbur eden durum” şeklindeki esnek zaruret tarifi esas alındığında bile bunlar zaruret sayılamaz. Ancak zarurete “İnsanın maksadı sadece canını kurtarmak değil, aynı zamanda ve gerektiğinde malını veya namusunu kurtarmaktır” diye keyfî bir yorum getirince ibâhiye kapısını sonuna kadar açmış olursunuz.
Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri kitabıyla merhûm Ahmet Davudoğlu hoca, bunların foyasını meydana çıkarmıştı. Bugün maalesef onun gibi mücahid, hamiyet-perver âlimlerden mahrumuz. Bu yüzden, Allah rahmet eylesin, Ahmet Davudoğlu ve Sadrettin Yüksel gibi mücahid âlimlerin vefatından sonra meydanı boş bulanlar, yıllarca din (ilahiyat ve diyanet) camiasında mafya-vârî bir saltanat sürdüler, kendi din anlayışlarına aykırı gördükleri ehl-i sünnete hayat hakkı tanımadılar. Yıllarca İngiliz ve Acem paraleliyle iş tuttuktan sonra mağdur rolü oynayanlar da bunlardı. Hâsıl-ı kelam, sahte şeyhleri dert edinenlerin önce aynaya bakmaları gerekir. Hedefi belirsiz serseri atışlar, sonunda bumerang gibi dönüp sahibini vurur.
KAYNAKÇA
Afsaruddin, Asma (2006) “The “Islamic State”: Genealogy, Facts, and Myths,” Journal of Church and State 48/1 (Winter): 153-173.
Eickelman, Dale F.-Piscatori, James P. (2004) Muslim Politics. Princeton: Princeton UP.
Enayat, Hamid (1982) Modern Islamic Political Thought. Austin: University of Texas Press.
Şefik, Münir (1991) Çağdaş İslâm Düşüncesi Hareketler Devrimler Eserler. İstanbul: Dünya.
وَآخِرُ دَعْوَانَا أَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ علَى خَاتَمِ الأَنبِيَاءِ وَالمُرْسَلِينَ