İçeriğe geç
Anasayfa » DİNİN SUNDUĞU TESELLÎ

DİNİN SUNDUĞU TESELLÎ

Hayat şartlarının ta bebeklikten itibaren her ferde birtakım nâiliyetler kadar mahrumiyetler ve külfetler de yüklediği malumdur. Bu külfetler ne kadar ağır olursa olsun onlara katlanıp isyan etmeyerek Cenab-ı Hakk’a karşı “rıza” halinde bulunabilmek dünyevî huzur ve sükûn için şarttır. Din, hayatı olduğu gibi kabul etmeyi emreder. Bununla beraber kabil-i ıslah olanları düzeltip iyileştirmek de dinin emirleri cümlesindendir. Peygamber -aleyhissalatü vesselam-: “İki günü müsavi olan ziyandadır.” buyurmuşlardır. Buna göre hayatı bütün külfetleriyle olduğu gibi kabul ve binnetice Allah’tan razı olmak ataleti icab ettirmez. Belki sırf zihni ve kalbi huzur için şarttır. Gerçekten Kur’an-ı Kerim de “İnsana çalışmasının karşılığından başka bir şey yoktur.”[1] umumî hükmüyle çalışıp didinmeyi emreder. İnsan için bin bir mahrumiyete rağmen huzura ulaşabilmek, ancak dinin sunduğu teselli ile mümkündür. Bunda layıkıyla muvaffakıyet için de dini hislerin kuvvetli olması lazımdır.

Mesela doğuştan sakat olan bir insan, bedeni maluliyetin hayatına hükmeden ağırlığı karşısında teselliye nasıl nail olabilir? Eğer o sadece Dünya’ya inanıyorsa gerçekten teselli bulması imkânsızdır. Böyle bir kimse Ahiret’e inanıyor, böyle mahrumiyetlerin Ahiret’teki mes’uliyetini azaltacağını düşünebiliyorsa, Allah’tan razı olup sabretmenin baki olan o Âlemde kendisini büyük bir mükâfata nail edeceğini düşünür ve bu durumunda üzüntü yerine sevinç ve huzura ulaşır. Mahrumiyetini sabır, tevekkül ve rıza sayesinde kendisi için bir kazanç kapısı olarak görmeye başlar. Elbette ki bu görüşe ulaşamayanlar buhran ve ızdıraplardan kurtulamazlar.

Buna mukabil, Dünya’ya bedeni bir arıza ile gelen bir kimse Allah’a iman sayesinde pek çok teselli imkânına sahiptir. Rabb’in kullarına lutfettiği nimetlerin -hâşâ- onun bir borcu olarak gerçekleşmediğini, Rahman ve Rahim sıfatlarıyla bütün mahlûkatı kuşattığını, mahrumiyetlerinse mes’uliyetlerden -belli ölçüde- muafiyet sebebi teşkil edeceğini düşünür. Diğer insanlar ölçü alındığında bir mahrumiyet ifadesi taşıyan kendindeki menfiliğin, aksine bir tecelli takdirinde belki de altında kalacağı bir mes’uliyet doğuracağı ihtimalini göz önünde bulundurur. Bu halin kendisi için o mes’uliyetten bir kurtuluş olma ihtimalini hesaba katabilir. Kaderin meçhul olması keyfiyetinden hareketle bu menfi oluşun hikmetini Allah’a havale ederek vicdanını rahatlatır. Her oluşta bir hayır olduğu yolundaki dini hikmete sarılır. Kur’an’ın ilk nazarda kötü görünen şeylerin binnetice hayır olabileceği, iyi görülenlerin de şer çıkabileceği[2] tarzındaki ilahi beyanına dikkat eder. Etrafında cereyan eden hadiselere bu mantıkla baktığında zamanın ilerlemesiyle bazı zahiri tecelliler hakkındaki hükmün daha sonra değiştiğini görür ve bundan ders alır. Geçmişte de böyle vakaların varlığını öğrenir ve bunların ders ve ibret dolu muhtevalarıyla teselli bulur. Kur’anî bir kıssa olan Musa –aleyhisselam- ile Hızır –aleyhisselam-ın beraber yolculuklarında vaki olan tecelliler bu gerçeğin en calib-i dikkat bir misalidir. Hızır -aleyhisselam-ın kendilerini bir nehirden karşıdan karşıya parasız geçiren ihtiyarın kayığını delmesinin zahirde bir kötülük olduğu halde, kısa bir müddet sonra hayır olarak ortaya çıkmasından kalbi bir teyakkuz elde ederek şahsi durumu için red ve cerhi imkânsız bir emsale ulaşır. Kıssanın devamındaki oluşları da bu mantıkla mizan eder.

Belki, sırf Dünya hayatına inanan bir insan için teselliye medar olacak hiçbir mesnede ulaşılamaz iken dindar için böyle sayısız dini teselli ve telafi noktası mevcuddur. Uzvi eksikliğinin sıkıntılarından kurtulmak için kendini avundurup, ruhen tatmin edecek başka bir meşguliyete ağırlık verir. Bu ilim, sanat veya ibadet olabileceği gibi başka insanların hizmetlerine koşuşturmak şeklinde de tecelli edebilir. Sağ eli felç olan bir insanın zamanla sol elinin maharetleri arttığı, gözleri görmeyen bir insanın sese aid hafızasının kuvvetlendiği gibi eksikliğini, ulaştığı huzur, sükûn ve tevekkül sayesinde başka bir vasıta ile telafiye yönelir.

Dünya hayatı fani, Ahiret ise ebedi olduğuna nazaran fani nailiyet veya mahrumiyetlerin asıl ebedi Âlem için oynadığı rolü mühimser. Böylece bir insan ilahi takdire bağlı olan mahrumiyetinin mes’uliyetini azalttığı düşüncesiyle teselli bulacağı gibi nailiyetlerinin de bu mes’uliyeti artırdığını hesab ederek hayatını hak ve hayrın galebesi istikametinde daha verimli kılmaya meyleder. Hatta o derecede ki; bu mahrumiyetler başkaları için de ders, ibret ve teselli kaynağı olmak yönünden sosyal bir rol oynar. Mesela, birçok ibtilalara uğrayan bir insan en büyük teselliyi peygamberlerin maruz bulunduğu ibtilaları düşünerek elde eder. Belanın en şiddetlisinin peygamberlere, sonra evliyaullaha ve sonra derece derece iyi insanlara teveccüh etmesindeki hikmeti kavrar ve bundan sabır ve tevekkül sayesinde elde edeceği hasenatın tahayyülündeki lezzetle sıkıntıları saadete kalb etmeye muvaffak olur. Zira insanı olgunlaştırmakta ızdırabın oynadığı rol aşikârdır.

Diğer taraftan peygamberlerin “masumiyyet” sıfatlarına rağmen birçok ibtilalara maruz bulunmalarından “belaların çoğunun istihkak ile olmadığı” gerçeğine ulaşır. Bir kulun ilahi tayinle memur olduğu vazifenin ağırlığı nisbetinde bu vazifeyi bihakkın ifaya muktedir olabileceği bir olgunluğa kavuşmak için bir ızdıraba duçar kılındığı gerçeğini kavrar. Izdırap kaynağı ibtilalar üzerinde imal-i fikr ederek halkın “Bir musibet bin nasihatten yeğdir.” darb-ı meseliyle anlatmak istediği gerçeği bihakkın kavrar. Bu cümleden olmak üzere çeşitli hastalıklar ve ihtiyarlık hususiyetlerinin insana acziyyetini kabul istikametinde sağladığı faydayı görür. Bunların gençlik ve sıhhatli zamanlardaki nefs hâkimiyetini zaafa uğrattığını ve böyle ibtilalar sayesinde nefsine galip gelme şansının arttığını düşünür. Bu idrak, ona huzur ve sükûn verir. Halinden razı olmayı telkin eder. Ayrıca din, sabredilip katlanılan ızdırapların günahlara kefaret olduğu yolundaki telkini ile de baha biçilmez bir teselli kaynağıdır. Günahsız bir kulda mesela bir sabide tecelli eden kahrınsa her musibetin mutlaka istihkak ile olmayacağı yolundaki misalin beynennas müşahhas bir hale gelmesi gibi bir hikmete mebni olduğunu düşünebiliriz. Bu takdirde enbiyanın gerçekleşmesi matlub olan olgunluk için vaki ibtilalarındaki hikmet burada bazen gerçekleşmeyebilir. Bu da o sabinin bilfarz bir depremde enkaz altında kalarak feci bir ölüme maruz bulunması gibi hadiselerde düşünülebilir.

Unutmamak gerektir ki her oluş birçok varlığın kaderine aid bir ittisal (kesişme) noktasında vaki olur. Misalimizdeki sabinin feci ölümü sadece kendisine müessir olmayıp kendisinden kullandığı eşyalara, arkadaşlarına, ana-babasına ve derece derece maruz kaldığı faciaya şahid ve bununla ilgili olan pek çok şahıs ve varlığa müteallik bulunduğu muhakkaktır. Kaderin bu girift ağı içinde vaki olan misalimizdeki hadisenin ilahı hikmet yönünü bihakkın kavrayıp tayin etmek beşer idrakinin iktidarı dâhilinde değildir.21 Ancak mümkün ve muhtemel bir kaç sebep ve netice zikri ile hadisenin Allah’a havale edilmesi en doğru bir itikadî esastır. Misalimizdeki çocuğun, yaşasaydı şerir ve şaki olma ihtimalinden bunun bertaraf edilmesi ve Ahiret’teki nailiyyetleri hatıra gelebilen hikmetler olarak başta ana-babası olmak üzere bu ızdıraptan hissedar olmak mevkiinde bulunan herkes için -yine de- bir teselli kaynağıdır. Diğer taraftan başta hayat nimeti olmak üzere Allah’ın nimetlerinin O’nun “Latif” sıfatının eseri olduğu gerçeği de hatırdan uzak tutulmamalıdır. Bu sebepledir ki; Cenab-ı Hak bazı insanları daha cenin halindeyken öldürdüğü halde bazılarını yüzyıldan fazla yaşatmaktadır. Bunun hikmetlerinin biri de insanoğlunun vakti meçhul olan ölüm için her an hazır bulunmaya kendini mecbur hissetmesidir. Genç yaşta ölümlerin diğer birçok hikmetlerine ilaveten temas ettiğimiz bu noktası da insanoğluna onun gerekli derecede bir teyakkuz sahibi olması için Allah’ın bir lütfudur.

Diğer taraftan mahrumiyetler, ferdin muvaffakıyetini güçleştireceğinden onun elde ettiği başarıların daha fazla mükâfatı gerektirmesinden de ayrıca bir teselliye ulaşılır. Mesela, yetim bir çocuğun, yetimliğin gayr-ı müsaid şartlarına rağmen yükselebilmesi, böyle olmayanlara kıyasen beşeri Nernde bile daha fazla takdir ve tahsini icab ettirir. Aynı şekilde ailevi ve içtimai müessirlerin beşeri iradeye menfi bir surette tesir ettiği bir muhitte yetiştiği halde hayatın müsbet bir yönde nizamlanabilmesi elbette daha çok takdir edilir. Ağrı Dağı’nda muallimlik yapan bir kimsenin Şişli’de bir başka mektebe tayini çıksa o, not baremini değiştirmez mi? Geldiği yerde pekiyi verdiği bir talebenin seviyesindeki bir çocuğa Şişli’de belki ancak orta verir. Bu, mahrumiyet ve nailiyetlerin Msaba atılmasından başka nedir?

Bugün yaşadığımız devrin şartlarından hepimiz şikâyetçiyiz. Bu şikâyetler İslam ölçü alındığı takdirde en had bir şekle vasıl olmakta değil midir? Lakin akıllı bir adam bütün bu güçlüklere rağmen salih bir kul olduğu takdirde şartlar müsaid olduğu zaman ve mekânlardaki emsallerinden daha fazla takdir edileceğini düşünmez mi? Akıllı bir insan bunu düşünerek zaman ve muhitinin menfiliklerinden memnun bile olabilir. Zira bilir ki gayr-ı müsaid şartlarda az iyilik, müsaid şartlardaki çok iyilikten daha değerlidir. Ve yine bilir ki elde edilen bir neticenin şerefi ona ulaşmak için göğüslenen güçlükler derecesindedir. Güçlük ne kadar fazlaysa, şeref de o kadar büyük olur.

Bu bir zihniyet meselesidir. Zihniyet ise İslam’ın hayat ve Kâinat’ı izah için koyduğu temel prensiplerden nasib alındığı ölçüde mükemmele yaklaşır. Bu kemali elde etmiş olanlar bütün menfilikleri müsbet yönde kullanacak bir görüş ve dirayete ulaşırlar. Tıpkı taaffün etmiş bir gübrenin ortalığa mikrop saçmaktayken onu kullanmasını bilen mahir bir bahçıvanın elinde bitkilere, ağaçlara tahsis olunarak ondan lezzetli meyveler ve besleyici çeşitli sebzeler elde etmek gibi. Bu olgunluğa nail olan insanlar yalnız kendilerini ihata eden menfilikleri i değil, iradelerine arız olan herhangi bir saikle sürüklendikleri günahlardan bile karlı çıkabilme dirayetini gösterirler. Bu keyfiyet, Dünya planında sırf bir görüş berraklığı sayesinde gerçekleşebildiği halde Ahiret’teki karşılık, ilahi bir nimet olarak kendiliğinden tecelli eder.

Elverir ki fert, hayatını ilahi emirlere göre tanzim etmiş olsun. Bu ölçüyle yaşandığında maruz kalınacak her mahrumiyetin ilahi ve ebedi nimetlerle mukabele göreceğinden şüphe edilemez. Mesela, Allah yolunda yürüyen ve onun diri galip gelsin diye çalışan bir adamın maruz kalabileceği musibetlerin en büyüğü hayat nimetini kaybetmektir. Lakin bu öyle bir ziyandır ki; sahibinin hakikat ölçüleriyle bakıldığında beşeriyyet için irtifada zirve teşkil eden “peygamberlik” ten sonraki en yüce mevki olan “şehidlik”le taçlanması demektir. Bu da ebedi saadete nailiyyet için en feyyaz bir sebep değil midir?

Bu demektir ki; kul hayatını Cenab-ı Hakk’ın emirleri istikametinde nizamlayıp o yolda yürüdüğü takdirde maruz kalacağı her ziyan (!) aslında “kâr”dır.

Bu görüşe ulaşmak, hayatı, onu dolduran bütün vukuat ve şuunat itibarıyla öylesine güzel tecellilerle süsler ki bu Âlemde artık abes ve çirkin bir şey kalmaz. Böyle bir insan iradi hatalarından bile -yukarıdaki gübre misalinden anlaşılacağı üzere- binnetice karlı çıkar.

Hakikaten nedamete inkılab ettirildiği takdirde bir günahın bilfarz gurur veren bir sevaptan daha hayırlı olabildiği görülür. En büyük talih, menfi şartlarla haşir neşir olmadan evvel İslamî bir yola girebilmektir. Bu şuur, eş-dostu iyi seçmekten başlayarak Allah karşısındaki mükellefiyetin mahiyet ve gerekçelerini layıkıyla kavramaya yarayacak ilmi faaliyete kadar pek çok şekillerde tezahür etmiştir.

Beşeri iradenin tabi olduğu inhinalar (eğilip bükülmeler), nadiren ani ve tek müessirle gerçekleşirler. Yani ayak yavaş yavaş kayar. Bu keyfiyet ekseriya belli bir veya birkaç müessirin uzun zaman içindeki tekerrürü ile tedricen gerçekleştiğinden menfiliklerden kaçınmak başlangıçta kolay, nihayette ise imkânsız denecek derecede zordur. Tıpkı kötü bir alışkanlığın kazanılması gibi. Bu alışkanlığın kazanılması istikametinde adım atılırken rücû kolaydır. Sonra ise bir örümcek ağı kadar zayıf olan iradeyi bağlayıp yönlendiren o müessirler tekerrür sayesinde adeta birer çelik halat kesilirler. Baş edilmeleri kolay kolay mümkün olmaz. Bu sebepledir ki insan bu şartlanmaya sebep olacak müessirlerden uzak durmaya bakmalıdır. Dinin, nihayeti şiddetli menfilikler olan bazı hareketleri daha başlangıçtan yasaklaması bu hikmete mebnidir. Erkeğin bir kadına alâka ile bakmasını “göz zinası” suretinde telakki ettirerek ondan sakındırması bu sebepledir.

Hayatın gençlik mevsimi nefsanî arzuların şiddeti bakımından hakka ve hayra yönelmenin güç olması sebebiyle ayrıca bir kazanç mevsimidir. Nefsanî temayüllere ihtiyarlıkta onlar zaafa uğradıkları için galebe etmek daha kolay olduğu halde bu, gençlikte olabildiğince güç bir iştir. Bu keyfiyet gençlikte işlenen hayırların ve istikamet sahibi olmanın değerini artırır.

Diğer taraftan menfi temayüller onları geliştirecek müessirlerle henüz baş edilemez hale gelmiş bulunmadığından da bir şans ve talih mevsimidir. Gençlikte iyi tesirlerin cari olduğu muhitlere koşmak daha kolaydır. Bu nükteyi ifade içindir ki ecdadımız, “Ağaç yaş iken eğilir.” demiştir.

Bu demektir ki; hayatı yönlendirmek hususunda gençlik kritik ve ehemmiyetli bir safhadır. Kıbleye dönen bir adam bulunduğu mekânda bir derece yanlışlık yapsa mekânın uzayıp Kâbe’ye ulaştığı yerde bu bir derecelik açının -faraza- yüz km.lik bir sapma teşkil etmesi gibi zaman içinde gençlikteki küçük bir inhiraf da olgunluk yaşlarında insanı başlangıçta tahmin ve tasavvur edilemeyecek kadar uzak muhitlere götürür.

Bu gerçek sebebiyledir ki; din, gençliğin kıymetinin bilinmesi hususunda birçok müsmir telkinler ile ferdleri yönlendirmeye çalışır. Ayrıca “çocuk terbiyesi” hususunda da ana-babayı uhrevi mes’uliyetinden adeta dehşete düşürecek derecede ikaz eder.

Diğer taraftan menfilikler nasıl onları geliştirecek hareket ve temayüllerin tekerrürleri ile takviye olur ve bir gün baş edilemez hale gelirse fıtratta mevcud müsbet hususiyetler de aynıdır. Bunun içindir ki; ibadetler periyodik bir surette ifa edilmek üzere emredilmiştir. Bu, ilacı belli aralıklarla almaktaki mantığa benzer. Bu yüzden din, insan tabiatının kolay kolay değiştirilemeyeceği gerçeğini telkin ederken bunun belli ölçüde imkân dâhilinde olduğunu da göstermek üzere “irade terbiyesi”ne aid emirler ve nehiylerle ortaya aynı zamanda terbiyevi olan bir sistem koyar. Oruç bunun en güzel misalidir.

Bu faaliyetler neticesinde menfilikler yok edilememekle beraber onların köreltilmesi ve müessiriyetlerinin azaltılması sağlanır. Buna mukabil ferd ve cemiyetin faydasına olan hayırlı işler ilahi mükâfatlarla teşvik edilir. İnsan tabiatındaki müsbet temayüller de emredilmiş birtakım temrinlerle takviye olunarak geliştirilip bunların insan şahsiyetine hâkimiyeti sağlanmak gayesi güdülür.

 

[1] Necm, 53/39

[2] Bakara, 2/216

 

(*) Sayı: 8, 2007.