İçeriğe geç
Anasayfa » DÜNYA HAYATI FANİDİR

DÜNYA HAYATI FANİDİR

Dünya hayatı ve ömür, insanın doğumundan ölümüne kadar yaşadığı süre demektir. İnsan bu sınırlı hayatını dünyada Yüce Allah tarafından sunulan nimetlerden faydalanarak geçirir. Sonunda hesap vernek üzere Allah’ın huzuruna gider.

Aslında dünya hayatı, insanın ölümden önceki hayatını, bu hayattayken ilişki kurduğu varlıkları, bunlara yönelik eğilimlerini, tutum ve davranışlarını içine alır.

Dünya kelimesi, “en yakın” anlamındaki “ednâ” kelimesinin müennesi olup Kur’ân’da âhiret ve âhiret hayatının karşılığı olmak üzere “el-hayâtü’d-dünyâ” şeklinde kullanılmıştır. Dünya kelimesinin “alçaklık, kötülük” mânasındaki “denâet” kökünden geldiği de izah edilir.

“Hayat” hakkında, tarih boyunca birçok düşünceler ortaya atılmış; hayatın başlangıcı, gayesi ve anlamı konularında çeşitli yorumlar yapılmıştır.

“Dünya Hayatı” konusunda en açık ve doyurucu bilgiyi Kur’ân-ı Kerim ve Hadîs-i Şerifler vermektedir. Kur’ân-ı Kerim’de “dünya hayatı” ifadesi kırka yakın yerde geçmektedir.

İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem ve eşi Hz. Havva, Cennet’te kendilerine yasak edilmiş ağacın meyvesinden yemeleri sonunda yeryüzüne indirilmişlerdir.

Kur’ân’da yer ve yeryüzü için “arz” kelimesi kullanılmış, şu anda yaşanılan hayata “el-hayâtü’d-dünyâ, âcile/acil hayat ve ûlâ/ilk hayat”; ahiret hayatına “ukbâ, dârü’l-karâr” gibi isimler verilmiştir. Böylece Kur’ân-ı Kerîm’de “arz” coğrafî, “dünya” ise dinî ve ahlâkî bir terim olarak yer almış; dünya kötülenir veya hafife alınırken, kozmik varlığı değil burada sürdürülen ve “âhiret kaygısını geri planda bırakan hayat” tarzı kastedilmiştir. Dünya kelimesi hadislerde de bu anlamda kullanılmıştır.

Dünya hayatı, Kur’ân’da genellikle âhiret hayatı ile birlikte anılmış, bazan ikisi arasında karşılaştırma yapılarak âhiret hayatının üstün, ebedî ve daha önemli olduğu belirtilmiştir. Kur’ân’a göre, âhiret için olan amelleri engellemeyen ve aksatmayan, ahiretteki hesaba uygun olarak yaşanan dünya hayatı meşru bir nimet ve bir saadettir. Nitekim Müslümanların: “Rabbimiz! Bize dünyada da âhirette de iyilik ver…”[1] diye dua etmeleri tavsiye edilmiştir.

Birçok âyette peygamberlere ve müminlere hitap edilirken dünya ve âhiret saadeti birlikte vurgulanmış ve bu durum Allah’ın özel bir lutfu olarak kaydedilmiştir. Ahiret mutluluğunu kazanmak için dünyadan vazgeçip “ruhbanlık” hayatı yaşamanın doğru bir yol olmadığı bildirilmiştir.

Geçici ve süreksiz olan dünya hayatı, kalıcı ve daimî olan ahirete tercih edilemez. “Önce dünya” deyip dünyalık isteklerinin esiri olarak yaşayanlar, “dünya karşılığında âhireti satanlar” şeklinde nitelendirilmiş, değerli ve çok olanı verip değersiz ve az olanı satın almanın kârlı bir iş olmadığı ifade edilmiştir. Bu anlayışa sahip olanların yaptıkları işler kendilerine dünyada ve âhirette bir yarar sağlamaz. Buna karşılık âhiretlerini kazanmak için dünyada helal-haram çizgisine dikkat edenler övülmüştür. Bunun en güzel ve en ileri derecedeki örneği şehidlerdir.

İslâm’ın dünya hakkındaki tutumunun doğru tesbit edilebilmesi için Kur’ân’ın ilk muhatapları olan Araplar’ın dünyaya ve âhirete bakış tarzlarının dikkate alınmasında fayda vardır. İbn Haldun’un da belirttiği gibi câhiliye döneminin bedevi Arapları, doğuştan maddeci ve kısa vadedeki menfaatlerine pek düşkündü. İslâm dini, dünyevî imkânlara karşı duydukları bu hırs derecesindeki aşırı ilgiyi tasvip etmemiş ve bu hususta onları uyarmıştır. Yine her fırsatta onları manevî değerlere yöneltmiş,  âhirete inanmaya ve orada hesap vermeye hazırlanmaya çağırmıştır. Kur’ân’a göre dünya hayatı “aldatıcı bir meta”dır, sadece “bir oyun ve eğlence”dir. Dünyadaki menfaatler yaldızlıdır, çekicidir. Ahiret hayatı ise kalıcı ve ebedidir.

O halde mümin, ebedî olan âhiret hayatını fânî ve yalancı dünya hayatına daima tercih etmelidir. Dünya hayatı yağmurla biten ve yeşeren, sonra da bir âfetle yok olup giden bir bahçe gibidir. Zenginliği dillere destan olan Kârun ve benzerlerine imrenilmemeli; aldatıcı, oyalayıcı, maksattan uzaklaştırıcı, gaflete düşürücü ve geçici dünya hayaline karşı dikkatli olunmalıdır.

Eş, evlât, altın, gümüş ve zenginlik, insanoğlunun hoşuna giden dünya hayatının süslü ve cazip olan varlıklarıdır. Bilinmelidir ki, Allah’ın kulları için yarattığı zînetleri/dünya nimetlerini kimse yasaklayamaz; ancak onlardan faydalanırken dünya-âhiret dengesini bozmamaya da dikkat etmek gerekir.

Âhirete öncelik veren bu dengenin dünya lehinde bozulması yönündeki davranışlar tasvip edilmemiştir. Peygamber (sav), Allah katında dünyanın cılız bir ölü oğlak kadar bile değeri olmadığını ifade etmiş, dünyaya düşkün ve maddeye tutkun olmamaları için insanları uyarmıştır.

Bu konuda bir yanlış anlamaya meydan vermemek üzere şunları hatırlamalıyız: Günümüz dünyasında önemli bir konu olarak “ekonomik güç” gerçeği vardır. İslam dini, hiçbir zaman özellikle toplum olarak güçsüz ve geri olmayı, geri kalmayı asla tasvip etmez. Aksine ekonomik sahada da güçlü olmayı ister. Ancak şu hususlara dikkat etmeyi gerekli görür: Zenginlik ve ekonomik güç helâl ve meşru yollardan elde edilmeli, lüks, israf ve gayri meşru yerlere harcama yapmaktan uzak durumalı, kibir ve şımarıklığa düşülmemeli, malî görev ve ibadetler ihmal edilmemeli, gereğine göre helâl ve meşru faaliyetlere malî destek verilmeli ve haram ve zararlı etkinliklere hiçbir zaman yardımcı olunmamalıdır. Bu şartlara uymak kaydıyla çok zengin olmak, çok büyük yatırımlara imza atmak ancak takdir edilecek güzel işlerdir.

Bir ara, sahabîlerden Hz. Abdullah b. Ömer, Ebu’d-Derdâ ve Osman b. Maz’ûn’un sürekli ibadetle meşgul olup kendilerini ve ailelerini dünya nimetlerinden mahrum bırakmayı düşünmeleri de Rasûlullah (sav) tarafından hoş karşılanmamış,  ölçüsüz bir şekilde dünyaya sarılmak kadar dünyayı terketmek ve bir tür ruhbanlık hayatına yönelmek de doğru bulunmamıştır.

Kur’ân’da kötülenen dünya hayatından maksat, haram ve helale dikkat etme sorumluluğundan uzak bir halde, mal-mülk sevgisinin esiri olarak yaşamaktır.   Madde ve şahsî çıkar peşinde koşmaktır. Bu konuda mal, mevki, şehvet, lüks ve israf gibi tutku ve eğilimler kınanırken manevî değerlere ve uhrevî hayata bağlılık gösterilmesi istenmiştir.

Peygamber Efendimiz (sav), yaşadığı hayat itibariyle dünya karşısında takınılması gereken tavrın nasıl olması gerektiğini göstermiştir. Nitekim, “Uhud dağı kadar altınım olsa üç günden fazla saklamaz (dağıtır)dım.” buyurmuş, nafakanın temini için çalışmanın pek faziletli bir vazife olduğunu beyan buyurmuş, kendisi hayatı boyunca hiçbir zaman dünyalığa maksadını aşan tarzda önem vermemiş, vefatından sonra birkaç şahsî eşyasından ve çok az miktarda maldan başka bir şey bırakmamıştır.

“Dünya malı tatlıdır, çekicidir.” buyuran Peygamber (sav), müslümanların helal yollardan servet edinmelerini tasvip etmiş, dinin servetle ilgili olarak getirdiği yükümlülüklerin ifa edilmesi şartıyla zenginliğin iyi bir şey olduğunu söylemiştir. Helalinden kazanıp helal yerlere harcayan, zenginlikleri sebebiyle istikametten ayrılmayan ve şımarmayan müslümanların örnek insanlar oldukları ve şehid olarak muamele görecekleri bildirilmiştir.

İnsanda maddeye ve şahsî çıkara karşı doğuştan bir eğilim, hatta hırs bulunduğundan İslâm dini, insanları dünyaya köle olmamaya, davranışlarını düzene koymaya ve bu konuya özen göstermeye çağırmıştır.

Kur’ân-ı Kerim, dünya hayatını şöyle tarif ve tasvir ediyor: “Bilin ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda (birbirinize karşı) övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır. (Bu) tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekicilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çer-çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap; Allah’tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı ise, sadece aldatıcı bir geçinmedir.”[2]

“Onlara dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat: (Dünya hayatı) gökten indirdiğimiz bir su gibidir. Yerin bitkisi onunla bitip yeşerir ve (sonunda o bitkiler) rüzgârların savurduğu çöp kırıntıları haline geliverdi (İşte hayat böyle bir mevsim gibidir).”[3]

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Eğer inanır, (günahlardan) korunursanız (Allah) size mükâfatlarınızı verir.”[4]

“O (Allah) hanginizin daha güzel iş yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı.”[5]

“Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan canlardan ve ürünlerden eksiltme gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele.”[6]

Ayetlerde, âhiret hayatının ebedî ve önemli olduğunu bidirirken, dünya hayatının fânî, oyalayıcı, meşgaleler zinciri gibi oluşuna dikkat çekilir; ama meşru ve helâl dünya nimetlerini ve zenginligini de yasaklayan bir şey olmadığı bildirilir.

Ebû Tâlib el-Mekkî’ye göre dünya, kişinin aşağı arzularıyla aldığı paydan ibarettir. Kötü/haram arzulardan uzaklaşmak anlamında dünyayı terketmek farz, ihtiyaç fazlası olan mübah ve meşru arzulardan yüz çevirmek suretiyle dünyayı terketmek ise fazilettir.

Halk haramları, takva sahipleri helâlliği şüpheli olan şeyleri, zâhidler ihtiyaç fazlası helâlleri terkederler. Çünkü dünyanın haramı azaptır, helâli ise hesap vermeyi gerektirir.

Ebû Safvân, dünyada ahiret hesabı dikkate alınmadan dünya için yapılan her şeyin dünya, âhiret için yapılan her şeyin âhiret olduğunu söyler. Dünya nefsin arzusuna, hevâ ve hevesine tâbi olmaktan ibarettir. Nefsinin kötü arzuları peşinde koşan kimse hiçbir şeye sahip olmasa bile dünya ehlinden sayılır. Tasavvufî eserlerde âhiret kaygısı taşımadan mal ve servet biriktirenler, bedenî ve şahsî hazlar peşinde koşanlar “dünyanın uşağı” sayılmış, bunların Allah’ın kulu değil “paranın kulu/abdü’d-dînâr” oldukları ifade edilmiştir.

İnsanlar, dünyevî varlık ve imkânlara karşı takındıkları tavra göre başlıca üç kısma  ayrılırlar:

  1. Âhirete iltifat etmeksizin yalnızca dünyaya bağlananlar.
  2. Bütün çabalarını âhirete yönelten ve dünyaya iltifat etmeyenler.
  3. Dünya ve âhiretin hakkını verenler. Peygamberlerin de dâhil olduğu bu zümre insanların en faziletlisidir; çünkü din ve dünya işlerini gerektiği şekilde yürüten kimse “Allah’ın halîfesi”dir. İnsanların tamamı “Allah’ın iyâli” olduğuna göre onlara hizmet etmek de ibadetten, hatta en değerli ibadetlerden sayılır. Esasen âhiret saadetini arzulamak Allah sevgisine aykırı olmadığı gibi dünyanın refah, sağlık ve esenliğini dilemek, bunun için çaba sarfetmek de Allah sevgisine ters düşmez.

Zâhidler ve mutasavvıflar, “maddeye yönelen nefsin hevâ, şehvet gibi arzuları” şeklinde tarif ettikleri dünyayı, bütün kötülüklerin kaynağı olarak görmüşler, onun insanı alçaltan ve esas maksadı unutturan bir niteliğe sahip olduğunu söylemişlerdir. Derler ki: “Dünya yalan, âhiret gerçektir. İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklar ve esas hayatı o zaman göreceklerdir.”

İbnü’l-Arabî’ye göre de dünya, ilâhî güzelliği yansıtan bir ayna olması itibariyle güzeldir. Bu mertebeye ulaşan ârifler artık sadece dünyanın güzelliğinden, faydasından ve nimetlerinden bahsederler. Çünkü bu mertebedeki ârifler için dünya Hakk’a ermeyi engellemez, aksine O’nun daha iyi anlaşılmasını sağlar.

Abdullah b. Mes’ûd (ra) demiştir ki: Rasûlullah (sav) bir hasır üzerinde uyumuştu. Hasır, yan tarafında iz bırakmıştı. Biz: “Ey Allah’ın Rasûlü, sizin için bir döşek edinsek…” dedik. Buyurdu ki: “Benim dünyaya ülfetim yoktur. Ben, dünyada ancak bir ağaç altında gölgelenen, sonra ayrılıp yoluna devam eden bir yolcu gibiyim.”

Kur’ân-ı Kerim, Hz. Âdem (as)’in şeytana uyarak işlediği hata dolayısıyla tevbe etmesinden ve Rabbinin onun bu hatasını bağışlamasından sonra ona dünyaya inme emrinin ve halîfelik görevinin verildiğini, bu görevin kıyâmete kadar devam edeceğini, Hz. Âdem’in sadece şeytanın saptırması yüzünden yeryüzüne indirilmediğini, Hz. Âdem’in yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak yaratıldığını, halîfelik görevine şeytana uyarak işlediği hatanın vebâlinden arınmış olarak başladığını ve dünya hayatında sadece Allah’a kullukla imtihan olmak zorunda bulunduğunu açıklamaktadır. Oysa Hristiyanlık’ta insanların “günahla” doğdukları inancı vardır ki bu, İslâm’ın açıklamasına ters düşmektedir.

Bütün belaların temeli dünya hayatını gaye edinmektir. Dünya hayatına esir olan, diriltici öğütten yüz çevirir. Çünkü hidâyete kulak vermek isteyen, hayatını mutlaka âhiret temeline dayandıracaktır. Ancak iman ve salih amel insanı dünya hayatının aldanmasından alıkoyar. Âhirete inananlar dünya hayatını kaybetmez.

Son olarak hatırlamalıyız ki, bilgilendirmek, yönlendirmek, irşâd etmek üzere milleti arkasından sürükleme konumunda olan İslâm âlimleri, asla dünyanın, dünyalıkların esiri olmamalıdır. Bunun zararı ve yanlışlığı daha büüyktür. Konu ile ilgili bazı hadis-i şerifler şöyledir:

“Âlimlerin iyisi, insanların en iyisi; kötüsü de, insanların en kötüsüdür.”

“Yazıklar olsun kötü âlimlere ki, ilmi ticarete -dünya menfaatine- alet ederler.”

“Ümmetim, kötü âlimler ve cahil abidler yüzünden helak olur.”

“İlmini insanlara öğretmeyen âlime, kıyamette ateşten gem/yular bağlanır.”

[1] Bakara; 2/201.

[2] Hadîd; 57/20.

[3] Kehf; 18/45.

[4] Muhammed; 47/36.

[5] Mülk; 67/2.

[6] Bakara; 2/155.