İçeriğe geç
Anasayfa » DÜNYA SEVGİSİNİN İKİ ÜRÜNÜ HASED VE KİN

DÜNYA SEVGİSİNİN İKİ ÜRÜNÜ HASED VE KİN

“Dünya” kelimesinin iki zıt manası vardır. Kelimenin masdarlarından birisi “dünüv”, diğeri “denâet” kökünden gelir. Dünya, “dünüv” masdarından gelince “en yakın” manasında, “denâet” masdarından gelince ise “en alçak” manasındadır.

Dünya, eğer bizi Allah Teâlâ’nın rızasına götürürse, cenneti kazandırırsa en yakın manasına gelir ki böylelikle dünya, kişiyi Allah’a en yakın kılar. İşte övülen dünya budur. Hz. Ebû Bekir (ra), Hz. Osman (ra) ve Abdurrahman b. Avf (ra) gibi kimselerin dünyasıdır. Bu dünya anlayışı, hem dünya huzurunu hem de âhiret huzurunu kazandırır. Bu gibi zatlar hased etmezler, kin tutmazlar.

Dünya, bize Allah Teâlâ’nın rızasını ve cenneti kaybettirirse, en alçak manasına gelir ki böyle olursa dünya, kişiyi en alçak hale getirir. İşte kınanan dünya da budur. Bu dünya anlayışı da hem dünya huzurunu hem âhiret huzurunu kaybettirir. Demek ki dünya âlettir, neye âlet olursa onun hükmünü kazandırır.

Kınanan dünyayı seven kişi, elinde dünyalık yoksa dünyayı elde etmeyi de gaye edinmiş kişi, elinde dünyalık bulunun kimseye karşı hased eder, kin tutar.

Hased; dünyayı tanımayan, Allah Teâlâ’nın dünya ile kişileri imtihan ettiği gerçeğini bilmeyen, idrak ve iman zayıflığı bulunan kimselerde bulunur. İlim ve idrak sahibi irfan ehli mü’min, Allah Teâlâ’nın hükmüne rıza gösterir, varlıkla da yoklukla da imtihan edildiğini bilir. Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i şerîfler nazarından bakılınca varlık sahibi kişinin, şükürle, yokluk sahibinin ise sabırla imtihan edilmekte olduğunu görür.

Mü’min önce, dünyaya imtihan için geldiğinin şuurunda olmalıdır. İşte bunu âyet-i kerîme ile Rabbimiz şöyle bildirmiştir:

“O (Allah) hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek/imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır. O, Azîz’dir, Ğafûr’dur.”[1]

Âyet-i kerîmede önce ölüm sonra hayat ifade edilmiştir. Bu dünya hayatı, ölümlü olan bir hayat; âhiret hayatı ise kendisinde ölüm olmayan sonsuz bir hayat demektir. Bu dünya hayatını düşünürken her an ölüm gelebilir; ama sonsuzun anahtarını kendisinde bulunduran ölümlü bir hayat olduğunu akıldan hiç çıkarmamak gerekir. Her gün ya kârdayız ya da zarardayız; üçüncü bir alternatif yoktur. Bununla ilgili Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

“Herkes, sabahtan (pazara çıkar) nefsini satar; kimi onu âzâd kimi de helâk eder.[2]

Dünya, alış-veriş yeridir. Dünya verme yeri, âhiret ise alma yeridir. Vermemiz gereken fânî olan her şey, almamız gereken de bâkî olan şeylerdir. Kendimizi, tercihlerimizle ortaya koyarız. Doğru tercih, imtihanı kazanmak demektir. Hakk’ı bâtıla, bâkîyi fânîye, hayrı şerre, doğruyu eğriye, Allah’ın emrini insanların emrine tercih, Allah’ın rızasını nefsin rızasına tercih, kişiyi şeytana değil Allah’a dost yapmaya tercih etmektir.

İmtihan, her konuda ve her zamandır. Daima ve her konuda imtihan edildiğimizi bildiren delil şu âyet-i kerîmedir:

“Her nefis/can ölümü tadıcıdır. Biz, sizi bir imtihan olarak şer ile de hayır ile de deniyoruz (deneyeceğiz de). (Nihayet yine) ancak Bize döndürüleceksiniz.”[3]

Âyette ki şerden kasıt: hastalık, sıkıntı, darlık, fakirlik vs. gibi insana sıkıntı veren her şeydir. Hayırdan maksat da: sağlık, rahatlık, genişlik, zenginlik vs. gibi insana sıkıntı vermeyen ve huzura sebep olan şeylerdir. Demek ki insan her durumda da her zamanda da imtihandadır. İmtihanı kazanmanın şartı: şerde sabırla; hayırda şükürledir.

Maddî nimetlerin en üstünü sağlıktır ki imtihanı şükürdür. Bu şükür, bu sağlıklı vücudu ibadet ve itaatte yıpratmaktır. Manevî nimetlerin en üstünü de imandır. Bunun şükrü, imanı korumak ve imanı kemâle erdirmeye gayret etmek, sâlih amel işlemek, başkalarının iman ve sâlih amellerine sebep olmak için hakkı ve sabrı tavsiye etmektir.

İnsanın imtihan edildiğinin diğer bir delili de şu âyet-i kerîmedir:

“Gerçekten Biz, insanı (erkek ve kadından gelen) karışık bir nutfeden yarattık; onu imtihan edelim diye onu işitme, görme (ve düşünme) yeteneğine sahip (akıllı, üstün ve becerikli bir varlık) kıldık. Şüphesiz ona doğru yolu da gösterdik (seçimi kendisine bıraktık:)  ister şükredici olsun ister nankör (kâfir) olsun.”[4]

Her şeyin imtihanı farklı farklıdır. İmtihanı kazanan kişi: elinde varlık bulunan, şımarmayan, elinden çıkana üzülmeyen, Allah’ın hükmüne rıza gösterendir. Bu gerçeği de şu âyet-i kerîme ile bildirmiştir:

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitap (Levh-i Mahfûz)’da yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a kolaydır. (Allah bunu,) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye (açıklamaktadır). Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.”[5]

Dünya sermayedir, cennet ise kârdır. Sermaye, kârdan daha üstündür. Çünkü kâr, sermaye ile elde edilir. Kişi aklını iman ışığı ile yani Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Sahîhadaki gerçeklerle aydınlatırsa, övülen dünya ile yerilen dünyayı ayırt eder; övülen dünyayı alır, yerilen dünyayı reddeder. İşte bu dünya mü’min için binek olur; kişiyi hedefe, Allah’ın razı olduğu hedefe ulaştırır.

Kurtulan gerçek mü’min, imanın tadını tatmış olan kişidir. Bu konuda da şu hadîs-i şerifi sunmamız yeterlidir:

“Allah’ı Rab, İslâm’ı din, Muhammed’i peygamber olarak (benimseyip) onlardan razı olan kimse imanın tadına varmıştır.”[6]

Allah Teâlâ’dan razı olan, başka rab aramaz, İslâm’dan razı olan başka din aramaz, Hz. Muhammed (sav)’den razı olan kişi de başka mutlak rehber, örnek aramaz.

İşte imanın zevkine varmış kişi, Rabb’ın hükmüne rıza gösterir. Ne ile imtihan ediliyorsa o imtihan hükmüne rıza gösterir, başka imtihan istemez. Kendisine ne verilmişse “Rabbim en isabetlisini vermiş, Rabbim bana zulmetmez, beni bildiğinden bunu bana verdi, rahmeti gazabına sebkat etmiş olan Rabbim bana benden daha merhametli olduğuna göre bana gereken, bana verilene rıza göstermektir.” demelidir. Eğer zenginlik vermişse, zenginliğin gereği: şükretmek, daha fazla zengin olana hased etmemek, fakirlik de istememektir. Eğer fakirlik vermişse fakirliğe rıza göstermek ve “Ya Rabbi! Hakkından gelemeyeceksem bana zenginlik verme, eğer şükredebileceksem zenginlik ver, benden daha zenginlere karşı beni hasedden ve kin tutmaktan beni koru, benden daha fakir olanlara karşı merhamet etmeyi, onlara karşı kibirlenmemeyi nasib et!” diye dua etmelidir.

Hased, Rabbin hükmüne rıza göstermemektir. Hased eden kişi bunu böyle düşünmez; ama yine de hased eder. İşte bu kişi, haram işlemiş bir günahkârdır. Peygamberimiz (sav) kat’î olarak mü’minlere hem hasedi hem kin tutmayı şu hadîs-i şerîfiyle yasaklamıştır:

“Birbirinize kin tutmayınız, hased etmeyiniz, sırt dönmeyiniz ve ilginizi kesmeyiniz. Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz. Bir müslümanın, din kardeşini üç günden fazla terk etmesi (onunla dargın kalması) helâl değildir.”[7]

Hased eden ve kin tutan kişi ahmak kişidir. Çünkü hased eden kişi, hem dünyadan mahrum hem âhiretlik olan sevabından mahrum olmakta. Yani hasedçi kişi, hem kendini bitiriyor hem de sevabını bitiriyor: İşte bu konuda Rasûlullah Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

“Aman ha, Hasedden sakının! Şüphesiz, ateşin odunu (veya kuru otları) yakıp bitirdiği gibi hased de iyilikleri yer bitirir.”[8]

Hasedçi kişi, hasedinden tövbe etmezse hem kendini bitirir, hem de sevaplarını yiyip bitirir. Tevbe edince, hasedin yerini gıpta alır ki bu hayırda harcamak düşüncesinden kaynaklanır. Bunun hakkında da Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

“Ancak iki kişiye gıpta edilir: Allah’ın verdiği malı hak yolunda harcamayı başaran kimse. Allah’ın kendisine verdiği ilim ve hikmet ile yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse.”[9]

Eğer hasedin, Rabbin hükmüne razı olmamak manasında olduğunu bilerek ve Allah’ın hükmüne rıza göstermeyerek hased ederse kâfir olur. Bu manada hased ile iman bir arada bulunmaz. İşte bundan dolayı Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Kalbinde, iman ile hased bir arada olmaz.”[10]

Mü’min, yaptığını nefsi için değil Allah için yapar. Allah için olunca, sevmesinden de sevap alır, kin tutmasından da olsa sevap alır. İşte hadîs-i şerîf:

“Amellerin en faziletlisi, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek/kin tutmaktır.”[11]

Mü’min kişi, mü’mine kin tutmaz, buğzetmez. Eğer buğzederse Allah için buğzeder. Mü’min kişi, Allah’ın yasakladığı bir şeyi yapan mü’min kişinin nefsine buğzeder, kendisi de yanlış yapınca kendi nefsine buğzeder. Ama yanlış yapan, kendi nefsine acıyorsa nefsini hemen tövbe etmeye zorlar, yanlış yapan kardeşe de acır nasihat eder, o yanlışı terk ettirmeye iknaya çalışır.

Dünya sevgisi deyince ilk akla gelen, “kınanan dünya sevgisi”dir; Allah’ın rızasından, cennetteki nimetlerden mahrum eden ve cehenneme girmeye sebep olan dünya sevgisidir. İşte bu konuda Beyhakî’nin, Hz. Peygamber’e nisbet etmeyip Hasan-ı Basrî’den mürsel olarak zayıf bir isnadla yaptığı bir rivayette şöyle geçmektedir:

“Dünya sevgisi, her günahın/hatanın başıdır.”[12]

Peygamberlere karşı çıkan kâfirlerin çoğu, daha ziyade dünya sevgisi yüzünden, rahatlığı tercih etmelerinden ve peygamberlerin getirdiği esasların nefislerinin arzularının aksine olduğundan dolayı karşı çıkıp inkâr etmişlerdir. Bununla ilgili şu âyet-i kerîmelere bakmak yeterlidir:

“Size ne zaman bir peygamber, nefislerinizin hevasına uymayan bir şey getirirse; (ona uymayıp) büyüklenecek, kimini yalanlayacak, kimini de öldüreceksiniz ha!”[13]

“Biz hangi ülkeye bir uyarıcı (peygamber) göndermiş isek, mutlaka oranın refah içinde şımaran zenginleri: ‘Biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr edenleriz’ demişlerdir.”[14]

Bize gereken, kalbimize sahip çıkmaktır. Kalp ise bir tanedir. Kalbe bir şey girerse diğer şey çıkar. Yanlış izâle olmadan doğru ikâme olmaz. İşte bundan dolayı er-Rabî’ b. Haysem (rh) şöyle demiştir:

“Kalbinizden dünya sevgisini çıkarın ki oraya âhiret sevgisi girsin.”[15]

Yine bize gereken, dünyayı âhirete engel kılmamak, belki dünya ile âhireti kazanmaktır. Zaten dünya, âhireti kazanmak içindir ve âhireti kazanma yeridir. Akıllı kişi, dünyası için âhiretini, âhireti için de dünyasını terk etmeyendir. İlla terk edilecekse elbette fânî olan dünya, bâkî olan âhiret için yani cennet için terk edilecektir. Dünyayı, âhiret için yani cennet için terk etmeyeceğiz ki âhiret elde edilsin. Zira dünya sermaye, cennet ise kârdır. Sermaye olmadan kâr elde edilmez. Akıllı kişi, sermayeyi kâr için korur, kârı da zayi etmez.

[1] Mülk; 67/2.

[2] Müslim, Tahâret, 1; Tirmizî, Deavât, 86.

[3] Enbiyâ; 21/35.

[4] İnsân; 76/2-3.

[5] Hadîd; 57/22-23.

[6] Müslim, Îmân, 56.

[7] Buhârî, Edeb, 57, 58, 62; Müslim, Birr, 23, 24, 28, 30-32; Ebû Dâvûd, Edeb, 47; Tirmizî, Birr, 24; İbn Mâce, Duâ, 5.

[8] Ebû Dâvûd, Edeb, 52; İbn Mâce, Zühd, 22.

[9] Buhârî, İlim, 15, Zekât, 5, Ahkâm 3, Temennî, 5, İ’tisâm, 13, Tevhîd, 45; Müslim, Müsâfirîn, 268.

[10] Nesâî, Cihad, 8.

[11] Ebû Dâvûd, Sünnet, 2.

[12] Münâvî, Feyzul’l-kadîr Şerhu’l-Câmiı’s-Sağîr, III, 368-369.

[13] Bakara; 2/87.

[14] Sebe; 34/34.

[15] Münâvî, a.g.e., III, 369.