İçeriğe geç

DÜNYA ve DÜNYALIKLARIN SEVGİSİNDEN TEVBE

“İnsanoğlu zayıf yaratılmıştır”1

“İnsanoğlu; aşırı zâlimdir ve çok câhildir”2

Fıtraten zayıf olan mahlûkun günah işlemesi tabiî bir şeydir ve fıtratının icâbatındandır. Burada mühim olan; hata ve günahın farkında olmak, ısrarcı olmadan hemen rücû’ etmektir. Sonra da af dilekçesini Allah’a samimi olarak sunmak ve “amel-i sâlih” işleme gayreti içerisinde, geçmiş günahlarının affedilmesi için çırpınmaktır.

Samimiyet ve ciddiyet olduğu sürece bağışlanmaktan ümid kesilmeyecektir: “Ey günah bataklığında ömürlerini cömertçe harcayanlar! Allah’ın rahmetinden asla ümid kesmeyiniz. Zira Allah günahları toptan affetme hakkına sahiptir. Şüphesiz ki sadece O, Ğafûr ve Rahîmdir.”3 Fakat tevbe hususunda gecikilmeyecek ve ilâhî azab gelmeden “istiğfar dilekçesi” Allah’a arz olunacaktır: “Allah indinde (makbul olan) tevbe, … (kötülükten) çarçabuk (vazgeçip) tevbe edecek olanların (tevbesi)dir.”4 Bunu bizden isteyen ise bizzat Hakk Teâlâ’dır.5 Zira tevbenin gecikmesi azabı davet edecek ve geldikten sonra da tevbenin koruyuculuğundan mahrum kalınmış olunacaktır.6

İlâhî imtihan ve ibtilâlar “tevbe” sinyalleri ve habercileridir.7 Unutmayalım ki; istiğfar azabı def eder: “Onlar istiğfar ederlerken Allah onlara azap edecek değildir.”8

Gerçek tevbe ve af/mağfiret/bağışlanma; bilmeden ve farkında olmadan işlenen günahlar için bire bir geçerlidir. Bu hükmü ise Hakk Teâlâ Hazretleri beyan buyurmaktadır: “Allah indinde (makbul olan) tevbe, kötülüğü ancak cahillik sebebiyle yapacakların, sonra da çarçabuk (vaz geçip) tevbe edecek olanların (tevbesi)dir. İşte Allah’ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır. Allah (herkesin içini dışını) hakkıyle bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.”9

“Tevbe” ve “istiğfar” birbirinin aynı şeyler olmayıp her biri yekdiğerinin mütemmim cüz’üdür, yani birbirinin tamamlayıcılarıdır. Evvelâ hatâdan vazgeçilecek sonra da onun affı için “Gaffâr-ı zünûb” olan Allah’a istiğfar yani bağışlanma dilekçesi arz olunacaktır. Günah devam ederken, bağışlanma talebinin bir manası yoktur. İşin esasına bakılırsa; “tevbe” ve “istiğfar”ın ciddiyeti için şu safhalardan geçmek lüzumludur:

  1. Hatâ ve günahın veya hatalar ve günâhların tesbiti,
  2. Bunlardan rücû’ hakkında çok samimi ve ciddî gönül protestosu, reddi,
  3. Allah’a kalben ve yürekten yöneliş ve pişmanlık arzı, niyaz ve tezellül,
  4. Tekrar aynı yanlışı işlememe konusunda cân u yürekten taahhüd ve gönül hazırlığı.

Bizim, camilerde Cuma geceleri ve çeşitli vesilelerle birlikte yaptığımız tevbe ve istiğfarlar; bir alışkanlık, muayyen kelime ve kalıpları imamla birlikte tekrar şeklinde olup, yukarıdaki hazırlıklar nazar-ı itibare alınmadan yapıldığından dolayı maksadı teminden uzaktır ve bu istiğfarlar olsa olsa bir tesbihattan ibarettir.

Zikrettiğimiz hazırlıklar yerine getirildikten sonra ise, iman tazeleyip, amel-i sâlihe yöneliş icab etmektedir.10

“Tevbe” ve “istiğfar” o kadar mühim mefhûm/kavramlardır ki, kâfirin bile geçmiş günahlarının affına vesile olur.11 Buna karşılık, imandan küfre geçiş ve küfürde devam; tevbe ve istiğfarın kabul olunmamasına sebep olur.

Tevbe ve istiğfar kapısı; yaşamaktan ümid kesilene kadar açıktır.12

“Tevbe”den sonra salâh-ı hâl (davranış ve hareketlerde düzelme) icab eder ki aff ve mağfiret gerçekleşsin.13

Ciddi bir tevbe ve istiğfar için “teheccüd” vaktinin tercih edilmesi de Kur’an-ı Mübin’in irşadı ile sabittir.14

Kendi bağışlanmamız için istiğfarda bulunduğumuz gibi, başkalarının affı için de Mevlâmıza yalvarabiliriz. Ancak bu talebimizi; küfürde, şirkte, İslâm düşmanlığında devam edenler için yapamayız. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:

“(Habîbim) onlar için (dilersen) istiğfar et (Allah’tan mağfiret iste, dilersen) istiğfar etme. Eğer onlar için yetmiş defa, istiğfar dahi etsen yine Allah kendilerini kat’iyyen yarlığayacak değildir. Bu, böyledir. Çünkü Allah’ı ve Rasûlünü inkâr ile kâfir olmuşlardır. Allah ise (öyle imandan ve itaatden çıkmış) fasıklar güruhuna hidâyet etmez.”15

Günümüzdeki ahvalimize baktığımızda; işlemekte olduğumuz günahların ve takip ettiğimiz yanlış yolun, cehaletimiz sebebiyle değil, gaflet ve inadımız sebebiyle olduğunu söylemek samimiyetini göstermeliyiz ki af ümidimiz devam etsin. Ve bugün her şeyden önce; dünya ve dünyalıklara bakış açımızı tashih etmek ve değiştirmek mecburiyetinde olduğumuzu kabul etmeliyiz.

“Bütün ma’siyet ve kötülüklerin dünya sevgisi kaynaklı” olduğu bize yüzyıllar ötesinden haber verilmektedir.16

Dünya Müslümanları; İslâm’la ilgili bilgilenmelerinde hiç şüphe yok ki, düne göre çok daha ileri durumdadır. Buna karşılık dünya sevgisi konusunda da düne karşı çok ileri vaziyettedir. Hâl böyle olunca da sevgi, bilginin önüne geçmekte öğrendiklerini hayatına uygulamaktan alıkoymaktadır.

Bütün yanlışlarımızın kaynağı bizzat Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) tarafından işaret buyrulduğu gibi tatbikatımız da O’nu te’yid ettiğine göre, yapılacak iş; dünya ve dünyalıkları gönülden çıkarmanın tevbesidir. Bunu yapabildiğimiz ölçüde, her türlü hatadan dönüş ve Allah’a yöneliş için önündeki en büyük engel kalkmış olacaktır. Dünya ve dünyalıklar sevgisinden uzaklaşma Müslümanlar olarak gönlümüzde yer etmiş; pek çok “olmazsa olmaz”larımızı da tashih edecek, düzeltecektir.

Bir takım kalbî saplantılarımız vardır ki, bunlar bizi günah bataklığına sürüklemektedir. Bunlar maalesef “bizimle alakası olmayan bir hayat felsefesi”ne sahip oluşumuzdan kaynaklanmaktadır. Artık dünya Müslümanlarının hayat felsefesi ile Müslümanların dışında kalanların dünya telâkkileri çok benzerlik arz etmektedir. Allah öncelikli bir hayat, “âhiret” endişesinin her an hatırlandığı bir dünya meşguliyeti; yerini fânî hayatı kolaylaştırmak ve nimetlerinden daha çok istifade etme koşuşturmasına bırakmıştır. Ne kendimizin ne çoluk çocuğumuzun “ebedî hayatı” değil, dünya hayatı önceliklidir artık…

Beş vakit namazı kılamayan, fâiz belâsından kurtulamayan, çocuklarına; din-iman-Kur’an öğretme endişesini bir kenara itip, onları dünya için kurstan kursa taşıyan, gücü yetmediği durumlarda bu iş için el açan Müslüman tercihini “ebedî hayat” için mi yapmış olmaktadır?

İnsafla ve iz’anla düşünüp, nefs-i emmâ-reye mağlup olmadan, sadece sözle değil özle ve fiil ile:

“Tevbe Yâ Rabbî hatâ râhına gittiklerime,

Bilip ettiklerime, bilmeyip ettiklerime.” demek tek çıkar yoldur.

“Tevbe”nin bir de psikolojik ciheti vardır ki, oldukça ehemmiyet arzeder. Hatâsını fark eden insanın, nefsine dönerek; “Benim hâlim ne olacak?” şeklindeki pişmanlığı tatlıya bağlayamadığı takdirdeki hâlet-i rûhiyesini düşündüğümüzde hatırımıza hoş olmayan şeylerin gelmesi tabiîdir. Buna karşılık şu ayet-i kerîme ile karşılaştığında kuş gibi hafifleyecek ve çocuklar gibi sevinecektir: “Ey günah bataklığında ömürlerini cömertçe harcayanlar! Allah’ın rahmetinden asla ümid kesmeyiniz. Zira Allah günahları toptan affetme hakkına sahiptir. Şüphesiz ki sadece O, Ğafûr ve Rahîmdir.”17

İşin sosyolojik veçhesine kısa bir atf-ı nazar ettiğimizde ise karşılaşacağımız manzara şöyledir: “Benden ne köy olur ne kasaba.” demek durumunda kalmış olanların; çok defa hayattan kopmaktan başka düşünceleri olamıyor. Hâlbuki tevbenin kurtuluş olduğunu haber veren “Âlemlerin Sahibi”ne kulak verdiklerinde çok büyük bir coşku, heyecan ve moralle yeniden doğmuş gibi olup, cemiyet hayatında nice faydalı hizmetler yapabilecek hâle geleceklerdir.18

Hülâsa; “tevbe” ve “istiğfar” iyi ki var diyoruz. Bu rahmet müessesesi; mevcudiyeti ile, muhatabın doğrudan doğruya Allah Teâlâ oluşu ile, ve dünya-âhiret selâmetine vesile olması ile bizi şükürden âciz bırakan bir nimettir. Hele Allah’la aralarına vâsıta koymadıkça af olunamayacaklarına inanan bâtıl dinlerin mensuplarını düşündükçe; şükür secdesinden başımızı hiç kaldırmasak yeridir.

1  Nisâ, 4/28.

2 Ahzâb,72.

3  Zümer, 39/53.

4   Nisâ, 4/17.

5   bkz. Nisâ, 4/106; Mü’min, 40/55.

6   bkz. Zümer, 39/54,55.

7   bkz.Tevbe, 9/126.

8   Enfal, 8/33.

9   Nisâ, 4/17.

10  bkz. Meryem, 19/60; Tâhâ, 20/82.

11  bkz. Sünen-i İbn Mâce, Kitabü’z-zühd.

12  bkz. Nisâ, 4/18.

13  bkz. Bakara, 2/160.

14   bkz. Zâriyât, 51/15-18.

15   Tevbe, 9/80.

16  Beyhakî, Şuabu’l-îmân, 9974.

17   Zümer, 39/53.

18  bkz. Nûr, 24/31.

“Tevbe” ve “istiğfar” birbirinin aynı şeyler olmayıp her biri yekdiğerinin mütemmim cüz’üdür, yani birbirinin tamamlayıcılarıdır.