Giriş
İnsan yaratılış itibariyle fizik ve metafizik eşiğinde durabilen iki boyutlu bir varlıktır. Maddî varlığının mayası olan çamur yönü onu sürekli dünyevîleşmeye, maddî varlığına hayat veren aşkın yönü ruh ise metafizik âleme kanatlandırmaya dâvet eder. Bir anlamda insan, özüne mündemiç bu fizik ve metafizik boyutlar arasında gelgitler yaşayan bir varlıktır. Aslolan, insanın birbirini tamamlayan maddî ve mânevî varlık boyutları arasında sahih bir denge kurmasıdır. Sarkacın zaman zaman metafizik öze doğru zaman zaman da maddî öze doğru kaymasını bu denge önler. İslâm öğretileri dünden bugüne fizik ve metafizik boyutlar arasındaki ifrat ve tefrit kaymalarını dengeleyen bir referans kaynağı olmuştur. Zira İslâm, insan zaaflarını görmezden gelmez; ancak terbiye etmeyi, fıtrata uygun kanalize etmeyi hedefler.
İslâm, herşeyi lâzım olduğu kadar, yani ölçüsüyle öğütler. İnsan için âhiret hayatında da dünya hayatında da maslahatlarını gözetmesi, öncelikler arasında yer alır. Lâkin âhiretteki maslahatla dünyadaki maslahat aynı derecede önem sırasına hâiz değildir. Öncelikler arasında bir çatışmaya izin vermez, aksine onları en önemliden önemliye doğru tertip sırasına koyar. Böylece elde edilmesi gerekenleri ehem-mühim çizgisinde bir hiyerarşik sistem içinde vaz’eder. İnsanı yaratan Allah Teâla, yarattığı varlığın iki cihanda mutlu olmasının yolunu varoluş gâyesine mebnî olarak bu hiyerarşik düzen içerisinde sunmuştur. Şu ayet-i kerimeyle de inananlara bireysel ve toplumsal hayatta dengeyi bu sisteme göre kurmalarını öğütlemiş, uymayanları da zemmetmiştir:
“İnsanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver, derler. Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur.”1
Öncelikler arasında hiyerarşik düzene uyanların ise O’nun katında çok özel bir yeri vardır:
“Onlardan bir kısmı da: “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru.” derler. İşte onlar için, kazandıklarından büyük bir nasip vardır. (Şüphesiz) Allah’ın hesabı çok süratlidir.”2
Bu hiyerarşik sıralamada aslolan, sonsuz hayatı öncelemek ve bu dünya hayatını ise sonsuz hayatın icaplarına göre tanzim etmektir. İslâm öğretisinde bu öncelik sıralamasını gâyet net görürüz.
“Allah’ın sana verdiğiyle âhiret yurdunu ara; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et, ihsanda bulun. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.”3
Hâl böyleyken bugün bu denge neden âhireti önceleyen algının aleyhine, dünyayı önceleyen algının da lehine bozulmuştur? Bugün cevabını ısrarla aramamız gereken bir sorudur bu. Dünya ve âhiretteki geleceğimizi birinci derecede ilgilendirdiği için bu sorunu görmezden gelme lüksümüz olmamalı.
Kadîm ve Modern Cihetiyle Sorun
Peygamberler tarihi, bizlere, beşer cinsinin birey ve toplum hayatında evleviyât hiyerarşisini yitirmesiyle nasıl istikâmet krizi yaşadığını tarihten ibretâmiz kesitler olarak sunar. Zaten peygamberler bu kırılmaları onarmak üzere görevlendirilen kutlu kişilerdir. Kur’an-ı Kerim’de kıssaları geçen peygamberlerin hayat serüvenleri konu hakkında yeterince fikir vermektedir. Malûm, Hz. Muhammed (s.a.s)’den sonra peygamber gelmeyecektir. Bu nedenle toplumsal hayatta, öncelikler fıkhında meydana gelecek kaymaları onarmak üzere peygamber misyonunu üstlenecek müceddidler peyderpey zuhûr edecektir.4
Ümmet-i Muhammed tarihte zaman zaman toplumsal boyutta büyük istikâmet krizleri yaşamıştır. Dünyaya meyil artmış, bireysel ve toplumsal hayatta varoluşun amacını tanzim eden hiyerarşi bozulmuş; bunun neticesinde de büyük musibetler kaçınılmaz olmuştur. Yaşanan toplumsal çözülmeye dair Moğol istilasını, Haçlı Seferleri’ni, Endülüs’ün düşmesini, Osmanlı’nın yıkılmasını birer örnek olarak verebiliriz.
Bu kriz dönemlerinde medeniyet tarihimize isimlerini altın harflerle yazdırmış ilim ve irfan ehli kişiler yetişmiş, toplumu ihya etmek üzere büyük hizmetler sunmuşlardır. Dönemsel meydan okumalara göğüs germiş, sosyal yaralara parmak basmış, çözüm yollarını göstermişlerdir. Bu kabilden Endülüslü İmam Kurtubî’yi zikredebiliriz.
Endülüs’te vücut bulmuş biricik İslâm medeniyeti tecrübesi; birey, toplum ve devlet hayatındaki hiyerarşik düzenin bozulması sonucu çökerken Kurtubî, Mısır’a hicret etmek zorunda kalmış bir otoritedir. Endülüs’te şâhit olduğu toplumsal yozlaşmanın, dünyevîleşmenin, helâl ve haram duyarlılığının yitirilmesinin, hayatı âhiret merkezli kurmamanın Mısır toplumuna da hâkim olduğunu görünce, insanlara varoluşun anlamını hatırlatmak amacıyla meşhur kitabı “et-Tezkira Bi Ahvâli’l Mevtâ ve’l Umûru’l Âhirati”yi (Mevtânın Hallerini ve Âhiret Yurdunu Hatırlama) kaleme almıştır. Amacı; Müslümanlara en büyük hakikat olan ölümü, kabir hayatını ve âhiret yurdunda insanı bekleyen cennet ve cehennemi hadislerle hatırlatmaktır. Zira Müslümanların dünyayla, günahlarla fazlasıyla iştigal ettiğini, ölümü ve dolayısıyla âhireti unuttuklarını görmektedir. Müslümanların hayatında öncelikli meseleler yer değiştirmiş, ehem-mühim hiyerarşisi yıkılmıştır. İlkelerden yola çıkarak hayatı tanzim etmek gerekirken dünyalıklar peşinde koşmak ilke olmuştur. İnsanlara; “Bu gidiş nereye!”5 demek üzere uyarıda bulunmak, “Bu sokak çıkmaz sokaktır.” demek için göreve soyunmuştur. Bu kitap o günden beri alanında en çok okunan klasik eserlerin başında gelmektedir.
İmam Kurtubî, kitabında, Hasan Basrî Hazretlerinin “İstiğfarımız, istiğfara muhtaçtır.” sözüne esefle atıfta bulunur ve “Bu onların dönemi için söylenmiş bir sözdür, ya bizim dönemimiz!?” diyerek yaşadığı döneme dair ibretamiz misaller verir.6 Şimdi biz, düyevîleşmenin yaygınlaştığı ama ideolojileşmediği bir dönemden dünyevîleşmenin tavan yaptığı ve ideolojileştiği bir döneme evrilmiş bulunuyoruz. İmam Kurtubî bizim idrak ettiğimiz bu çağa, yani dünyalık biriktirmenin misyona dönüştüğü bugüne tanıklık etseydi, içine düşdüğümüz öncelikler krizi hakkında ne derdi acaba, demekten kendimi alamıyorum. Onun yazdıkları da dünyevîleşmenin kadîm bir mesele olduğunu ortaya sermektedir.
Dünyevîleşen Müslüman Algısı
Sosyolojinin kurucu babalarından olan Max Weber, Karl Marx’tan farklı olarak, modern kapitalizmin; teknolojik gelişmelerin değil, zihniyet alanında yaşanan değişmelerin sonucu olduğunu söylemişti. Bugün bu teşhisin Müslüman dünya için de önemli olduğunu düşünüyorum.
Kayseri’de olduğu gibi muhafazakâr câmiada yaşanan ekonomik kalkınmanın, serbest piyasa kapitalizmiyle fazla problem yaşamadan büyümesi birçok kişinin dikkatinden kaçmamıştır. Bundan dolayı çok uzun olmayan bir süre önce “İslâmî Kalvinistler” benzetmesi yapılmıştı Kayserili işadamları için. Gerek yerel gerekse de uluslararası medyada “Müslüman Protestanlar”, “İslâmî Kalvinistler” başlıklı haberler, makaleler, yazılar gündemimizi bir süre işgal etmişti.
Türkiye Müslümanlarının toplumsal süreç itibarıyla zenginleşmeleri bu tartışmaları tetiklemişti. Meseleye eleştirel yaklaşanlar olduğu gibi methiye dizenler de olmuştu. Zenginleşme sürecini Protestan/Kalvinist kalkınma modelleriyle izah etme ve meşruiyet kazandırma çabalarını, zenginleşmenin her türlüsünün müsbet olduğu yanılgısı beslemektedir. Bu meyanda Batı Avrupa’da farklı bir tarih tecrübesinde ortaya çıkan Protestan hareketinin ekonomi teorisinin ve pratiğinin Anadolu işadamları ve özellikle de Kayseri modeli üzerinden hareketle Türkiye’de de yaşandığı iddia edildi. Bunlar süreci içselleştiren “kalkınmacı Müslümanların” hoşuna giden bilimsel etiketli izahlardı.
Sürece eleştirel yaklaşan dindar câmianın önemli bir kısmı ise, bu durumu Müslümanların samimiyetsizliğine bağlamak eğilimindeler. Sorunu salt değerlere yeterince bağlanmamakta görme eğilimi tartışma zeminini biraz da niyet okuma zeminine taşımaktadır. Değerler sistemine bağlılıkta düşülen zaafiyete işaret etmek bir yere kadar doğru olsa da fotoğrafın tamamını sunmadığı gibi problemin özünü de gözlerden kaçırmaktadır.
İmanın âhiret merkezli vurgusuna rağmen Müslümanın, dünyevîleşme karşısında zayıf kalmasının hakiki sebebi, kanaatimce, dine bağlılıkta yaşadığı samimiyetsizlikten değil, önce ideolojileşen ve sonra da küreselleşen sekülerizm karşısında yeterli donanıma sahip olmamasındandır. Hem zihni donanımı hem nefis terbiyesi hem epistemolojik temelleri hem de ontolojik algısı yetersizdir. Modern dünya görüşü ve bu dünyanın sunduğu hayat tarzı karşısında zaafiyet içerisindedir. Ve bu durum salt Türkiye’ye has bir sorun da değildir.
Dünya Batı ve Doğusuyla, Kuzey ve Güneyi ile sekülerizmin/dünyevî-leşmenin kıskacı altında kıvranmaktadır. Buna bütün Müslüman ülkeler de dâhildir. Görev yaptığım üniversitede 90 farklı ülkeden 100’ün üzerinde farklı ırka mensup Müslüman bir arada yaşamaktadır. Bu ortam ırklar arasında cereyan eden canlı interaktif ilişkileriyle, paylaşılan hayatla tüm dünya Müslümanlarının algı dünyasının nabzını tutma imkânı veren sosyal bir laboratuvar hükmündedir. Yıllardır yaptığım gözlemlere dayanarak şunu söyleyebilirim; bizim, Türkiye’de şikâyet ettiğimiz dünyevîleşme olgusundan onlar da muztaribler. Bizim insanımızda gördüğümüz dünyevîleşme tezâhürleri aynısıyla onlarda da vaki. Bize isabet eden onlara da isabet etmiş durumda. Onlar da yaralarına merhem bulma arayışı içerisindeler. Bir anlamda bu sorun bütün ümmetin sorunu. Şu farkla ki; modernleşmenin çok daha hızlı yaşandığı Müslüman toplumlarda, dünyevîleşme tezâhürleri, modernleşme sürecinin ağır yaşandığı coğrafyalara nazaran çok daha belirgin, çok daha yakıcı boyutlara varmış durumdadır.
Kuşkusuz, dünyevîleşme insan kadar kadîm bir sorundur. Ancak, bugün varolan dünyevîleşme mantık olarak kadîm olsa da modernite öncesi dünyevîleşmeden ciddi olarak ayrışmaktadır. Zira modernitenin ürünü olan modern ulus devletler, sekülerleşmeyi katı bir doktrin olarak örgün eğitim kurumlarında sistemli olarak insanların zihin dünyasına enjenkte etmektedir. Modern devletlerin elini uzatmadığı toplumsal bir alan yoktur bugün. Kontrolü altında tuttuğu bütün vasıtalar aracığılıyla kalkınma ve muasır medeniyet seviyesini yakalama ülküsüyle modernleşmeyi ve dolayısıyla dünyevîleşmeyi tek çıkar yol olarak dayatmaktadır. Özellikle de Batı dışı modernleşme tecrübelerinde sürecin temel taşıyıcı gücünü ordular oluşturmaktadır; Rusya, Türkiye, Arap ülkeleri, Japonya ve Çin’de olduğu gibi. Televizyon, sinema, medya gibi halkların kültürel hayatını şekillendiren bilumum vasıtalar da bu amaç için istihdam edilmektedir. Bundan dolayıdır ki aynı seküler hayat algısı bütün dünya halklarını farklı oranlarda da olsa etkisi altına almış durumdadır.
Küreselleşme çağını idrak ediyoruz. Öyle diyorlar. Aslında küreselleşen bir şey varsa, o da bu hayat algısıdır. Batı dünya görüşüne alternatif bir dünya inşa edilmiyor. Kadîm Çin ve Hint medeniyetinin çocukları insanlığa sundukları ürünlerle, bugün, bu dünya görüşünü taklit etmekten öteye geçemediklerini fazlasıyla ortaya sermişlerdir. Yerel kültürel formlar Batı dünya görüşünün bu coğrafyalarda bir aksesuarı hükmünde sadece. Yerel kültürel unsurlar aksesuar olarak kullanılmasa idi eğer, ortada varolanın aslında Batı modernitesinin kötü bir kopyası olduğu ayan beyan gözükecekti. Yani temel sorun materyalizmin, küreselleşmeyle beraber bütün coğrafyalarda kök salmasıdır.
Konuya açıklık getirmek sadedinde, özetle, sürecin tarihsel derinliğine biraz değinmek ihtiyacı hissediyorum:
Batı, tarihte eşine pek rastlanmayan uzun soluklu büyük bir kavganın neticesinde hâkim paradigmayı yıktı ve yerine bugünkü materyalist medeniyetin temeli olan yeni paradigmayı kurdu. İnanç ve bilginin kilise doktrini ve Aristo’nun görüşlerine mebnî olarak kurgulanan paradigmayı, yani skolastik Ortaçağ dünya görüşünü yıkarak dinden ve gelenekten radikal bir kopuşla koptu.
Kilise öncesi kadîm Yunan kültürüyle Ortaçağ kültürünü yeniden harmanlayan kilise karşıtları, 16. asırda İtalya’da, “yeniden doğuş” ve “diriliş” anlamına gelen “Rönesans Hareketi”ni başlattılar. Bu da 17. asırdaki Akıl Çağı (Age of Reason) dönemini tetikledi. 18. yüzyıl ise Aydınlanma Çağı’nı (Enlightenment) getirdi. Aydınlanma da 19. yüzyılda İdeolojiler Çağı’na zemin oldu. Başlıklar hâlinde sunduğumuz bu tarihsel dönem; modernitenin ortaya çıkışını, kök salmasını ve bugün küreselleşmesinin arka planını anlatır. 1630’larda bir merkezden başlayarak bütün dünyaya egemen olan modernite ve onun sert çekirdeği sekülerizm, bu tarihsel dönem anlaşılmadan anlaşılamaz. Bu da idrak edilmeden küreselleşme ve küreselleşenin ne olduğu izah edilemez.
Modernite yenilenmeyi esas alır. Modern demek yeni olan demektir. Hayat felsefesi olarak modernite, “her dâim yenilik”i temel prensip edinmiştir. Bu yüzden sâbit değerlere sıcak bakmaz. Din ve gelenek öncelikle sâbit değerler sistemi anlamına geldiği için de dine ve geleneğe karşıdır.
Modernitenin ideal insan modeli, “özgür insan”dır. Buradaki “özgür insan”ın anlamı hukukta köle olmayan anlamında özgür insan değildir. Buradaki özgürlük, ontolojik anlamda bir özgürlüğü işaretler. Tek kelimeyle Tanrı’dan bağımsız olma hâlini. Tanrı’dan ve tanrısal sistemlerden…
Modernitenin sert çekirdeği sekülerizmin dünvevîleşmeyle olan ilişkisine gelince; sekülerizm Latince bir kelime olan “seaculum” kelimesinden türetilmiş bir konseptir. Seaculum, kelime itibarıyla “yaşanan zaman dilimi” ve “bu dünya” anlamına gelir. Konsept olarak da varoluşu; burada (yani bu dünyada) ve şimdi (yani yaşanan zaman diliminde) anlamlandırmayı esas alır. Dinlerin vurgu yaptığı “ezeliyet”i kat’i olarak dışlayan bir anlam muhtevasıyla sekülerizm, dinle dünya işlerini bağımsız birer alan olarak ele alır. Sekülerleşen birey ve toplumlar bu kurgunun gereği olaraktan mutlaka dünyevîleşecektir. Dünyevîleşecektir, zira sekülerleşmek birey ve toplumların algı dünyasını profanlaştırmayı hedef alır. İnsanın söz ve eylemlerini algı dünyasında hâkim olan düşünce kodları belirler, zira insandan sadır olanlar zihin kodlarının doğal reflekslerinden ibarettir. Max Weber’in modern kapitalizmin zihniyet alanında yaşanan değişmelerin sonucu olduğu tesbitini tekrar hatırlatmak isterim.
Günümüz Müslümanlarının mal ve mülkle mü’mince bir ilişki kurmakta bir sıkıntısı varsa bunun sebebini samimiyetsizlik ithamından önce bu kutsaldan arındırılmış algıyla ilişkilendirmek gerekmektedir. Profanlaşan Müslüman tasavvurunun İslâm’ın öncelikler sıralamasına anlam vermekte zorlanacağını düşünüyorum.
Meselâ, Allah (c.c), Efendimizi kul bir peygamber olmakla melik bir peygamber olmak arasında muhayyer bıraktığında; “Ben kul peygamber olmayı tercih ediyorum!” demişti.7 Profan bir zihnin bu tercihin mahiyetini anlaması ne kadar mümkündür sizce?
Bu meyanda Diyanet İşleri eski Başkanı Ali Bardakoğlu’nun, bir iftar programında dünyevîleşme hususunda Müslümanları uyarmak için yaptığı konuşmadan bir alıntı yapmak istiyorum. Şöyle demişti Sayın Bardakoğlu:
“Aşırı dünyevîleşmenin ve maddîleşmenin altında dini değerlerimiz kayboldu, gitti. Mal ve mülk aslında paylaşma imkânıdır; ama biz hırslarımız sebebiyle mal ve mülkün altında kaldık. Biz, mal ve mülkü yönetecekken mal ve servetimiz bizi yönetti. Biz, mevkii ve makamı yönetecekken makam, mevki bizi şekillendirdi. Sözün özü, dünyanın üzerinde yürümek için yaratılan insan, adeta dünyanın altında kaldı.”8
Bu tesbitlere katılmamak maalesef mümkün değildir. Varlıklarını teşhir yarışına düşen, varlıklarıyla saygı ve statü satın almak için çırpınan sonradan görme bir nesli idrak ediyoruz. Önceliklerinin pusulasını şaşırmış bir nesil. Tam da burada Efendimizin (s.a.s), Müslümanları, içine girecekleri öncelikler krizinin neticesinden nasıl uyardığını hatırlatmak istiyorum. Efendimiz (sas), ümmetinin gelecekte içine düşeceği muhataralı durumundan haber verirken şöyle demiştir:
“Diğer milletler, tıpkı sofraya yemek için üşüşen insanlar gibi sizin üzerinize üşüşecekler.” Bunun üzerine sahabiler şaşkınlıkla sorarlar: “Ya Rasûlallah, o gün sayımız çok mu az olacak?” Efendimiz (s.a.s): “Hayır.” der. “Bilakis, o gün sayınız çok olacak. Fakat siz -çokluğunuz- bir akıntıya taşınan çer çöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu silecek; sizin kalbinize de “vehn” verecek.” Bunun üzerine sahabiler tekrar sorarlar: “Vehn nedir ya Rasûlallah?” O da buyurur ki: “Dünya sevgisi ve ölümü sevmemek, ondan nefret etmek.”9
Sonuç
Müslümanlar genel anlamda hâlâ algıda modern olmakla modern çağda yaşamak arasındaki farkı tam anlayamadılar. Zihniyet alanında yaşanan modern değişimlerin dünyevîleşmeyi nasıl tetiklediğini umursamıyorlar. Sanıyorlar ki zihinsel dönüşüm, modern çağda yaşamanın doğal sonucu.
Bu zeminde de “Her nefis ölümü tadıcıdır.”10 âyeti artık sadece laiklerin hayat coşkusunu kaçırmıyor. Ölümü hatırlatan her ne varsa dünyevîleşmeye paçasını kaptırmış Müslümların da hayat sevincini etkiliyor. Hayatın en büyük hakikati olan ölümü, gözlerden ve sözlerden ırak tutmak genel bir eğilim olarak karşımıza çıkıyor. Bu yüzden de biz, evvelemirde “öncelikler fıkhı”nın tekrar gözden geçirilmesini elzem görmekteyiz. i
1 Bakara, 2/200
2 Bakara, 2/201, 202
3 Kasas, 28/77
4 Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh)’ın naklettiği bir hadiste Rasûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki, Allah bu ümmet için, her yüz senenin başında, kendisine dini tecdid edecek kimse(ler) gönderecektir.” (Ebu Davud: 4/109, hn. 4291)
Bu hadis, Hz. Peygamber’den sonra her asırda çıkacak ve toplumsal hayatta din algısına sirayet edecek, bidatları temizleyecek, Müslümanların din algısında yaşanan önceliklerdeki kaymaları İslâm’ın öğretilerine göre hakiki mecrasına tekrar sokacak kimselerin geleceğini haber vermiştir.
5 Tekvir, 81/26
6 El-Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed, et-Tezkira Bi Ahvâli’l Mevtâ ve’l Umûru’l Âhirati,Tahkik: Abdurrazzak el-Bekrî ve Muhammed Âdil Muhammed, (Kâhire: Dâru’l Selâm, b1, 2006) s. 52.
7 Buhari: 3/1417, hn. 3691, Tirmizi: 5/608, hn. 3660.
8 Anadoluda Vakit: 26 Ağustos 2009.
9 Süneni Ebû Davut: 4/111, hn. 4297; Müsnedi Ahmed: 5/278, hn. 22450.
10 Ankebut, 29/57
(*) Doç. Dr., Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, İslâmî İlimler Fakültesi.