İçeriğe geç
Anasayfa » EDEPLİYİ EDEPSİZDEN AYIRAN ÖZELLİK HAYÂ

EDEPLİYİ EDEPSİZDEN AYIRAN ÖZELLİK HAYÂ

Lûgatte hayâ; utanmak, namus, edep, sıkılma, bir sözü söylemekten yahut bir işi yapmaktan çekinmek gibi manalara gelir. Istılahta Hayâ, Allah korkusu sebebiyle açık ve gizli günahlardan sakınmak, ahlâk kurallarına bağlı olmak demektir.[1]

Hayâ, edebe zıt olan olaylar meydana gelince, kalbin hassasiyet kazanması ve ıstırap kazanmasıdır. Bu halin eseri derhal hayâ sahibi olan kişinin yüzünde görülür. Çünkü bu çirkin olaydan dolayı hayâ faziletine bürünmüş kişinin nefsi bundan etkilenir.[2]

Hayâ, utanmak demektir. Hayâ, şerefli bir elbise gibidir ki, onu giyenlerin ayıp ve noksanlıkları örtülür, herkesten de izzet, hürmet ve ikram görürler. Utanma elbisesinden soyunmuş kişiler ise ne kadar şeref ve itibar sahibi olurlarsa olsunlar kendilerinden aşağı kimselerden bile hakaret görürler.[3]

Hayânın Kısımları

  1. Fıtrî olan hayâ: Halkın yanında kapanması gerekli olan yerlerini kapatmak, açıkça göstermemek gibi hususlardır.
  2. Dînî olan hayâ: İnsanlar ve Yaratıcı huzurunda edep ve hürmet duygularıyla dopdolu olmaktır.[4]

Hayâ, insanın, yaptığı bilinince utanacağı bir şeyi yapmamasıdır. Mü’min, kendisi ne yapsa Allah’ın gördüğünü bilir. Allah’ın, her yaptığını gördüğünü kişinin bilmesi, kıyamet gününde de yaptıklarını tek tek mutlaka ikrar edeceğini ve orada utanacağını ve sıkıntıya düşeceğini bilmesi, kişiyi utandıracak şeyleri terk etmeye götürür. İşte bu hayâdır. Elbette bu hayâ hissi insana hayır getirir.

Eğer utanması, kişiye emri bi’l-marûfu yapmayı, nehyi ani’l-münkeri işlemeyi terk ettirirse ve bazı hakları ihlâl etmeye götürürse biz buna gerçekten hayâ demeyiz, ancak acizlik, zillet ve hakirlik deriz. Ona örfçe hayâlı denmesi mecazendir. Hayânın hakikati, çirkin olanı terk etmeye sebep olan, başkasının hakkında kusur işlemeye engel olan bir huydur. Onun için bazı hikmet ehli şöyle demişlerdir: Kim hayâ elbisesini giyerse insanlar onun ayıbını görmez.[5]

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Hayâsı:

Hayânın üstünü üstünün hayâsıdır. Üstünlerin en üstünü Peygamber Efendimiz olduğuna göre hayâsı en üstün olan da Peygamberimizin hayâsıdır.

Sahabeden olan Ebû Saîd-i Hudrî (r.a)  Hz. Peygamber (s.a.s)’in hayâ yönünü şöyle anlatıyor:

“Rasûlullah (s.a.s) perdesi içindeki bâkireden daha utangaçtı. Bir şeyden hoşlanmadı mı onu yüzünden anlardık.”[6]

“Perdesi içindeki bâkireden daha utangaçtı” ifadesi şu manadadır:

Kız yalnız kalınca yüzünde hayâ eseri görülmez. Yanına bir erkek girince çok utanır ve utanması da yüzünde görülen kırmızılıktır. İşte buna bir benzetme yapılmıştır: ‘Kız konuşmaz, yüzü konuşur.’ Hz. Peygamber (s.a.s) de şer’î meseleler, dinin hakaret görmesi, dînî bir ceza meselesi (had) gibi konular hariç, susar, konuşmazdı. Hoşlanmadığı zaman hoşnutsuzluğunu dile getirmez, bu konuda bir şey söylemez, ilgilinin yüzüne vurmazdı. Bâkire kızın hayâsı yüzünde görüldüğü gibi, Hz. Peygamber (s.a.s)’in de yüzünde, o işten, o şeyden hoşnut olmadığı çehresinin değişmesinden anlaşılırdı.

Hz. Peygamber (s.a.s), bütün yönleriyle ele alındığı zaman galip olan; dinin tebliğcisi, müslümanları terbiye eden mürşid, hakkı gerektiği yerde ortaya koyan ve hakkı haykıran hâkim, hakkın hâkimiyetini tesis eden ve uygulayan devlet başkanı, ordu kurup yöneten komutan olması idi. Onun hayâlı olması bütün bu görevlerini yerine getirmeye engel olmazdı, gerekli müdahaleyi, gerekli konuşmayı yapardı. Mesela Rasûlullah (s.a.s), zina ettiğini itiraf eden Maiz isimli kişiye “Peki sen kadınla cinsel ilişkide bulundun mu?” diye açık bir ifade ile soru yöneltmiş; kinaye ile üstü kapalı sözlerle soruşturma yapmamıştır.[7]

Bazen kinâî söz, sarîh/manası açık sözden daha belagatli olur. Ama tevile de açık olur, o takdirde herkes kendine göre tevil edebilir. Bazen de fiilî bir görüntü sözlü uyarıdan daha tesirli olur. İşte Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in bu hayâ/utanma özelliğinden dolayı yüzünde görülen hoşnutsuzluk belirtisi sözden daha tesirli olurdu.

 Hayânın Önemi: 

Hayânın Önemini Belirten Birkaç Hadîs-i Şerîf:

  1. Hayânın Kâmil İmanın Bir Şubesi Olması:

Rasûlullah (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur:

“İman yetmiş küsur yahut altmış küsur şubedir. Bunların en üstünü Lâ ilâhe illallâh demektir. En aşağısı ise yoldaki eziyet verecek şeyleri gidermektir. Hayâ da imanın bir şubesidir”[8]

Şeriatta zâhirî/âşikâre olan amellere de iman adı verilir. İşte bu hadîs-i şerîfte, iman şubelerinin en üstünü “Lâ ilâhe illallâh” sözü, sonuncusu da yoldan eziyet veren şeyleri gidermektir, buyurulmuştur.

İmanın kemâli amellerle, tamamı ise tâatlerledir. Tâatleri benimseyerek bu şubelere katmak tasdik cümlesindendir, tasdike delil sayılır. Bunlar ehl-i tasdikin ahlâkıdır. Ne şeriatta ne de lûgatte iman isminden hariç değildirler. Hz. Peygamber (s.a.s), bu şubelerin, herkese ayrı ayrı lâzım olan en üstünün tevhid olduğuna, o sahih olmadıkça hiç bir şubenin sahih olmayacağına, en altının da müslümanlara zarar verebilecek şeyleri onların yollarından gidermek olduğuna uyarıda bulunmuştur. Bu iki tarafın arasında bir takım sayılar kalır ki müçtehid bunları zannı galiple ve sıkı bir araştırma ile bulabilir.[9]

İmân, temel ve kemâlden veya iman; temel, kemâl ve tamamdan ibarettir. İmanın altı şartı temelini, geri kalan 64’ü de kemâlini veya kemâl ve tamamını teşkil eder ki 70’i bulur veya tek tek sayılırsa 70’i de geçebilir.

Aynî’nin Buhârî Şerhi’nde imanın temeli ile kemâlini ayrı ayrı sayıp tesbit etmiştir: “İmanın aslı kalple tasdik, dille ikrardır. Fakat kâmil iman, kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve organların amelinin toplamıdır. Bunların bütünü 77 eder ki 70 küsur ifadesinden maksat da budur”.[10]

  1. Hayâ ve İman, Birbirinin Arkadaşı Olması:

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

“Hayâ ve iman bütünüyle birbirinin arkadaşıdırlar. İkisinden birisi kaldırılırsa diğeri de kalkar.”[11]

Hayâ, nefsin çirkinliklerden geri durmasıdır. Bu ise insanın özelliklerinden biri ve çocuktaki anlayış kuvvetini ortaya çıkaran en önemli faktördür. Hayâ, insana şehvetin cezbettiği çirkinlikleri reddetmek için konulmuştur. Tâ ki insan hayvan gibi olmasın… İnsan iffet ve korkaklıktan yâni çekinme ve sakınma duygusundan oluşmuştur. Bundan dolayı, utanan fâsık olmaz, fâsık da hayâlı olmaz. Çünkü iffet ile fısk bir arada bulunmaz.[12]

Gayret ile elde edilen hayâ, yâni çirkin şeylerden, yasaklardan, günahlardan, hevânın arzusunu yerine getirmeden sakınmak imanın kemâlindendir. Kişinin hayâsı/Hak’tan ve halktan utanması olmazsa gitgide imanı da gider. Önce kemâli gider sonra da temeli gider. Zira günahlar küfrün postasıdır. İman olmazsa zaten imansızın günahlardan, hayâsızlıktan sakınması olmaz.

  1. Hayânın, İslâm’ın Özel Bir Karakteri Olması:

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz her dinin bir huyu/karakteri vardır. İslâm’ın da huyu/karakteri hayâ (utanmak)dır.”[13]

Her dinin kendisine has veya galip olan bir karakteri vardır. İslâm Dini’nin karakteri ise hayâdır. İslâm’daki en önemli görevlerden olan ilim öğrenmek, marufu emretmek, münkeri yasaklamak, hak ile hükmetmek, hakkı uygulamak ve şehadetleri yerine getirmek gibi şeylerin bütününün uygulanması halka iltifat etmeden ve Hak Teâlâ’dan hayâ etmeden olmaz. Dinin genelindeki hüküm, bütün sistemi ancak Allah’tan utanarak uygulamak gerektiğidir.

Her dinin sırf kendisine ait veya ağırlıklı olarak hayânın dışında bir karakteri vardır. Diğer karakterlerde müşterekliğimiz olmakla birlikte hayâ bu dinin özel karakteridir. İşte bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyurmuştur.[14]

Demek ki bizden önce ahlâkın bütünü noksandı. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s)’in bereketi ile dinimizde kemâle erme olmuştur.[15]

Hayânın aslı “hayât”tır. Kalp Allah’tan hayâ ederse, Allah’a olan hayâsı arttıkça ondaki hayat eseri de artar. Görürsün ki hayâ eden kimse utandığı zaman hararetinden dolayı terler. Heyecandan dolayı ruh yükselir kabarır, neticede ceset terler, üst tarafı, yüzü ve alnı terler. Hayat kuvvetli olunca terlemenin de kuvvetli olması gibi, insan yüzünde beliren hayâ da müslümandaki İslâm’a teslimiyetin kuvvetliliğinden dolayıdır. Çünkü İslâm, nefsin teslimiyeti, boyun eğmesi ve itaatidir. İşte böylece müslümandaki teslimiyet ileri derecede olunca, iman kemâl derecesinde olur, hayâ da İslâm’ın yani teslimiyetin karakteri haline dönüşür. Neticede müslüman mütevâzı olur ve utanır. Yani hayâ dışında her din ehlinin genel olarak bir karakteri vardır. Bizim dinimiz mensuplarının çoğunluğundaki karakter de hayâdır. Çünkü bu din ahlâkın güzelliklerini tamamlayan bir dindir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de işte bu ahlâk güzelliklerini tamamlamak için gönderildi. İslâm Dini dinlerin en şereflisi olunca Allah da ahlâkların en yücesini ve en şereflisini ihsan etmiştir ki o da hayâdır.[16]

  1. Utanmanın ve Zararlı Sözden Sakınmanın İmanın İki Şubesi Olması ve Çirkin Söze Dalmanın Münafıklığın Şubesi Olması:

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

“Utanmak ve zararlı sözden uzak durmak imanın iki şubesidirler. Çirkin söz ve söze dalmak da münafıklığın iki şubesidirler.”[17]

Mü’minin imanı, kişiyi hayâya sevk eder. Hayâ sahibi, Allah (c.c)’tan utanarak çirkinlikleri terk eder, lisanın sürçmesinden korkarak konuşmaya cesaret edemez. İşte bu ikisi yâni utanma ve zararlı olan sözlerden uzak durma imanın şubelerindendir. Hulâsa, iman bu ikisinin ve her marufun/iyi olanın menşei ve kaynağıdır.[18]

Hadîste münafıklık sayılan iki şey, içinde günah olan fesahat, hiciv veya kişinin hak etmediği, layık olmadığı medih, övgü gibi şeylerdir.

  1. Örtüsüz Yıkanmayı Hayâsızlık Sayması ve Yasaklaması:

Ya’lâ b. Ümeyye (r.a)’den:

Rasûlullah (s.a.s) sahrada bir erkeği örtüsüz yıkanırken görmüştü. Bu vesile ile minbere çıktı. Allah’a hamd ve senadan sonra: “Allah gerçekten utanma ve gizlenme sahibidir. Utanmayı ve örtünmeyi sever. Sizden biriniz yıkandığı vakit örtü kullansın.” buyurdu.[19]

Bu hadîs-i şerîften çıkarılacak dersler:

  1. a) Hz. Peygamber (s.a.s), önce Allah Teâlâ’yı tanıtıyor sonra hayâyı ve örtünmeyi sevdiğini bildiriyor, sonra da örtü kullanarak yıkanmayı emrediyor. Rasûl-i Ekrem Efendimiz ümmetinde gördüğü en küçük yanlışı, ileride büyür, cemiyeti istila eder korkusu veya câizmiş zannı doğurur düşüncesiyle hemen giderir ve onun yerine doğru olanı tarif ederdi.
  2. b) Yanlışın hemen arkasından müdahale etmesi onun şefkatini, ümmetin derdini kendi derdi olarak gördüğünü ifade eder.
  3. c) Allah Teâlâ’nın utanması, terk etmesi demektir. İnsan hayâ edince çirkinliği terk ettiği gibi Allah (c.c) da çirkinlikleri terk edendir, demektir. Gizlenmeyi sever demek, dünyada Allah Teâlâ gözlerden gizlenmiştir, kimse O’nu göremez, demektir. Diğer bir mana, ayıpları ve rezillikleri gizleyen demektir.
  4. d) Utanmayı ve örtünmeyi sever demek, örtüneni ve hayâ sahibini sever, demektir. Sevmesi ise sevap vermesi demektir.
  5. e) Bu hadîs-i şerîf İslâm Dini’nin örtünmeye, hayâya çok önem verdiğine açık bir delildir.
  6. Utanmayandan Her Kötülüğün Beklenmesi:

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

“Geçmiş peygamberlerin sözünden (hiç eksiksiz) insanlara erişen haberlerden birisi de, ‘utanmazsan dilediğini yap!’ sözüdür.”[20]

Hadîs-i şerîfte geçen “utanmazsan dilediğini yap!” ifadesinin hikmeti insanı şerre düşmekten alıkoyanın hayâ olduğunu belirtmektir. Kişi utanmayı terk edince engel kalkar, artık her günahı işlemeye başlar.

Bu hadîs-i şerîfin anlamı hakkında üç görüş vardır:

  1. a) Buradaki emir tehdit emridir. O zaman manası şöyle olur: Senden utanma duygusu soyulur, alınırsa, dilediğini yap. Allah, o yaptığına karşılık cezanı verecektir. Bu da hayânın önemine işarettir.
  2. b) Hadiste emir lafzında gelmiştir. Hâlbuki cümle, manası itibariyle emir cümlesi değil haberî cümledir. O zaman manası şöyle olur: Utanmayan kimse dilediğini yapar.[21]
  3. c) Diğer bir mana da şudur: Yapmak istediğin şeye bir bak, eğer utanılmayacak bir şey ise onu yap! Eğer utanılacak bir şey ise terk et!

 Sözün özeti şudur:

İnsanın fiilleri, ya utanılacak veya utanılmayacak fiillerdir. Utanılacak fiiller haramları ve mekruhları kapsar ki meşru olan ikisinin de terk edilmesidir. Utanılmayacak fiiller de vacipleri, mendupları ve mübahları kapsamına alır. Meşru olan vacipleri ve mendupları, caiz olan mübahı işlemektir. Hadîs-i şerîf işte bu beş ahkâmı içine almış oluyor.

Hadîsin başındaki “nübüvvet-i ûlâ”dan maksadın, Âdem (a.s)’in peygamberliği olduğu söylenmiştir. Âdem (a.s)’in sözlerinden cahiliyet devri insanlarına kadar eksiksiz, kesintisiz olarak ve hiçbir dönemde yürürlükten kaldırılmamış olan haberlerden birisi de bu sözdür.[22]

Bu hadîs-i şerîften anlaşıldığına göre, hayâ bütün geçmiş peygamberlerin şeriatlarında daima hüsnükabul görmüştür. Bu durum bâkîdir ve nesih de olmamıştır. Önce geçen ümmetler ve sonradan gelen ümmetler hayâyı güzel görmede tek bir görüş üzere olmuşlardır.[23]

  1. Hayânın Hep Hayır Olması:

“Hayâ imandandır.”[24] “Hayânın hepsi hayırdır.”[25]

Hayâ, ister fıtrî/yaratılıştan var olan, ister kesbî/sonradan kazanılan olsun imanın kemâl şubelerinden ve iman ehlinin ahlâkındandır. İmanın, ehlini çirkinliklerden menettiği gibi hayâ da çirkinlikleri men eder, iyi ve hayırlı olana sevk eder.

Hayânın ilki ve en üstünü Allah’tan hayâ etmektir. O da seni yasakladığı yerde görmemesi, emrettiği yerde kaybetmemesidir. Hayânın kemâli ise marifet ve murakabenin devamı ile gerçekleşir.[26]

Hayânın başlangıcı, çirkin olana götürür korkusuyla insana gelen utanma hissidir, sonu ise çirkini terk etmektir ki ikisi de hayırdır. İhsan ve nimetleri O’ndan görmek de hayânın faydalarındandır. Çünkü kerîm insan, şerefli insan kendisine iyilik edene kötülükle mukabele etmez. Bunu ise leîm/düşük şahsiyetli, kınanacak vasıflı birisi yapar.[27]

Hayâ sahibi insan, kendisinde bulunan bütün nimetleri Allah Teâlâ’dan başkasından görmekten hayâ eder. Nimetlere karşı şükrü terk etmekten hayâ eder de şükrünü yerine getirir, dili ile bütün nimetlerin Allah (c.c)’ın olduğunu itiraf eder. Bedeniyle ibadet ve itaatte bulunur, kalbiyle Allah’a karşı saygılı ve edepli olur. Hayânın başı da hayır, sonu da hayır; vehbî olanı da hayır, kesbî olanı da hayırdır.

Gerçek hayâ ile ilgili Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

“Allah’tan gerçek hayâ ile hayâ ediniz!” (Sahabe diyor ki) dedik ki,                                     -Ya Rasûlallah! Biz elhamdülillâh hayâ ediyoruz. Hz. Peygamber:

“Bu (hayâ) değil! Lakin Allah’tan gerçek hayâ ile hayâ etmek, başı ve başın içine aldığı şey (göz, kulak ve dil)i koruman, batını ve ihtiva ettiği şey (kalbi, tenasül organını yasaklardan ve çirkinlikler)den korumandır. Ölümü ve çürümeyi düşünmendir. Kim âhiret yurdunu isterse dünya ziynetini terk eder. Kim de bunu yaparsa gerçek manada Allah’tan hayâ etmiş olur” buyurdu.[28]

  1. Utanmanın Faydasının, Utanmanın Zararından Fazla Olması:

Abdullah b. Ömer (r.anhümâ) şöyle demiştir:

Peygamber (s.a.s) bir adama uğradı. O adam o sırada (kardeşini) hayâsından ötürü kınayıp azarlıyor ve ona:

– Sen utanıp sıkılıyorsun! diyor ve sanki ona: Bu (utanma) sana zarar vermiştir, diye söyleniyordu. Rasûlullah (s.a.s) da:

“Bırak onu (hayâlı olsun)! Zira hayâ imandandır.” buyurdu.[29]

Bir sahâbî  diğer bir sahâbîye uyarıda bulunuyor. Uyarı konusu da hayâsının fazla olması ve fazla olmasının kendisine verdiği zarardır. Hz. Peygamber (s.a.s) ise bu vaazı uygun görmüyor. Demek ki vaazın isabetli olması gerekir. Vaaz edenin hikmet ehli, basiret ehli olması beklenir. Zira vaaz edenin bazen zarar verdiği bile olmaktadır.

Sahâbî, diğer sahâbîdeki hayânın kendisine verdiği zararı gördüğü için şefkatinden dolayı iyi niyetle vaaz ediyordu. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s) ise “Bırak onu!” buyuruyor. Yani, bırak zarar etsin, hayânın faydası, mahrumiyetinden daha fazladır. Neticede faydası zararından fazladır, öyleyse hayâlı olmaya devam etsin. Hem hayâ imandandır, hayânın bütünü ise hayırdır. İmandan olan bir şey, insan menfaatine zararı oluyor diye terk ettirilmez. Zaten biz imanın devam ve kemâline gayret etmekle memuruz. Ta ki iman üzere ölelim de cennete ve Rıdvan’a ulaşabilelim, Allah’ın izniyle…

Hayânın Faydası:

Hayânın, Kişiyi Cennete Götüren Kâmil İmana Ulaştırması:

Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

“Hayâ imandandır ve iman cennettedir; çirkin söz cefâdandır ve cefâ cehennemdedir.”[30]

Dünya ve âhiretin mutluluğu imana bağlıdır. Dünyanın huzuru imanlı olmaya, âhiretin ebedî huzuru da imanlı ölmeye bağlıdır. İman yalın kullanılınca kâmil iman kasdolunur. Mademki iman bu kadar önemlidir, öyleyse imanı korumak ve kemâle erdirmeye çalışmak; kâmil imanı teşkil eden kemal şubelerini korumak ve kemâle erdirmek gerekir. Zira imanın kemal şubeleri kemâle ererse iman da kemâle ermiş olur.

İmanın kemâlini iki cümle ile ifade edecek olursak, helâllere dikkat edip helâl olmayanlardan sakınmaktır. Helâlleri; müstehaplar, sünnetler, vacibler ve farzlar oluşturur. Helâl olmayanları da tenzîhen mekruh, tahrîmen mekruh ve haram oluşturmaktadır. Müstehaplar sünnetlerin, sünnetler vâciblerin, vâcibler farzların mütemmimi/tamamlayıcısı, farzlar da imanın mükemmili/kemâle erdiricisidir. Mübahlar artınca tenzîhen mekruha, tenzîhen mekruh çoğaltılınca tahrîmen mekruha, tahrîmen mekruh çoğaltılırsa harama, haram da devam edilirse küfre köprü olabilir ve küfrü doğurabilir. Demek ki helâl olmayan şeyleri terk etmek ve helâl olan şeyleri yapmak imanı kemâle erdirir.

Hayâ da imandan yani imanın kemâ-lindendir. Kemâlin terk edilmesi gitgide imanın da terk edilmesini doğurabilir.

Hadîste geçen, “iman cennettedir”, ifadesi, iman ehli cennettedir, demektir. Zira hadîste iman ehli, iman yerine konmuştur.

Hayâ, insanı iman gibi günahlardan korur, Hayâ kesbî/talim ve terbiye ile elde edilen ve vehbî/hibe edilen diye ikiye ayrılır. Buradaki hayâ kesbî olandır. Çünkü hayâ eden hayâsıyla günahlardan uzak durur.

Hayâ, kâmil imana, kâmil iman da cennete ulaştırır.[31]

Hayânın zıddı ve bundan doğan dildeki çirkinlik ve kötü huy, vefânın kendinden meydana geldiği “birr”in zıddı olan cefâdandır. Cefâ ehli yani kalbi katı, tabiatı kabalık üzere devam eden ve vefâyı terk eden cehennemdedir. Bu kimse iman ehli ise cehenneme girerse bir müddet, iman ehli değilse ebedî olarak cehennemde kalacaktır.[32]

Kalbin katılığı ya iman girmez şekildedir, bu mühürlenmiş olan kalptir; ya da günahlardan dolayı katıdır ki, bunun katılık sebebi günahlar, özellikle dildeki kabalık ve çirkinliktir. Bunları terk etmek gerekir.

Özet olarak, hayâ imanı kemâle ulaştırır, kâmil iman cennete ulaştırır. Hayânın zıddı olan çirkin sözlülük kalp katılığına, kalp katılığı da cehenneme götürür. Demek ki engeli aşmak için hayâ vasıtasına tutunmak gerekir.

  1. Hayânın Ancak Hayır Getirmesi:

“Hayâ hayırdan başka bir şey getirmez.”[33]

Evet hayâ/utanma hayır getirir. Bir kimse çirkin bir şeyi yaptığında görürler diye insanlardan utanırsa, bu durum o kimseyi Rabbi’nden daha fazla utanmaya sevk eder. O zaman da hiçbir farîzayı zayi etmez ve hiçbir günahı işlemez. İşte bu da hayırdan başka bir şey değildir.

  1. Hayâsızlığın, Bulunduğu Şeyi Kirletmesi:

Enes (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurdu:

“Hayâsızlık her ne şeyde olursa onu kirletir,  hayâ da her ne şeyde olursa onu süsler.”[34]

Hayâsızlık veya hayâ bir cansız üzerinde bulunsa onu ayıplar veya süsler. Ya insan üzerinde bulunsa? Hz. Peygamber (s.a.s) bu ikisiyle, rezil ahlâkın, her şerrin anahtarı belki bütün şerlerin kendisi olduğuna, güzel ahlâkın da her hayrın anahtarı belki bütün hayırların kendisi olduğuna işaret buyurmaktadır.[35]

Gerçekten, insanı yücelten onun anlayışı ve davranışıdır. Davranışının başında ahlâkı gelir. Ahlâkın başında ise hayâsı yani utanma hissi gelir. Bunun da tam zıddı hayâsızlıktır… Hayâsızlık âlimde de olsa çirkin, cahilde de olsa çirkindir. İnsanın kendi babasında da olsa sevilmez hatta kınanır. Çekinme duygusu veya korkusu olmayan bir toplumda insanlar birbirinin canavarı olmaya başlar. Elbette çekinmenin, korkunun kaynağı kalptir. Kalp eğer Allah’tan hayâ eder ve O’ndan çekinirse insanlardan da hayâ eder ve çekinir. Allah’tan hayâ etme zayıflarsa yavaş yavaş insanlardan utanma da zayıflar. İnsanlardan utanma kaybolmuşsa günahlar açıkça işlenir, cemiyette güzel ahlâktan sayılan şeyler kınanır hale gelir. Bir cemiyette günahlar açıkça işlenir hale gelmişse gitgide küfür doğabilir. İşte bundan dolayı o beldeyi, o şehri terk etmek vacip olur. Çünkü inanılan şeyler hayat haline dönmemişse, yaşanan şeyler iman haline dönüşebilir. Haram olan şeyler açıkça işlenince o haramlar zamanla helâl görülmeye başlanır. Haramı helâl görmek ise küfürdür. Allah bizleri bundan korusun lutfu ile…

Müslümanlar kendi aralarında bile birbirlerini sevap olan amellerle çevreleyemezlerse günah olan ameller onları çevreler de o günah olan ameller normal karşılanmaya başlar. Hâlbuki İslâm diyarında işlenmesi sevap olan amellerin hem Müslümanları hem gayrimüslimleri çevrelemesi gerekir.

Eğer bir toplumda hayâ hâkim değilse, hayâ ehli mahkûm demektir. Bu durumda hayâlıların hayâsızlar kadar cesur olmadığı söylenebilir.

Hayâ ehli, önce hayânın önemini ve hayâsızlığın zararını anlatacak, sonra da hayâsızları uyaracak, tenkit edecek, hayâlı olmaya davet edecektir. Kınanmazsa hayâsızlık hâkim olmaya başlar. Kınamayan kimse hayâsızlarla birlikte cezaya, gazaba ve azaba müstahak olur. Çünkü isyana rıza göstermek isyandır.

 

[1]– İbn  Manzûr, Lisânü’l-Arab, XIV, 217; Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca- Türkçe Ansiklopedik Lügat, s. 411; Doğan, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, s. 474.

[2]– Kınalızâde Ali Efendi, Ahlâk-ı Alâî, s. 103.

[3]– Rıfat, Ahmet, Tasvîr-i Ahlâk, s. 121.

[4]– Rıfat, Ahmet, a.g.e., s. 121.

[5] Münâvî, Feyzu’l-Kadîr Şerhu’l-Câmiı’s-Sağîr, III, 427; A. el-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerhu’l-Mişkâti’l-Mesâbîh , VIII, 800-801.

[6] Müslim, Fedâil, 67; Buhârî, Menâkıb, 23, Edeb, 72, 77; İbn Mâce, Zühd, 17; Ahmed, III, 71, 79, 88, 91-92.

[7] Hatipoğlu, Haydar, Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, X, 454-455.

[8] Müslim, Îmân, 58; Buhârî, Îmân, 15; Ebû Dâvûd, Sünnet, 15; Tirmizî,  Îmân, 6, 7; Nesâî, Îmân, 16; İbn Mâce, Mukaddime, 9, Edeb, 7, 9.

[9] Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, I, 363, 364.

[10] Aynî, Umdetü’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, I, 145-146.

[11] Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, h. No:3861..

[12] Münâvî, a.g.e., III, 426; Suyûtî, a.g.e., Hadîs No: 3861; Hâfız Irâkî: Hadîs sahîh garîbdir, demiştir.

[13] İbn Mâce, Zühd, 17; Muvatta, Husnü’l-Hulk, 9.

[14] İbn Mâce, Zühd, 175; Muvatta, Husnü’l-Hulk, 9.

[15] A. el-Kârî, a.g.e., VIII, 817-818.

[16] Münâvî, a.g.e., II, 508.

[17] Tirmizî, Birr, 80; Ahmed, V, 269.

[18] A. el-Kârî, a.g.e., VIII, 548.

[19] Ebû Dâvûd, Hamam, 2, Vitir, 23; Nesâî, Gusül, 7; Ahmed, IV, 224.

[20] Buhârî, Edeb, 78; Ebû Dâvûd, Edeb, 7; İbn Mâce, Zühd, 17.

[21] Hatiboğlu ,Haydar, Sünen-i İbni Mâce Terceme ve Şerhi, X, 523.

[22] Hatiboğlu, Haydar, a.g.e., X, 456.

[23] Aynî, a.g.e., XVIII, 212.

[24] Buhârî, îmân, 3, 16, Edeb, 77; Müslim, îmân, 57-59; Ebû Dâvûd, Sünnet, 14; Tirmizî, Birr, 56, 80; Îmân, 7; Nesâî, Îmân, 16, 27; İbn Mâce, Mu-kaddime, 9, Zühd, 17; Muvatta, Husnu’l-Hulk, 10; Ahmed, II, 56, 147.

[25] Müslim, Îmân, 61; Ahmed, IV, 426, 436, 440, 442, 445, 446.

[26] Münâvî, a.g.e., III, 426.

[27] Münâvî, a.g.e., III, 427.

[28] Tirmizî, Kıyâmet, 25; Ahmed, I, 387.

[29] Buhârî, Edeb, 77; Müslim, Îmân, 59; Ebû Dâvûd, Edeb, 7.

[30] Tirmizî, Birr, 65; İbn Mâce, Zühd, 17; Ahmed, II, 501.

[31] Münâvî, a.g.e., III, 427.

[32] A. el-Kârî, a.g.e., VIII, 806.

[33] Müslim, Îmân, 60; Buhârî, Edeb, 77.

[34] Tirmizî, Birr, 47; İbn Mâce, Zühd, 17.

[35] Münâvî, a.g.e., V, 461.