Allah’a imanın kazandırdığı ‘mü’min’ ismi ve vafsının nihai bir vasıf olduğu, mü’min vasfının üzerine bir ilave yapılamayacağı îmanî bir hakikattir. Mü’min olmanın ötesinde olunabilecek bir şey yoktur. Mü’min/Müslüman isimlendirmesi Allah Teâlâ’nın kulları için uygun gördüğü bir isimdir. Bu isimle isimlendirilmiş olmak hamd etmeyi gerektirecek bir nimet olarak telakki edilmelidir.
Mü’min/Müslüman isimlendirmesinin alt isimlerinden biri olarak kullandığımız ‘ehl-i sünnet’ veya onun karşısına konan isimler de bizim için akide konuları arasında zikredilmeye değecek konular etrafında durmaktadırlar. ‘ehl-i sünnet’ ifadesi ne bir kabileyi ne de bir topluluğu yansıtır. Bir kere kavramdaki sünnet kelimesi, ek anlamları daraltacak bir kelimedir. Kesinlikle ‘ehl-i sünnet’ deyimi, ancak ‘Sünnet’ kavramı etrafındaki konularla açıklanabilir bir deyimdir. Bir bütün olarak sünnet’i kuşatmayan ya da sünnet’in kuşatmadığı anlamlarla ‘ehl-i sünnet’ çatısı oluşturulamaz. Hatta sünnetin sahibi olan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bize tavsiye buyurduğu Sünnetlerden bir sünnet de münferiden ‘Ehl-i sünnet’ olmanın yeterli dayanağı değildir. Mesela misvak, önemli sünnetlerden bir sünnettir. Ama misvak kullanmak, tek başına ‘ehl-i sünnet’ olma nedeni değildir. Çünkü misvak, amelî bir meseledir. Sünnetlerden bir sünnettir. Fakat onu kullanmak, bir ittibayı yansıttığında sünnete ehil olmayı gösterirken, temizleme aracı olarak kullanıldığında aynı değeri yansıtmamaktadır. Bu nedenle, bir akide çatısını ifade eden ‘ehl-i sünnet’ kavramının misvakla, sarıkla daraltılması doğru değildir. Zira böyle bir idrak, insanların davet edildiği nübüvvet çizgisinin akide seviyesinden kumaş, ağaç seviyesine indirilmesi anlamına gelecektir.
Ümmeti Muhammed’in bir bölümünün ‘ehl-i sünnet’ olarak adlandırılmasında temel nedenin ‘sünnet’in ve sünnet çizgisinin tazimi’ olduğu bellidir. Umumiyetle beraber zikredilen ‘cemaat’ kelimesi de, sünnet etrafında toplanmış olmayı yansıtmasından gelmektedir.
Sünnet’i hayatın esası olarak görmek ve onun etrafında kenetlenmek olarak tarif edilebilecek olan ‘ehl-i sünnet ve’l-cemaat’ idrakinin, günümüzdeki kullanımının bu dairenin dışına taşırılması bir seviye ve idrak kaybından kaynaklanmaktadır. Ümmeti mümkün olduğu kadar daraltma, Ümmetten olanları azaltma siyasetine dayalı bakışlar ne kadar doğru olabilir? Ehl-i sünnet’in en temel prensiplerinden biri hatta ilk muhalif yani ehl-i sünnet’in dışına taşan ilk grup olan Haricilere karşı savunulan temel tezlerden biri kebair günahların bile dışlama nedeni olmayacağı kaidesidir. Ashab-ı kiram üzerinde ileri geri konuşarak sünnet dairesinden çıkan Şia’nın dışındaki ümmetin ağırlıklı bölümünün ehl-i sünnet olması gerekirken, kılık kıyafeti bile ehl-i sünnet’ten olma nedeni sayacak kadar daireyi küçülten anlayış, meselenin özünü anlayamayan bir bakışla bakmaktadır.
Ehl-i sünneti yerli yerine oturtabilmek, mesele etrafındaki tartışmaları ve her mü’mini inciten ayrılıkları tahlil edebilmek için şu hususları tespit etmemiz yararlı olacaktır:
Ehl-i sünnet, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetini iman konusu olarak gören ve bütün asırlarda imanla ölebilmenin şartı olarak ona bağlı kalmayı gerekli gören idrakin adıdır. Yöreselliği, kılık kıyafeti ve benzeri uç konuları yansıtmaz.
Ehl-i sünnetin başı Ashab-ı kiramdır. Bütün asırlarda ehl-i sünnet olmanın en temel şartı, Ashab-ı kiramı örnek olarak görmek ve onların peşinden gitmeyi kabul etmektir. Ashabın peşinden gitmek ise onların din telakkilerini benimsemektir. Onların din telakkisi de Kur’an ve sünneti hayat tarzı olarak görmektir.
Bu açıdan ele alındığında ümmetten olduğu halde, Ashab-ı kiram üzerinde farklı düşünen ya da Kur’an ve sünnete bakışında sorun bulunan kesinlikle ehl-i sünnet dairesinde değildir. Siyasetten ekonomiye kadar herhangi bir alanda laik bakış tarzını benimseyen bir kişi iman dairesinde kalsa da ehl-i sünnet dairesinde kalamaz. Çünkü ehl-i sünnet olmanın temel karakteri, Kur’an ve sünnet’i esas kabul etmek bu ikisini asla taviz konusu hâline getirmemektir. Bu da elbette Kur’an ve sünnet’i kutsal kabul etmekle yeterli olmayacak bir seviyedir. Çünkü Kur’an ve sünnet’e iman etmek başka şey, onları kutsal görmek başka şeydir.
Ehl-i sünnet olmak, itidali gerektirmektedir. İfrat ve tefritten uzak bir anlayış selefin anlayışıdır. Selef de bu ümmetin ilkleri ve örnekleridir. Akidede ve amelde aşırılıktan uzak kalmak şarttır. Bunun için ehl-i sünnet arasında, helal haram sınırlarını zorlayabilecek, âyete ve hadise rağmen söz söyleyebilecek bir büyük, önder yoktur. Çünkü böyle bir anlayış Kur’an ve sünnet’in bir meselede bile olsa ihmal edilmesini getirir ki ehl-i sünnet için böyle bir şey kabul edilemezdir.
İbadetle ilim, tevekkülle çalışma, mal edinmekle zühd, korku ile umut arasında bir dengede bulunmak gerekmektedir. Ehl-i sünnet’in anlayışında dünyayı terk etmek de yoktur. Zaviyeye çekilmiş anlayış sahabe anlayışı değildir. Dünyanın gidişatında söz sahibi olmak, insanların bulunduğu her yerde en üstün olmaya çalışmak, nimetlerden yararlanmak, kötülüklere müdahale etmek, iyiliklerin yayılması için çalışmak esastır.
Ehl-i sünnet, ‘İslam, Sünnet ve Cemaat’ kelimeleri dışında bir kelimeyi kendilerini tanıtıcı bir vasıf olarak kabullenmez. Birbirlerini sever ve merhamet ederler. Aralarında yardımlaşmaları, birbirlerini tamamlamaları, kendileri dışındakilerle aynı düzeyde beraberlik oluşturmamaları imanları gereğidir. Birbirlerini asla tekfir etmezler. Cemaate, ülfete davet ederler.
İnsanlar arasında ihtilaf olması bu ihtilafın İslam ehli arasında da yer bulabilmesi kevnî bir sünnettir. Allah Teâlâ böyle dilemiş böyle yaratmıştır. Hûd suresinin 118-119. âyetleri bu hakikati beyan etmektedir. İhtilaf kaçınılmazdır. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ümmetinin yetmiş üç fırkaya bölüneceğini haber vermiştir. Bu bölünmede bir grubun, onun ve ashabının izinden gitmeye muvaffak olacağı haberi de vardır. Ama Ebu Davud ve diğerlerinin rivayet ettiği bu hadis, diğerlerini kâfirler arasında zikretmemektedir. Sadece ashabın izinden gitme kalitesinin bir gruba müyesser olacağı bilgisi verilmektedir. Ehl-i sünnet anlayışında ayrılıkla farklılık arasında fark olduğu bilinir. İhtilaf başka şey iftirak başka şeydir. Bu sebepten olmalıdır ki ehl-i sünnet esasları arasında en önemli esaslardan biri olarak ehli kıblenin tekfir edilmemesi vardır.
Ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını haber veren mucizevî hadis-i şerif, yetmiş iki fırkanın ateşe gireceğini haber vermektedir ama bu ateşe girme, küfür ehli gibi ebediyen ateşte kalma değildir. Nisa suresinin onuncu âyetinde de Allah Teâlâ, yetimlerin mallarını yiyenlerin cehenneme gireceklerini, karınlarını ateşle doldurduklarını beyan buyurmaktadır. Ama onların işledikleri bu ağır günah yüzünden ebedî cehennemde kalacaklarına dair tek bir söz yoktur. O suçun cezası cehennemde yanmaktır. İman ehli olarak öldülerse neticede o suça dair cezanın akabinde cehennemden kurtulacaklardır. Ehl-i sünnet yani yetmiş üçün kurtulacak tek bir grubu dışında kalanların durumu da budur. Bu Ümmetten oldukları sürece ebedî cehennemlik değildirler. Herkes gibi onlar da amellerinin muhasebesine göre bir akıbete uğrayacaklardır. Nitekim ehl-i sünnet’ten olmak da hesapsız kitapsız olmak değildir. Onlar da bir muhasebe göreceklerdir.
Hatalılar listesini cehennemlikler, kâfirler şeklinde tevil edemeyiz. İslam’dan kopup dışında kalmak başka, İslam’ın içinde şu veya bu sapma nedeni ile dış çizgilere yakın noktalarda bile olsa merkezden uzak kalma başka bir şeydir.
Özellikle içtihadî meselelerdeki ihtilafların farklı görülmesi önemlidir.
Ehl-i sünnet dışı fırkaların oluşması ya da tarif ettiğimiz kavram doğrultusunda Kur’an ve Sünnet çizgisinin dışına taşılması, İslam düşmanlarının tuzaklarından bir tuzak olarak görülerek anlaşılmış olmaz. Başka bir ifade ile söyleyecek olursak ümmetin fırkalara bölünmesi, haricî güçlere yüklenecek bir iş değildir. Onların da payı olmakla beraber bu, büyük bölümü iç nedenlere dayanan bir sorundur.
İlim elde etme ve ilmi şekillendirmenin ‘ikra’ mantığının dışına taşması ile ihtilafın dalları da uzanmaya başlamıştır. Kur’an ve sünnetin merkezde olduğu ashap anlayışının gitgide Kur’an ve sünnetin yanında yeni yeni kaynakların kabul görmesi bir yandan ilim adamlarının ümmet üzerindeki etkisini azaltmış bir yandan da ilmin/âlimin yapacağı etkiyi yapamaz hâle getirmiştir. Bu da dallanma budaklanmayı kolaylaştırmıştır.
Bid’atlere karşı ilk neslin gösterdiği refleksi göstermekte gecikilen dönemlerde dallar köklere etki etmeye başlamıştır. Aklın dinde hüccet hâline getirilmesi, yabancı din mensuplarından etkilenme ve kör taassup da ihtilaf nedenlerindendir.
Dünyevileşme, dünya nimetlerinin etkisinde kalma hastalığının da parçalanmada etkisi vardır.
Şu grubun, hadis-i şerifte zikredilen yetmiş iki fırkadan biri, şunun da yetmiş üçüncü fırka olduğunu belirleme hakkı kimsede yoktur. Herkes ehl-i sünnet olma yani Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin izinden gitme iddiasında olabilir. Bu iddiaların bizce değerlendirilmesi zahiren mümkündür. Ne reddetmede ne de kabul etmede kimsenin bir yetkisi yoktur. En samimi tavır, ashabın izini sürme samimiyeti içinde olmak Allah Teâlâ’dan yardım talep etmektir. Bizi Peygamber aleyhisselamın izinden gitmekle şereflendirmesini istemektir. Bir grubu ‘kurtulmuş’ grup olarak görmenin de bir bölme çeşidi olduğunu anlamak zorundayız.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin dışında bir kişinin kim olursa olsun masum olarak gösterilmesi yani onun peşinden gidenlerin de hakkın tek müdafii ve uygulayıcısı olduklarının perçinlenmesi, kendi içinde çelişkilerle dolu bir tutumdur. Müslümanların büyük idealler etrafında bir araya gelmelerinin bir rahmet sebebi olacağını söylemelerinde bir sakınca yoktur. Fakat böyle bir birlikteliği buzdolabı gibi görüp dışarıda kalanları çürümeye mahkûm görmeleri yanlıştır. Bu yanlış, bir parçalama eylemidir.
Ne azınlıkta olmak ne de kalabalık olmak sünnet’e ehil olmanın ölçüsü değildir. Sünnet’e ehil olmanın ölçüsü, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin Kur’an ve sünnet mirasına sahip olmak, onu uygulamaktır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabının izleri bütün Müslümanlar için bağlayıcıdır. Üç mübarek nesil herkes için örnek nesildir; onların söz ve davranışlarını yok saymak mümkün değildir.
Bütün Müslüman nesillerin ehl-i sünnet’ten olmanın gereği olarak yapacakları en büyük hizmet onu yaşatmak ve ona uymaktır. Ehl-i sünnet’i tekele almak, ondan mümkün olduğu kadar dışlamak bir ehl-i sünnet usulü değildir.