İçeriğe geç
Anasayfa » EHL-İ SÜNNET NE DEMEKTİR?

EHL-İ SÜNNET NE DEMEKTİR?

Sünnet, yol demektir. Buradaki sünnetten maksad ise, Rasûlullah (sav)’in sünnetidir. Peygamberimizin sünneti: sözleri, fiilleri ve sahâbenin yapıp da Efendimizin sukût ile yahut  râzı olduğuna dâir bir tavırla tasvîb ettiği takrîrleridir. Sünnet ehli, dediğimiz zaman da Peygamberimizin sünnetine tâbî olan ve benimseyen kimse demektir. Ehl-i Sünnet olanlar, Kur’ân-ı Kerîm’i, Peygamber Efendimiz’in sünnetini ve sahâbenin icmâını kabul edenlerdir. Böylece Ehl-i Sünnet ve Cemâat olanlar demek olur.

Sünneti tayin eden Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm’i; sözleri, fiilleri ve takrîrleri yani tasvipleri ile açıklayan Peygamber (sav)’dir. Ayrıca, Kur’ân-ı Kerîm’de olmayan mevzuları da hükme bağlayan yine Rasûlullah (sav)’tır. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah’a itaat edin emri de Rasûl’e itaat edin emri de ayrı ayrı zikredilmiştir.[1] Ancak bu ikisi yani Kitâb ve Sünnet hüküm koyucudur. Ulu’l-emrden olan müctehidlerin ictihâdı, hüküm koyucu değil hüküm çıkarıcı (izhâr edici) olduğundan dolayı âlimleri ve âmirleri oluşturan ulu’l-emre itaat mutlak değil mukayyeddir. Sahîh kaynaktan, sahîh usûl ile icmâya muhâlif olmaması şartıyla müctehidin ictihâdına uyulur; âmirin de Hakk’a itaat ettiği ve Hakk’a itaate çağırdığı müddetçe çağrısına uyulur.

Sahâbeyi, tâbiîni ve tebeu’t-tâbiîni içine alan selefe, Ehl-i Sünnet-i Hâssa; Mâturîdîleri ve Eş’arîleri içine alan halefe de Ehl-i Sünnet-i Âmme denmiştir.

Abdulkâdir el-Bağdâdî’ye göre, Ehl-i Sünnet, sekiz zümreden meydana gelmektedir:

Ehl-i bid’atın hatalarına düşmeyen kelâm âlimleri; Sevrî, Evzâî, Dâvûd ez-Zâhirî dâhil büyük müctehid fakîhler ve mensupları; muhaddisler; ehl-i bid’ate meyletmeyen Sarf, Nahiv, lûgat ve edebiyat âlimleri; Ehl-i Sünnet görüşüne sâdık kalan kırâât imâmları ve müfessirler; şerîate bağlı tasavvuf ehli; Ehl-i Sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücâhidler; Ehl-i Sünnet akîdesinin yayıldığı ülkelerde yaşayan müslüman halk.[2]

İmâm Tahâvî, Ehl-i Sünnet yolunu şöyle özetlemektedir:

“Bu din, ifrâtla tefrîtin ortası, teşbîhle ta’tîlin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsizlikle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur. İşte dinimiz ve i’tikâdımız, zâhiren ve bâtınen budur.”

Biz Ehl-i Sünnetiz de yani Sünnet ehliyiz de Kitâb ehli yani Kur’ân ehli değil miyiz?

Kitâb ehli deyince Hıristiyan ve Yahudiler akla gelmektedir. Bundan dolayı böyle bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için bu isim alınmamıştır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm, müfesser/tefsîr edilendir; Sünnet ise müfessir/tefsîr edendir. Müfesser ile değil müfessir ile amel edilir. Tefsîr edilen Kur’ân ile değil tefsîr eden Sünnet ile amel edilir. Bu bakımdan da Ehl-i Sünnet tabiri yerindedir. Fakat bu, şu demek değildir: Kur’ân ile amel edilmez… Elbette Kur’ân ile amel edilir. Herhangi bir konuda hüküm verilirken önce Kur’ân’a sonra Sünnet’e başvurulur. Sünnet’te de yoksa müctehid, Kur’ân ve Sünnet gerçeklerinden yola çıkarak ictihâd yapar. Kur’ân’daki bazı emirlerin açıklanması ise, sadece Sünnet’le mümkün olmakta. İşte o zaman Kur’ân ile değil Sünnet ile amel edilir. Bu manada şunu diyebiliriz: Kur’ân-ı Kerîm, ancak Sünnet-i Seniyye ile anlaşılır ve Sünnet ile yaşanır.

Kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm, bize mütevâtir olarak gelmişken, Sünnet’in hepsi bize mütevatir olarak gelememiştir. Manen mütevâtir ve sayı itibariyle mütevâtir olanlar da vardır.

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in korunmasını kendi üzerine almış; Sünnet’in muhâfazasını da ümmete bırakmıştır. Fakat şu da bir gerçektir ki Sünnet’in korunması da bir bakıma Kur’ân’ın korunmasıdır. Zirâ bu uğurda büyük gayretler sarf eden muhaddis âlimlerimiz, Sünnet’in mütevâtirini, meşhûrunu ve âhâdını; sahîhini, hasenini ve zayıfını; uydurma olanını da ortaya koymuşlardır.

İ’tikâdî konuda, sahîh nakil ve sarîh akıl çok önemlidir. Sahîh nakilden kasdolunan, önce mütevâtir sonra meşhûr olan hadîslerdir. Mütevâtir ile sâbit olan i’tikad kesinlik ifade eder, meşhûr olan ile sabit olan itikad ise kat’î olmasa da kesine yakındır. Âhâd ile sâbit olan bir itikadî bir konu ise kesinlik ifade etmez, zannî olur.

Ehl-i Sünnet âlimlerinin yazdığı akâid kitaplarında, akaid konusu olmayan bazı meseleler de vardır. Bu gibi hususlar, bazı amelî konuları i’tikâd mevzuu yapanlara cevap vermek için i’tikâd kitaplarına alınmıştır.

Bu ölçüleri ortaya koyduktan sonra i’tikâdî konuları, delilleri ile ortaya koyup izah etmek gerekir. İtikâdî konuları uluorta münakaşa etmek, halkın kalbinde şüpheler meydana getirir. Bu ise ancak İslâm düşmanlarının; şeytanın ve şeytanın adamları olan kâfirlerin, münâfıkların ve oryantalistlerin işine yarar.

Sünnet düşmanlığı, Kur’ân düşmanlığı demektir. Peygamber düşmanlığının, Allah düşmanlığı olması gibi. Peygamber’e düşman olan, Allah’a düşman olduğundandır. Peygamber elçidir, elçiye zevâl olmaz. Çünkü elçiye karşı çıkmak, elçiyi gönderene kaşı çıkmak demektir.

Bize gereken, kabul ettiğimizi de reddettiğimizi de sahîh delîl ile kabul ve sahîh delîl ile red etmektir. Çünkü ilmin sahîh olması, imanın sahîh olması demektir. İlim yanlış ise iman da yanlış olur. Zira kişi bildiğine inanıyor.

İlim, ışığa benzer, akıl göze benzer. Işık olmazsa göz, kör hükmündedir. Ancak ışıktan da göz istifade eder. Doğru bilgi olmadan aklın doğru çalışması, kalbin doğru olana iman etmesi gerçekleşemez. Ehl-i Sünnet’e göre akıl, tâbîdir; ilim yani vahiyle sâbit olan ilim, tâbî olan değil metbû’/kendisine tâbî olunandır. Nakil sahîh ise (gerektiği yerde) muhkem âyetlerin ve mütevâtir hadislerin ruhuna uygun akılla te’vîl edilir.

İman Edilmesi Gereken İ’tikâdî Esaslar Üç Kısma Ayrılır:

  1. İman Edilmesi Farz Olup İnkârı Küfür (dinden çıkma) Olan İ’tikâdî Hükümler:

Bu kısım, Kur’ân âyeti veya mütevâtir hadis gibi kesin delîl ile sâbit olan hükümlerdir. Meselâ Mirac esnasında Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya yapılan İsrâ hâdisesine iman etmek farzdır, inkârı ise küfürdür. Çünkü şu kat’î delîl ile sabittir:

“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, hakkıyla işitendir, görendir.”[3]

  1. İman Edilmesi Farz Olup İnkârı Bid’at Olan İ’tikâdî Hükümler:

Bu kısma ait hükümler de kuvvetli delîle dayanır. Fakat birinci kısımdakiler gibi tam olarak kesin bir şekilde sâbit değildirler. Bu kısma ait olan hükümlere de iman etmek lâzımdır; ancak inkâr edenler kâfir olmazlar; bid’at ehli, dâll/sapık olurlar. Meselâ Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya yapılan gece yolculuğu demek olan “İsrâ” âyetle sâbit iken Mescid-i Aksâ’dan göklere yolculuk konusunda âyet veya mütevâtir (yalan üzere birleşmeleri imkânsız olacak derecede büyük guruplar tarafından rivâyet edilen) bir hadis yoktur. Çünkü Hz. Peygamber (sav)’in göklere miracı sahîh ve meşhûr âhâd hadislerle sâbittir.

  1. İman Edilmesi Farz Olup İnkârı Fısk (günahkârlık) Olan İ’tikâdî Hükümler:

Bu kısma ait olan hükümler de sağlam delillere dayanır; ama birinci ve ikinci kısımdakiler kadar kesin bir şekilde sâbit değildirler. Bunlara da iman etmek lâzımdır; ancak inkâr edenler kâfir yahut bid’at ehli değil, günahkâr olurlar. Meselâ, göklerin ötesine mirac gibi. Çünkü göklerin ötesine mirac, mütevâtir veya meşhûr hadisle sâbit değildir; meşhûr olmayan sahîh âhâd hadisle sâbit olmuştur. Rasûlullah Efendimiz (sav)’in göklerin ötesine mirac ettiğine iman etmek her ne kadar lâzımsa da bu konudaki delîl tam kesin olmadığı için inkâr edenler kâfir veya bid’atçi olmazlar, sadece fâsık olurlar.

İman Esasları Meşhur Olması Açısından İ’tikâdî Hükümler İki Kısımdır:

  1. Sübût ve delâleti kat’î ve meşhûr olan hükümler:

Bu kısma ait iman esasları, ilim ehli olup olmadığına bakılmaksızın bütün müslümanlar tarafından bilinecek kadar meşhûrdur. Bu gibi hükümlere zann-ı gâlib yeterli olmayıp kesin olarak inanmak gerekir. Bunları inkâr eden kâfir olur, kendisine mürtedlerin hükmü uygulanır. Herkesin, bu hükümleri kalp ile tasdîk ve dil ile ikrâr ederek iman etmesi lâzımdır. Çünkü bu hükümlerin, Peygamber (sav)’in getirdiği dinden olduğu, zorunlu olarak herkes tarafından bilinmektedir. Bunları avâm tabakası, araştırma ve isbâta muhtaç olmaksızın bilir. Meselâ, Allah’ın varlığı, peygamberlik, öldükten sonra dirilme, namazın ve zekâtın farz olması, içkinin haram olması; melekler, kitaplar, peygamberler, Cebrâîl, Mîkâîl, Musa, İsâ (aleyhimüsselâm), Tevrât ve İncîl gibi hususlara iman bu kısma girer. Bu yüzden bir kimse bunlardan belli birini tasdik etmezse, icmâ (âlimlerin ittifâkı) ile kâfir olur.

  1. Sübût veya delâleti kat’î fakat halk arasında meşhur olmayan hükümler:

Bu kısım hükümleri inkâr etmenin küfrü (dinden çıkmayı) gerektirdiği icmâ ile sâbit değildir. Meselâ; oğlunun kızına altıda bir (1/6) miras düştüğünü inkâr etmek gibi. Böylesine herkes tarafından bilinmeyen hükümleri cehâletten dolayı inkâr etmek İmâm Eş’arî’ye göre küfür sayılmaz. Çünkü bu hüküm halk arasında meşhur değildir.

Allah Teâlâ, cümlemize Ehl-i Sünnet ve Cemâat itikadı üzere hüsn-i hâtimeler nasîb ve müyesser eylesin…

 

 

[1] Bkz. Muhammed; 47/33.

[2] Bağdâdî, el-Fark beyne’l-fırak, s. 313-318.

[3] İsrâ; 17/1.