Yazımızın başlığı bize tarihî bir hadiseyi tedâî ettirir (çağrıştırır). Bir zamanlar takib edeceği yolu şaşıranlara çare olarak sunulmuş reçetenin adıdır bu mefhûm/kavram. Bir başka ifadeyle yolunu doğru seçenlere alem olmuş bir tabirdir. SÜNNET’e ve Sünnet’in ilk tatbikatçıları olan Ashâb-ı Kirâm kafilesine tâbi olanlar demektir ki, “icmâ” denildiğinde ilk akla gelen; Ashâb’ın icmâıdır. Şu halde iş geldi bağlandı; “Sünnet” ve “İcmâ”ya. O halde, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat” demek;
Hayatlarında “Sünnet” ve “İcmâ”yı esas alan Müslümanlar demek olur. Zaten de bizden Kur’an-ı Kerîm’in istediği budur. Peygamber Efendimiz’in işaret buyurduğu yol da budur.
Asıl’dan ve kökten ayrılmayanlar ve “dört mezheb”in sâlikleri “Sünnî”dirler ve “Ehl-i Sünnet”tendirler. Ümmetin fesadı durumunda “KİTAB” ve “SÜNNET”e bağlı kalanlar “Fırka-i Nâciye”dendirler.
“Ehli Sünnet”in zıddı; “ehl-i bid’at” ve “fırak-ı dâlle”dir. Sapıklıkta takip ettikleri yollara göre bu ana başlık altında çeşitli isimlerle anılırlar. Akîde/imanda başlayan sapıklık pek tabiî olarak amele de aksedeceğinden “Ehl-i Sünnet” dışı kalmalar, hayatın akışında müessir olmuş ve olmakta devam etmektedir.
Allah, dalâlet fırkaları vasıtasıyla Ümmet’in içerisine düştüğü fitneden kurtuluşa; Sünnî itikadî ve amelî mezhepleri vasıta kılmıştır. Dolayısıyla bizler; İmam-ı Azam, İmam-ı Şâfî, İmam Malik, İmam Ahmed ibni Hanbel, İmam Mâtürîdî ve İmam Eş’arî’ye çok şey borçlu olduğumuzu hatırdan çıkarmamalıyız.
“Ehl-i Sünnet” konusunun tarihçesi; bu sahanın araştırıcılarını alâkadar eder. Günümüz Müslümanlarını ise işin dünü değil, bugünü ve özü ilgilendirir. Bu sayının kapak konusu olarak da bu mevzuun seçilmiş olması bundan olsa gerektir. Günümüzde “Ehl-i Sünnet” yolunu tehdid eden hadiseler, bu kavramın ortaya çıkmasına sebep olan olaylardan hiç de ehemmiyetsiz değildirler. Hatta o gün çok daha mertçe ortaya konulmuş fikirlere karşı bugün, daha politik ve samimiyetsiz bir tarzda zihnî kargaşa vasatı icad edilmektedir. Öne sürülen zehirli fikirleri, çok masum görünümlü düşüncelerin arkasına gizleme taktiği ile kafa karışıklığı meydana getirilmeye çalışılmaktadır. İnsanların kafalarını karıştırdıktan sonra onları, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat”ten uzaklaştırmanın kolaylaşacağı şüphesizdir. Bundan sonra artık onları dün olduğu gibi çeşitli dalâlet fırkalarına (fırak-ı dâlle) yönlendirmek hiç de zor olmayacaktır.
Şimdi gelelim günümüz Türkiye’sinde “bilimsel araştırma ve gerçekleri ortaya çıkarma”(!) adına bu mevzuda yapılan tahribatın ana başlıklarına:
1.SÜNNET müessesesi etrafında koparılan yaygaralar: Peygamber Efendimiz’i hâşâ sıradan bir insanmış gibi sunduktan sonra, O’nun; “kavlî”, “fi’lî” ve “takrîrî” Sünnet’lerine çeşitli taktiklerle gölge düşürme çabaları… SÜNNET müessesesini Kur’an değil de insanlar oluşturmuş gibi önemsizleştirme çabaları… Tarihte daha evvel hiçbir ilim dalına nasip olmamış bir usûl ve titizlikle bize intikal ettirilmiş bu müesseseye âid dev mirasın sıhhati konusunda şüpheler uyandırmalar…
Kur’an’ın bağlayıcılığını bildirmesine karşılık SÜNNET’i olsa da olur olmasa da olur bir şey gibi sunma gayretleri…
2.Efendimiz aleyhissalâtu vesselam’ın: “Ashâbım yıldızlar gibidir hangisinin peşi sıra giderseniz doğruya ulaşırsınız”[1] buyurmasına karşılık onları ve dolayısıyla icmâlarını önemsemeyen tavırlar, istihfâf ve istihkarâne sözler… Böylece “..ve’l-Cemâat” kısmını unutturmalar… Efendimiz Hazretlerinin “ve’l-Cemâat” kısmı ile alâkalı müteaddid ikaz ve irşadları varken[2] aleyhteki bu çabaları ne yazık ki, cehalet olarak değil ihanet olarak değerlendirmek durumunda kalmamız üzücüdür.
3.“Mezhep imamları” ve “mezhepler” konusunda; yıpratmaya ve Müslümanların itimadlarını sarsmaya müteveccih gayretler… “Peygamberimizin mezhebi mi vardı?”, “Ashâb-ı Kirâm hangi mezhebe mensuptu?”, “Mezhep benim dinim değil” ve benzeri masum kılıklı ve sözde bilimsel(!) vecizeler(!)… Dünyaca maruf “İmam-ı Azam” kalıbını kullanmaktan kaçınıp, “Ebu Hanife” künyesi ile anmakta ısrar göstermeler, “Onların bilmedikleri ve ulaşamadığı kaynaklara biz bugün ulaşıyoruz.” gibi iddialarla varılmak istenen hedef; “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat”in ortaya çıkmasına sebep olan kargaşa ortamını, “mezhepsizlik” formülüyle fakat adını koymadan yeniden planlamaktır. Çünkü çok iyi biliyorlar ki, bu iklim ne yazık ki, “mezheb imamları”mız rahmetullahi aleyhim çapında yangın söndürücülerden mahrumdur. İşte bu onlar için bulunmaz bir fırsat olacak ve Müslümanlığı (Allah korusun) Hıristiyanlaştırma fırsatı doğmuş olacaktır. Yeri gelmişken şu gerçeği de ifade etmeden geçmeyelim: Eğer geçmişte Hıristiyan dünyanın bizdeki “mezheb imamları” gibi bir serveti olsaydı belki de dinleri, “İlâhî” olma vasfını bu kadar yitirmezdi.
“Mezheplerimiz” hem hukûkî servetimiz hem de başımız darda kaldığında rahmet tecellîsi müracaat kapılarımızdır.
4.1979 yılında mollalar tarafından gerçekleştirilen İran inkılâbı sonrasında başlatılan ve yine masum görüntü altında sunulan “Şîîlik” harekâtı da “Ehl-i Sünnet”i hedef alır. Zaten konu tarihî açıdan ele alındığında; “Şîîlik” “Sünnîlik” karşıtı olarak karşımıza çıkar. Gelin görün ki, “Sünnî-Şii farkı yok. Allah’ı bir, Peygamber’i bir, kıblesi aynı…” gibi ambalajı yerinde laflarla tarih boyu “Ehl-i Sünnet”i hedef almış hareketin propagandası yapılır durur. Hatta bu masum görüntüye bilimsel kılık giydirmek için milletlerarası toplantılar da yapılır, bildiriler sunulur ve sonuç bildirgesinde aslı esası olmayan şeyler tekrarlanır. İran’a götürülen ilahiyatçılara izâz u ikramlar edilip aşı yapılmaya çalışılır. Benzeri sözde bilimsel toplantılar İran’da da yapılır. Buraya gidenlerden bazıları: “Vallahi ben İran’da Şîî imamın arkasında namaz kıldım” diye dönüşte hatıralarını yazar, fakat şu soruyu sormaktan uzak durur: “Sen imam olsa idin acaba Şiiler senin arkanda namaz kılarlar mıydı? Veya böyle bir şeyi hiç denedin mi?” Bu konuya temas ediş maksadımız tarihin derinliklerine uzanan bir yarayı deşmek değildir.
“Ehl-i Sünnet” ve “Şîa”nın “fasıl” ve “vasıl” noktalarına işaretin yeri de değildir burası. Bir gün müstakil olarak ele alınmaya değer düşünüldüğünde, kimseyi incitmeden söyleyecek çok sözümüz vardır. Çünkü konunun hem akîde hem de amel boyutu vardır ve oldukça da ehemmiyet arz eder.
Bu mühim konuyu şöylece hülâsa edersek, hatırda kalmasına yardımcı olmuş oluruz:
“Ehl-i Sünnet”in yolu, ismiyle müsemmâ olduğu gibi Kur’an’la onaylanmış SÜNNET çizgisini izleyen ve O’nu bize aktaran Ashâb-ı Güzîn’e şükran ve hürmet hissiyle bağlananların yoludur.
Bu yolun, asırları aşıp gelen ilmî mirası; başımızın tacıdır. Bu mirası bize bırakan “eslâf-ı kirâm”a çok şey borçluyuz ve müteşekkiriz.
Bu yolu izlerken; KUR’AN, SÜNNET, İCMÂ-I ÜMMET ve KIYAS-I FUKAHÂ (edille-i erbaa) prensibinden ayrılmayız.
Dört mezhebi, bu prensibin hukuk okulları kabul eder ve sahipleniriz
Bu prensiple hareket ederken; akademik ünvanı esas almak yerine, ihlâs-ilim-amel ekseninde yer alan ulemâyı mürşid ve rehber kabul ederiz.
[1] bkz. Keşfu’l-Hafâ, c.1, s.132, Hadis nu.381
[2] bkz. Keşfu’l-Hafâ, c.2, s.350, Hadis nu.2999