İçeriğe geç
Anasayfa » EHL-İ SÜNNET YOLU

EHL-İ SÜNNET YOLU

Hz. Peygamber (s.a.v) ile sahabe-i kirâm (r.anhm)’ın takip ettikleri yolda gidenlere,  “ehl-i sünnet”, “ehlü’s-sünne”,  “ehl-i sünnet ve’1-cemâat” denir.

Sözlükte “ehl-i sünnet”, “manevî alanda çizilen hak yolu benimseyenler” anlamına gelir.

Bura­daki sünnetten maksat, İslâm dinini teblîğ ve be­yân buyuran Hz. Peygamber’in İslâm’ın ahkâmını beyan etme ve yaşama tarzıdır. Cemaat kavra­mı ise, her devirdeki Müslümanların büyük ekseriyeti (sevâd-ı a’zam), müctehid âlimler ve vahyin ilk muhatapları olup inanç, ibadet, hukuk ve ahlâk cepheleriyle İslâm’ı bir bütün olarak yaşayıp sonraki ne­sillere aktaran sahabe-i kirâm cemaati demektir.

Buna göre Ehl-i sünnet’i, “Hz. Pey­gamber ile ashab cemaatinin dinde takip ettikleri yolu izleyenler” diye tarif etmek mümkün­dür.

“Sünnet” kelimesi ayrıca daha çok, ilâhî teblîgâtı yalanladıkları için geçmiş peygam­berlerin ümmetlerine uygulanan ve âdet-i ilâhiyye haline gelen dünyevî azap mâ­nasında Kur’ân-ı Kerîm’de geçmektedir.

“O gün nice ağaran yüz­ler vardır.” mealinde­ki âyetle Ehl-i sünnet’in kastedildiği, İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir.

Erken dönem hadis kitaplarında belirtildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v); ümmetinin yetmiş iki veya yetmiş üç fırka­ya ayrılacağını, bunlardan biri dışındaki fırkaların cehenneme, “ehl-i cemaat fırkası”nın ise cennete gireceğini, Allah’ın rahmet elinin ce­maat üzerinde olduğunu, cennetin or­tasına girmek isteyenlerin Müslüman topluluktan yani “ehl-i cemaat”ten ayrılmamaları gerektiğini cemaatten ayrılan­ların İslâm’dan sapmış sayılacaklarını ve Câhiliye ölümüyle öleceklerini belirtmiş­tir. Ayrıca ihtilâf halinde “ehl-i sünnet”e uyulmasını emretmiş, vefatından sonra yaşayanların pek çok ayrılığa şahit olacaklarını haber vermiş, bunlara yetişecek olan o dö­nemdeki müminlerin, kendi sünnetiyle Hulefâ-yi Râşidîn’in sünnetine sımsıkı sarılmaları gerektiğini bildirmiştir.

Ebû Abdullah el-Halîmî’nin kaydettiği riva­yete göre Rasûl-i Ekrem, her emîrin ar­kasında namaz kılmayı, her halifenin ida­resinde cihad yapmayı ve ehl-i kıbleden olup vefat eden herkesin cenaze nama­zını kılmayı Ehl-i sünnet’in üç esası ola­rak göstermiştir. Şehristânî’nin yer verdiği rivayete göre ise Hz. Peygamber, yetmiş üç fırkaya ayrı­lacak olan ümmeti içinde yalnız kendisi­nin ve ashabının yolunu takip eden Ehl-i sünnet ve’l-cemâat’in kurtuluşa erece­ğini söylemiştir.

Ehl-i sünnet’e bağlı olanlara “Sünnî” adı verilir. M. Watt, sünnî te­riminin ilk defa IV. (X.) yüzyılda kullanıl­dığını ileri sürmüşse de bu, doğru değildir. Çünkü   tabiînden Saîd b. Cübeyr’e (ö. 95/713) nisbet edi­len bir rivayetten anlaşıldığına göre bu ke­lime, hicrî birinci yüzyılın sonuna doğru (VIII. yüzyı­lın başları) ortaya çıkmıştır. “Ehl-i sünnet” tabiri ise, ilk defa Hasan-ı Basrî ta­rafından kullanılmıştır. Ehl-i sünnet men­supları, “ehl-i hadis, ehl-i cemaat, ehl-i istikamet, ehl-i hak, ehl-i iman”, “fırka-i nâciye” (kurtuluşa eren zümre) ve “se­vâd-ı a’zam” (büyük çoğunluk) tabirleriy­le de anılır.

“Ehl-i sünnet” tabirine yer veren en es­ki eser, Ahmed b. Hanbel’e atfedilen “er-Red ‘ale’z-zenâdıka ve’l-Cehmjyye”dir. Onu Dârimî’nin es-Sünen’i, Müslim’in el-Camius-sahîh’i ve İbn Kuteybe’nin el-İhtilâf fi’1-lafz’ı  takip eder.

Bu bilgiler, Ehl-i sünnet’in III. (IX.) yüzyılda itikadî bir mezhep ola­rak teşekkül ettiğini, başka bir deyişle ehl-i bid’atın zuhurundan sonra, dine bağlı çoğunluğun bu isimle anılmaya başlandığını kanıtlar.

Hicrî I. yüzyılın sonuna doğru bazı grupların ‘cebir’ inancını yay­maya çalışmasına karşılık Ma’bed el-Cühenî’nin kaderi inkâr etmesi, Havâric’in günah işleyen herkesi tekfire kalkışma­sı, hayatta bulunan sahâbîleri ve tabiîn âlimlerini bu konularda Kur’an ve Sünnetteki hükümleri incelemeye sevk etmiştir.

Ebû Hanîfe, Hz. Ali’nin Hâricîler’e karşı takındığı tavırla büyük günah işleyenin mümin olduğuna işaret etmesini dikkate alarak onu Ehl-i sünnet’in ön­cüsü saymıştır. Abdülkâhir el-Bağdâdî de bu görüşe uyarak Hz. Ali’den Ehl-i sünnet’in ilk kelâmcısı diye söz etmiş, ardından da Ma’bed el-Cühenî’den teberrî etmiştir.

Kaderi iman esasları arasında gören Abdullah b. Ömer, tabiînden olup Kaderiyye’yi red hak­kında küçük bir risale yazan Ömer b. Abdülazîz, el-Kaderiyye adlı risaleyi kaleme alan Zeyd b. Ali, Hasan b. Muhammed b. Hanefiyye ve kader konusunda bir risalesi bulunan Hasan-ı Basrî, Ehl-i sünnet’in ilk tem­silcileri arasında yer alırlar.

Bunlardan Ömer b. Abdülazîz hak­kında Ebû Davud’un naklettiği bir riva­yet, Sünnî akîdenin oluşma­sına tesir etmiştir. Ömer b. Abdülazîz Müslümanları, her türlü hatadan uzak bulunan Hz. Peygamber’in sünnetine da­vet ederek bid’atçı görüşlerden sakındırmış, itikadî konularda tartışma­lara girişmeyen ashâbın yolunu izlemelerini tavsiye etmiş, ayrıca her şeyin ilâhî irade çerçe­vesinde cereyan ettiğine dikkat çekerek kadere iman noktasında teslimiyet gösterilme­sini gerekli görmüştür. Onun bu görüşleri Ehl-i sünnet akîdesinin ipuçlarını ta­şımaktadır.

Başlangıç dönemi Ehl-i sün­net sisteminin şekillenmesinde önemli rol oynayan âlimlerin başında Hasan-ı Basrî gelir. Hasan-ı Basrî, halkı fitneden uzak tut­maya ve onları cemaate uyma konusunda şuurlandırmaya çalışmış, bu sebeple Emevîler’in uygula­malarını gerektiğinde ağır bir dille eleş­tirmesine rağmen onları Hulefâ-yi Râşidîn’den sonra meşru idareciler olarak kabul etmiştir. Hasan-ı Basrî’den sonra meş­hur dilci Asmaî’nin rivayetine dayanıla­rak Eyyûb es-Sahtiyânî (ö. 131/749), Yûnus b. Ubeyd. Süleyman b. Tarhân ve Abdullah b. Avn (ö. 151/768) Ehl-i sünnet’in kurucuları arasında gösterilir.

Ehl-i sünnet akaidinin oluşmasına te­sir eden âlimlerin en önemlisi şüphe yok ki Ebû Hanîfe’dir. Ebû Hanîfe akaid risalelerinde Cehm b. Safvân, Vâsıl b. Atâ, Amr b. Ubeyd gibi bid’at ehli kar­şısında ilâhî sıfatları, kaderi ve şefaati ispat etmiş, Kur’an’ın mâna itibariyle mahlûk olmadığını söylemiş, kulların fi­illerinin Allah tarafından yaratıldığını, büyük günah işleyenin mü­min olduğuna hükmederek âhirette gö­receği muameleyi ilâhî iradeye havale etmiş ve böylece ifrat ve tefritten uzak olan Ehl-i sünnet akidesi­nin en önemli meselelerine ışık tutmuş­tur.

Ebû Hanîfe’den sonra İmam Mâlik, Mu’tezile ile diğer bid’at fırkalarının aka­ide dair faaliyetlerine karşı, sün­neti ön plana çıkarıp ta’til, teşbîh ve tecsîm görüşlerini reddetmiştir. İmam Şafiî de aynı akîdeyi savunmuştur. III. yüzyılın ikinci yarısına doğru (IX. yüzyılın ortaları) Mu’tezile’nin Abbâsîler’in desteğiyle parlak bir döneme girmesinin ardından Ehl-i sünnet’i iki zümre temsil etmeye başla­mıştır. Bunlardan biri, bazı zorluklara mâruz kalmasına rağmen akîdesini Kur’an’a, sünnete ve ashabtan itibaren gelen esas­lara dayandırdığını söyleyip ehl-i bid’atı şiddetle reddeden Ahmed b. Hanbel’in ön­cülüğünü yaptığı gruptur. ‘Selefiyye’, ‘Eseriyye’, ‘ehl-i hadîs’ gibi isimlerle de anı­lan bu gruba daha çok hadisleri derleyip nakleden âlimler dâhildir. Buhârî; bun­lar arasında Süfyân es-Sevrî, İbn Ayyaş,  Yezîd b. Hârûn, Abdullah b. Müba­rek, Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, Fudayl b. İyâz, Nuaym b. Hammâd gibi kişileri zikreder.

Ahmed b. Hanbel, akâidde nakli hâkim kılmaya çalış­mış, iman esasları listesinde yer alan konu­larda hemen hemen Ebû Hanîfe ile aynı görüşleri paylaşmıştır. Onun bu çizgisi, Buhârî ve Müslim’den itiba­ren Suyûtî ve Ali el-Kârî’ye kadar muhaddis âlimler tarafından benimsenip devam ettirilmiştir.

Ehl-i sünnet’in ilk temsilcileri olan ehl-i hadîs, Sünnî akîdenin belirlenip yaygın hale gelmesini sağlayan önemli çalışma­lar yapmışlardır. Ehl-i hadîsin temsil ettiği Sünnî anlayış bütünüyle sünnet çizgisi üzerin­de olduğu ve Selefin ittifak etmediği meselelere dalmadığı için “Ehl-i sünnet-i hâssa akîdesi” diye adlandırılmıştır.

III. (IX.) yüzyılda gerçekleştirilen tercü­me faaliyetleri ve çeşitli fetihlerle genişleyen İslâm ülkesinin değişik kültürler­le karşılaşması, Selef âlimlerince benimsenen itikâdî esasların akıl ilkeleriyle te­yit edilme ihtiyacını doğurmuş ve nihayet “ehl-i hadîs kelâmcıları” diye anılan  yeni bir grup ortaya çıkmıştır. İbn Küllâb el-Basrî ile Haris el-Muhâsibi’nin öncülüğünü yaptığı bu grup, daha sonra Ehl-i sünnet kelâmcılarını oluşturacaktır. Ehl-i sünnet kelâmcıları IV. (X.) yüzyılın başlarından itibaren Müslüman çoğunluğun hâkim mezhebi haline gel­meye başlamıştır. Bu yeni hareket İbn Küllâb’dan sonra bir taraftan Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, diğer taraftan Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ile canlılık kazanmıştır.

Eş’arî’nin Suriye-Irak havzasında kurduğu kelâm mektebi ile kökleri Ebû Hanîfe ile onun ilmî silsilesine dayanan Ebû Mansûr el-Mâtürîdî mektebi, daha sonra Hakîm es-Semerkandî, Ebu’l-Yüsr el-Pezdevî ve özellikle Ebu’l-Muîn en-Nesefî gibi âlimlerce geliştirilmiş ve Ehl-i sünnet mezhebini güçlendirmiştir.

Sünnî kelâm akımı Eş’ariyye ve Mâtü­rîdiyye ekollerinin kuruluşuyla güçlenerek IV-V. (X-XI.) yüzyıllardan itibaren İs­lâm dünyasının birçok bölgesinde ana mezhep haline gelmiş ve âlimler zümresiyle Müslüman ekseriyetini kendine bağlamıştır. Böylece İslâm’ın geçmiş ta­rihine sahip çıkarak ilk dört halifeyi ve onları takip eden diğer yönetimleri meş­ru sayan, ashabdan itibaren her asırda çoğunluğu oluşturan Müslüman âlimle­re saygılı olmayı şiar edinen bu anlayış, İslâm âleminde hâkim olmuştur. Sünnî kelâm ekolü büyük çoğunluğun tasvibi­ni kazandıktan sonra fikrî hayatın çeşitli cepheleriyle kendini takviye etmiş böylece Mu’tezile, Mürcie. Müşebbihe, Felâsife gibi grupların zayıflayıp zamanla fiilen orta­dan kalkması sonucunu doğurmuştur.

Günümüzde Selefiyye, Eş’ariyye ve Mâtürîdiyye’den oluşan Ehl-i sünnet, {e0a8e66316dc8f5d591ba55bcacf7338a4d87a0882161bf818f1807d6da55e8f} 90’ın üstünde Müslü­man çoğunluğunun mezhebi durumun­dadır.

Mâtürîdî âlimlerinden Ebu’l-Yüsr el-Pezdevî ile Ebu’l-Muîn en-Nesefî’ye göre, Ehl-i sünnet’i gerçek anlamda tem­sil eden yalnız Mâtürîdiyye’dir. Eş’ariy­ye, Küllâbiyye ve Sûfiyye de Ehl-i sünnet’e mensup gruplardır.

Ehl-i sünnet, ehl-i bid’atın görüşlerini reddeden ke­lâm, fıkıh, tefsîr, kıraat ve Arap dili âlim­leri, fıkha pek bağlı sûfîler, Müslüman mücahidler ve Sünnî akâidin hâkim oldu­ğu coğrafyada yaşayan Müslüman halk kitlesinden oluşur. Sübkî’nin tasnifinde Ehl-i sünnet; kitap, sünnet ve icmâı esas alan ehl-i hadîs, naklin yanında akla başvuran ve Eş’ariyye ile Hanefıyye’den oluşan ehl-i nazar, bir de başlangıçta nakli ve ak­lı esas alıp nihaî merhalede keşfte ka­rar kılan ehl-i keşf gruplarından meydana gelir. Ehl-i sünnet genellikle Selefiyye, Eş’ariyye ve Mâtürîdiyye’yi kapsayan bir tabir olarak kullanılır.

Allah Teâlâ tarafından vaz’ edilmiş olan dînî hükümlerin doğru anlaşılması Allah’ın muradını tesbit etmekle mümkündür. Allah, kullarına iletilmesini dilediği şey­leri vahiy yoluyla peygamberine bildir­miş, vahyi açıklayıp uygulama görevini de ona vermiştir. Son peygamberin teb­lîgât ve uygulamalarının ilk muhatapla­rı sahabe topluluğu olduğundan İslâm’ın temel konularında onların anlayış, uy­gulama ve rivayetleri Allah’ın muradına ve Peygamber (s.a.v)’in sünnetine uygun dü­şen bir yol olarak kabul edilmelidir. Bu sebeple Müslüman çoğunluk, daima bu yolu takip etmeye çalışmıştır.

Hicrî I. yüzyılın sonunda ortaya çık­maya başlayan ve IV. yüzyılda teşekkü­lünü tamamlayan Ehl-i sünnet, Kur’an ve Sünnet’e uyulması gerektiğini kabul edip aklı nakle tâbi kılmakla diğer mez­heplere göre isabetli yolu tercih eden ana mezheptir. Zira dinde ana prensip vahye uymaktır. Mutlak ve mükemmel bir bilgi kaynağı olmayan aklın, nakle hâ­kim olması veya naklin akla tâbi kılın­ması halinde, bazı düşünürlerin de söy­lediği gibi, vahye ihtiyaç kalmaz ve ilâhî emirler bir anlam taşımaz. İnsan bilgisi için vazgeçilmez bir kaynak olmasına rağmen sınırlı, dış tesirlere açık ve ge­leceği keşfetmekten yoksun bulunan akıl vahyin desteğine muhtaçtır. Ehl-i sünnet aklı vahye tâbi kılıp vahiyle akıl arasında bir denge kurmak, ayrıca kitap, sünnet, icmâ, kıyas gibi bütün şer’î usul­lere başvurmak sûretiyle doğruya ulaşma yolunu seçmiş ve hemen hemen her konuda mutedil bir çizgide yer alıp aşırı uçlardan uzak kalmayı başarmıştır.

Dünya Müslümanlarının {e0a8e66316dc8f5d591ba55bcacf7338a4d87a0882161bf818f1807d6da55e8f} 90’ından fazlasını oluşturan Ehl-i sünnet’in İslâm ilimlerinin kuruluş ve gelişmesine yaptığı katkılar da önemlidir. Nitekim tefsîr, hadis, fıkıh, kelâm, siyer gibi temel İslâmî ilimler alanındaki kaynak eserler genellikle Sünnî âlimleri tarafından ka­leme alınmıştır.

Tarihî seyri içinde Ehl-i sünnet’in dik­kat çeken özelliği, başlangıç döneminde meseleleri Kur’an ve Sünnet’e başvur­mak suretiyle çözmeye çalışması ve ge­lişme kapısını açık tutarak, zaman­la müctehid imamların ve takipçilerinin görüşlerini taklîde zemin hazırlamasıdır.

Selefiyye, Eş’ariyye ve Mâtürîdiyye âlimlerince yazılan akâid ve kelâm kitapları Ehl-i sünnet’in asıl kaynak kitaplarını oluştur­makla birlikte, bu konuda te’lif edilen başka eserler de vardır. Tahâvî’nin ‘el-‘Akîdetü’t-Tahâviyye’ diye de bilinen ‘Beyânü akâid-i Ehli’s-sünne ve’l-cemâa’sı, Ebu’l-Kâsım Hibetullah b. Hasan et-Taberî’nin ‘Şerhu usûl-i i’tikâdi Ehli’s-sünne ve’l-cemâa’, Ebû Muhammed’in ‘Kitâbü’s-Sünne ve’1-cemâa’, Beyhakî’nin ‘el-İtikâd alâ Ehli’s-sünne ve’1-cemâa’ Ebu’l-Hasen el-Eş’arî’nin ‘Usûlü Ehli’s-sünne ve’l-cemâa’, Cüveynî’nin ‘Lüma’u’l-edille fî kavâ’idi Ehli’s-sünne’,  Adî b. Müsâfir’in ‘İ’tikâdü Ehli’s-sünne ve’l-cemâa’, Ebu’l-Muzaffer es-Sem’âni’nin ‘Minhâcü Ehli’s-sünne’ gibi bir çok eser vardır.

Peygamberimize ittiba ve iktidâyı esas alan, Hulefâ-yi Râşidîn’i ve ashabı rehber gören ve her konuda doğru ve hak yolu izlemeye can atan, hiçbir aşırılığa sapmayan Müslümanlar “ehl-i sünnet”, onların yolu da “ehl-i sünnet yolu”dur. Bu yolu iyice tanımak ve sâliki olmak, her Müslüman için önemli bir hedeftir.