İçeriğe geç
Anasayfa » ESÂSÜ’L-MÜLK

ESÂSÜ’L-MÜLK

“Adâlet” ve “kıst” kelimeleri müterâdif (eş manalı) kelimelerdir. Kur’ân-ı Mübîn’imizde bazen biri, bazen de diğeri kullanılmıştır. Adaletin zıddı ise zulüm ve haksızlıktır.

Adaletin, çok defa doğruluk ve dürüstlük manasına geldiği düşünülür ve böylece kullanılırsa da bu yanlıştır. “Adalet” ana şemsiyedir, temel kıstastır. Dürüstlük ve doğruluk bu şemsiyenin altında kendisine yer bulur. “Adalet”in ne olduğunu yerli yerine oturtmadan; doğruluk ve dürüstlük mefhumları gerçek manalarını kazanamazlar. Yani miyar/ölçü  “adalet”tir. Adâletin hem “vehbî” hem de “kesbî” ciheti vardır. Fıtratımızda “adalet” duygusu meknûzdur, vardır. Bunu “Kitab”la ve ilimle beslemek ve ortaya çıkarmak lâzımdır.

“Adalet”i tarif etmek icab ederse: “İlâhî evâmir ve nevâhînin ışığında mevcûdâta, fıtratlarına göre muâmele etmek/davranmaktır.” diyebiliriz.

Âdil davranış, zor bir iştir. Rabbimiz bir taraftan adaleti emrederken[1], diğer taraftan da “şayet adalet yapamayacaksanız…”[2] ve “…ne kadar çabalarsanız çabalayın, adalet yapamayacaksınız…”[3] buyurarak bu gerçeği tebârüz ettirir.

“Takvâ”ya ermek de adaletle mümkündür. Âdil şehâdet ve adaleti şiâr edinmek de Kur’ân’ın emridir.[4]

Anne ve babamızın aleyhine tecellî edecek bir hususta bile âdil olmamız emir buyurulur.[5]

Başta hâkim ve yöneticiler olmak üzere, insanlar arasında hüküm verme durumunda olanlara âdil olmaları konusunda özel talimat vardır.[6]

Allah Teâlâ’nın “adalet” hususundaki emri, Müslümanların dışında kalanlar için de geçerlidir. Yani onlar kâfirdir veya felan kimse zındıktır, beriki dinsizdir, diyerek adaletten ayrılmak yoktur.[7]

Şahitlikte “adalet”, ehemmiyetine binâen olsa gerektir, müteaddid âyet’te geçer.[8] Malûmdur ki, İslâm hukukunda iki âdil şahidle maznûnun (zanlının) idamına karar verilebilir.

“Adalet” cihanşumûl/evrensel bir değerdir. Tarih boyu adalet muhalifi kimse çıkmamıştır. Adalet istemiyorum, diyene de rastlanmamıştır. Âdil olmayı sevmem, diyeni de herhâlde tarih kaydetmemiştir. Ancak neyin adalet olup olmadığı hakkında da ittifak sağlandığına da şâhid olunmamıştır.

Evet… “adalet”in isminde sağlanan ittifak ne yazık ki muhtevasında sağlanamamış ve sağlanamamaktadır. Dünyanın en meşhur zâlimlerinin dahi, yaptıkları zulmün kendilerince adalet gereği olduğunu düşündükleri uzak ihtimal gibi görünmemektedir. İşlenen zulme gerekçe olarak gösterilen şeyler; adaletin dışına çıkmamış olmayı ispatın çabalarıdır. Dolayısıyla zâlim dahi icraatının adalet dışı olmadığı düşünce ve iddiasında olunca ortada; zulüm ve zâlim kalmayacaktır.

Hâlbuki gerçek herkesin bildiği gibi, hiç de böyle değildir. Bir kere, insan zâlim değil, “zalûm”dur. Yani aşırı zâlimdir. Demek oluyor ki, insanoğlunun mayasında ve fıtratında zâlimlik vardır. Öyleyse zulmünü adalet olarak görmesi çok da anormal değildir. Şu halde “adalet” konusu, bu fıtrattaki bir varlığa havale edilemez. Bir Müslüman için; müracaat ve havâle mercii şüphesiz “Âdil-i Mutlak” olan yani adaleti tartışma götürmeyen “Rabbu’l-âlemîn”dir. Adâlet nedir ve nasıl olur, zulüm nicedir, bunların kararını tek merci verdiğinde; ihtilâfa mahal kalmaz. İnsan zaten ilâhî merciin ışığında tatbikat yaparken de adaletten ayrılabilecek ve zulme meyledebilecektir. Öyleyse hiç değilse gerçek kaynağın “adalet” ölçüsüne tâbi olmak veya bu çaba içerisinde bulunmak her mümin için olmazsa olmaz şarttır.

İnsanın yetkisi arttıkça, “adalet”ten yana olan sorumluluğu da artar. Önce nefsine sonra en yakınından başlayarak birlikte olduğu herkese, hattâ hayvanlara dahi “âdil” davranmak mecburiyeti vardır. Salâhiyet sahası genişledikçe sorumlulukları artar. Bu sorumlulukların en başta geleni “adalet yapmak”tır. Adaletin nazarî/teorik ciheti insana ve onun tanzîm ettiği mevzûâta havâle edilirse; insan sayısınca “adalet” anlayışı ve bu anlayıştan doğan türlü türlü uygulamalar ortaya çıkar ki işte tam günümüzdeki didişmeler, savaşlar, işgaller, tahripler ve benzerleri ile çalkalanır dünya… Bugün olduğu gibi şikâyetsiz kimse kalmaz yaşadığı ortamdan ve zamandan.

Bazıları şu soruyu sormadan edemez: “Âdil olmak için dindar olmak şart mı? Veya dini dışlayarak adalet yapılamaz mı?”

Cevap: Gerçek manada âdil olabilmek ve adâleti sağlayabilmek için din şarttır: “…İnsanların adaleti ikâme etmeleri için peygamberlerle beraber Kitab’ı ve prensipleri (mîzânı) gönderdik.”[9] “Aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum…”[10] İlâhî mesajlardan anlıyoruz ki, Peygamberlerin ve İlâhî Kitapların gönderilişindeki temel hedef; yeryüzünde adaletin sağlanmasıdır. Zira, “el-Adlu esâsü’l-mülk”tür. Yani kâinâtın ve devletlerin bekâsı “adalet”le mümkündür. Osmanlı ecdâdımızın şâiri ne hikmetli mısralar tanzim etmiş:

İster isen milk-i hüsnün âbâd ola dâd eyle kim,

Pâdişehler dâd ile milkin âbâd eyledi.

Eğer güzel ülkenin mamûr olmasını istersen adalet yap ki, padişahlar memleketlerini adalet sayesinde mamûr ve bayındır hâle getirdiler.

Dünya üzerinde adaleti gerçekleştirmekle emrolunmuş[11] Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafâ sallallahu aleyhi ve selem; fi’lî ve kavlî sünnet’leri ile Kur’ânî adaleti bütün sarâhati ve misalleriyle ortaya koymuştur.

O’nun “adalet” mevzuundaki şu hadîs-i şerîfleri, bizi tesellîde en güçlü mesnedimizdir: “Adaleti zulme galebe çalan Cennet’te, zulmü adaletine galebe çalan Cehennem’dedir.”[12]

İşte Şefaatçimiz’den “harîsun aleyküm”[13] (size çok düşkündür)ün tecellîsi…

Netice: Adâlet, dâreyn saadetinin anahtarıdır. Vay ondan nasîbi olmayanların hâline…

Ne mutlu ki, zulüm pâyidâr olmuyor. İlâhî adaletin tecellîsi ile bütün zâlimlerin tepe-taklak olmaları yakındır inşaallah.[14]

Tarihte: “Ömerâni kamerâni” olarak geçen, “adalet sembolleri”; Ömer b. el-Hattâb ve Ömer b. Abdülazîz Hazretlerini de “radıyallahu anhumâ” dualarımızla anmak vecîbe-i zimmetimizdir.

 

[1] Bkz. Nahl; 16/90, A’râf; 7/29.

[2] Bkz. Nisâ; 4/3.

[3] Bkz. Nisâ; 4/129.

[4] Bkz. Mâide; 5/8.

[5] Bkz. Nisâ; 4/135.

[6] Bkz. Mâide; 5/42.

[7] Bkz. Mümtehine; 60/8.

[8] Bkz. Bakara; 2/188, Nisâ; 4/135, Mâide; 5/8, Furkân; 25/72, Me’âric; 70/33.

[9] Bkz. Hadîd; 57/25.

[10] Şûrâ; 42/15.

[11] Bkz. Şurâ; 42/15.

[12] Bkz. Ebû Dâvûd, Ekdıye, 2.

[13] Bkz. Tevbe; 9/128.

[14] Bkz. Şu’arâ; 26/227.