İçeriğe geç
Anasayfa » FUKAHÂ-İ SAHABE

FUKAHÂ-İ SAHABE

İslamiyet’te ilme çok önem verildiğinden, Rasulullah aleyhisselâm, ashâb-ı kirâmın tedrisine çok ehemmiyet vermiştir. Bedir Harbi’ndeki esirlerden okuma bilenlerin on Müslümana okuma yazma öğretmesi karşılığında serbest bırakılmaları kararı Peygamber Efendimiz’in bu mevzudaki hassasiyetine işaret etmesi cihetinden mühimdir. İslam’ın hicretten sonra Medine-i Münevvere’de devam eden intişar serüveninde Mescid-i Nebevî’nin kuzey tarafında yoksul sahabîlerin ikamet etmesi maksadıyla inşa edilen mekânın (suffe) ehemmiyeti büyüktür. Zira tedris faaliyetleri Mescid-i Nebevî’den kısa bir müddet sonra tesis edilen bu mekânda icra edilirdi. Bu mekânın sâkinleri ashab-ı suffe diye isimlendirilir. Mescid ve suffenin yanında ev, sokak, çarşı gibi yerler de asr-ı saadette medrese gibidir. Zira Rasûlullah’ın (s.a.v) bulunduğu her mekân yeni bir şeyler öğrenmeye mahal olma potansiyeline sahiptir.

Ashab-ı suffe her daim Peygamber (s.av.) Efendimiz ile vakit geçirmeye azami surette gayret gösterirler, yeni nâzil olan âyet-i kerîmeleri anında ezberler ve zabt ederlerdi. Bu ameliye ile aynı zamanda Peygamberimiz’in sünnetini ve meseleleri hükme bağlama usulünü öğreniyor, esbâb-ı nüzûl, nâsih-mensûh, muhkem-müteşabih gibi bir müçtehidin bilmesi elzem olan meselelerde maharet kesp ediyorlardı. Ashab-ı suffenın tedrisi kitabî olmaktan ziyade şifahi olması hasebiyle bu kimselere “okuyan” anlamında kâri de denirdi.[1] Ashâb-ı kirâm, Rasûlullah (s.a.v) ile geçirdikleri mesai neticesinde Allah Teâlâ ve Rasûlü’nün muradını herkesten daha ziyade anlıyor ve biliyorlardı. Böylece ashâb-ı kirâmdan çokları, Peygamber Efendimiz’in “Allah Teâlâ hakkında hayır murad ettiği kimseyi dinde fakih (derin bir anlayış sahibi) kılar.”[2] hadîs-i şerîfinin sırrına mazhar olan müstesna fakihler oldular.

Ashâb-ı kirâm kendilerinden rivayet edilen fetvaların sayısı bakımından üç sınıfta değerlendirilir: Muksirûn, Mutevessitûn ve Mukillûn.

Muksirûn; kendilerinden en çok fetva rivayet edilen: Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Mesud, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Hz. Aişe ve Zeyd b. Sabit’tir (radiyallâhu anhüm). Bu sahabîlere fukahâ-i seb‘a-yı sahabe[3] de denir.[4]

Mutevessitûn; kendilerinden rivayet edilen fetvalar bir önceki gruba göre daha az olan; Hz. Ebûbekir, Hz. Osman, Ebû Musa el-Eş‘ari, Muaz b. Cebel, Sa‘d b. Ebi Vakkas, Ebû Hureyre, Enes b. Malik, Abdullah b. Amr b. el-As, Selman-ı Farisi, Cabir b. Abdillah, Ebû Said el-Hudrî, Talha, Zübeyr, Abdurrahman b. Avf, İmran b. Husayn, Ebû Bekre, Ubade b. Samit, Muaviye b. Ebi Süfyân, Abdullah b. Zübeyr ve Ümmü Seleme’dir (radiyallâhu anhüm).[5]

Mukillûn; kendilerinden bir veya iki meselede fetva rivayet edilen yüz yirmi sahabe olup,[6] bazıları şunlardır: Ebû’d-Derdâ, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Übeyy b. Ka‘b, Ebû Eyyüb el-Ensârî, Ebû Zer el-Gıfarî, Hz. Hafsa, Hz. Ümmü Habibe, Hz. Cüveyriye, Hz. Safiyye, Ümmü Eymen, Esma bint Ebî Bekr, Hasan b. Ali, Hüseyn b. Ali, Said b. Zeyd, Ammar b. Yasir, Abdullah b. Ebî Bekr, Abdurrahman b. Ebî Bekr, Ukayl b. Ebî Talib, Adiyy b. Hatim, Abdullah b. Selam, Abdullah b. Revaha, Sa‘d b. Muaz, Sa‘d b. Ubade, Hassan b. Sabit, Semüre b. Cündeb, Dıhye b. Halife, Amr b. el-Âs, Halid b. Velid, Hz. Fâtıma, Muğîre b. Şu‘be ve Abbas b. Abdülmuttalib’dir (radiyallâhu anhüm).[7]

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ahirete irtihalinden sonra vahye isnad eden Kitap ve sünnet hitama ermiştir. Peygamberimiz’in hayatta iken icra ettiği fetva verme ve ihtilafları neticelendirme vazifesi ashâb-ı kirâm tarafından yerine getirilmiştir. Ashâb-ı kiramın, meseleleri hükme bağlarken takip ettikleri usûl, talebeleri tarafından da dikkate alınmak suretiyle ileride teşekkül edecek olan mezheplerin görüşlerinin şekillenmesinde mühim rol oynamıştır. Özellikle Hulefâ-i Raşidîn devri tatbikatları bu cihetten ayrı bir ehemmiyete sahiptir.

Hz. Ebûbekir

Mekke-i Mükerreme’de dünyayı teşrif etmiş olup Müslüman olan ilk erkek sahabîdir. Peygamber Efendimiz’in kayınpederidir. Müslüman olmadan evvelki hayatında yardımseverliği ve ahlakının güzelliğinden ötürü kendisine “Atîk” lakabının verildiği rivayet edilir. Rasûlullah Efendimiz’in, “Sen Allah’ın cehennemden azat ettiği kimsesin.”[8] şeklindeki methine mazhar olarak da daha dünyada iken cennetle müjdelenmiş, Efendimiz (s.a.v) ile birlikte cennete girecek olma şerefine erişmiştir.[9] Mi‘rac hadisesinden sonra müşrikler kendisine hitaben; “Arkadaşın, bir gecede Mescid-i Aksa’ya gidip, oradan göklere çıkıp sabah olmadan da tekrar geri Mekke’ye döndüğünü söylüyor. Buna ne diyeceksin bakalım?!” dediklerinde, Peygamberimiz’in, kendisine “Sıddîk” lakabını vermesine sebep olacak ve hakikî imanın ne olduğunu âhir zaman ümmetine öğretecek şu tarihî cevabı verir: “O diyorsa doğrudur.” Hicrette Rasûlullah’ın (s.a.v) yoldaşı olmuş, rahatsızlandığında imamet makamına geçmiş ve İslam’ın ilk halifesi olmuştur. Ashâb-ı kirâmın en fakihlerindendir.

Hz. Ebûbekir Efendimiz’in fıkıhtaki engin derinliğini ortaya koyması bakımından zekât vermekten geri duran kimseler hakkındaki ictihadı mühimdir: Rivayet edildiğine göre zekât vermeyen kimselerle savaşılması meselesinde Hz. Ömer’in, kendisine, “Rasûlullah aleyhisselam, “Ben insanlarla, Allah’tan başka ilah yoktur, deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bu sözü söyleyen Allah’ın hakkına taalluk etmediği sürece malını ve canını benden korur.” buyruğu açıkken nasıl olur da bu sözü söyledikleri halde zekât vermeyen kimselere harp ilan edersin?!” şeklindeki itirazı üzerine: “Allah’a yemin olsun ki namaz ile zekât arasını ayıran kimselere harp ilan edeceğim. Zira zekât malın hakkıdır. Eğer Rasûlullah’a zekât olarak ödediklerinden dişi oğlak dahi olsa ödemekten imtina ederlerse onlara harp ilan ederim.” ifadeleri Hz. Ebûbekir Efendimiz’in içtihatlarına bir misaldir. Zira bu meselede zekât vermekten imtina eden kimseleri zikri geçen rivayetin umumî manasının altına sokmamıştır. Ayrıca mezkûr rivayeti namaz ile tahsis edildiği gibi zekât ile de tahsis etmiştir.[10]

Kurân-ı Kerîm onun zamanında Mushaf haline getirilmiştir. Kendisinden 142 hadîs-i şerîf rivayet edilmiştir.[11] İki senelik hilafetten sonra 63 yaşında hicretin 13. senesinde Medine-i Münevvere’de vefat etti. Naaşı Hz. Peygamber’in yanına defnedildi.

Hz. Ömer

Mekke-i Müekerreme’de dünyayı teşrif etmiş olup İslam’ın kırkıncı Müslümanıdır. Müslümanlar kendisinin İslam’a girmesiyle kuvvet bulmuşlardır. Rasûlullah’ın (s.a.v) kayınpederidir. Cennetle müjdelenen sahabîlerden olup Peygamber Efendimiz’in, “Sizden önceki kavimlerde Allah Teâlâ’nın, kalplerine ilham verdiği kimseler vardı. Eğer benim ümmetimde de böyle kimseler varsa –ki şüphesiz vardır- muhakkak Ömer de onlardandır.”[12] iltifatına mazhar olmuş ve doğruyu yanlıştan ayırt etmedeki maharet ve hassasiyeti sebebiyle kendisine “Fârûk” lakabı verilmiştir. Bu lakabın ne kadar isabetli olduğu, Hz. Aişe’nin, “Ömer’in adı geçince adalet anılmış olur, adalet anılınca Allah Teâlâ zikredilmiş olur, Allah Teâlâ zikredilince de rahmet iner.” ifadeleri ile daha güzel anlaşılmaktadır.

Hz. Ömer, fukahâ-i seb‘a-i sahabenin başında gelmektedir. Yirmiye yakın meselede vahiyle re’yi teyid edilmiş olup, bu manayı ifade eden “muvâfakâtü Ömer” tabiri de onun vahyin ruhunu idrak derinliğini ifade eden bir ıstılah olmuştur.

Hilafeti sırasında Medine-i Münevvere’de, Hz. Ali, Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf (r.a), Muaz b. Cebel (r.a), Übey b. Ka‘b (r.a) ve Zeyd b. Sabit (r.a) gibi ashâb-ı kirâmın fakihlerinden bir istişare ve fetva heyeti bulundururdu.[13] Kitap, sünnet ve icmada hükmü bulunamayan meselelerde Hz. Ali ve Abdullah b. Mes‘ud (r.a) ile birlikte kıyasa sıkça başvuran sahabedendir. Bu hususu muhakeme usulüne dair Ebû Musa el-Eş‘ari’ye (r.a) gönderdiği mektubunda kendisine hitaben sarf ettiği, “Allah’ın Kitabı’nda ve sünnette bulunmayan meselelerde şüpheye düşersen meseleleri benzerlerine kıyas et.” şeklindeki ifadelerinden de anlamak mümkündür.[14]

Halifeliği devrinde İslam devletinin toprakları çok genişlemiştir. 1036 şehir İslam topraklarına katılmış, vilayetlere idarî ve adlî işler için ayrı ayrı görevliler tayin edilmiştir.[15] Devrinde Basra ve Kûfe gibi daha sonra büyük bir ilim merkezi haline gelen yeni şehirler kurulmuştur. Hz. Ömer bu şehirlerden Kûfe’ye Arap kabilelerinin fasih olanlarını iskân etmiş; muallim olarak da, Kûfe’ye göndermek suretiyle Kûfe halkını kendisine tercih ettiğini ifade ettiği Abdullah b. Mes‘ud’u göndermiştir. Onunla birlikte Sa‘d b. Ebî Vakkâs, Huzeyfe, Ammâr, Selmân, Ebû Mûsâ radıyallahü anhum gibi mümtaz sahabîler de Abdullah b. Mes‘ud ile Kûfe’de bulunmakta idiler.[16] Kûfe şehrine dünyanın her tarafından talebeler gelmiş ve Hanefi mezhebinin hukukî zemini bu şehirdeki tedris faaliyetleri ile oluşmuştur. Muhadramundan[17] olan Alkame b. Kays, Abdullah b. Mes‘ud’dan (r.a) çok istifade etmiştir. İbrahim en-Nehaî, Alkame b. Kays’ın talebelerindendir. İmam Azam Ebû Hanife’nin fıkıhta hocalarından olan Hammad b. Süleyman da İbrahim en-Nehaî’nin talebesidir. Böylece İmam Ebû Hanife’nin ilim silsilesi şu şekilde olmaktadır: Rasûlullah (s.a.v) – Abdullah b. Mes‘ud (r.a) – Alkame b. Kays – İbrahim en-Nehaî – Hammad b. Ebi Süleyman.

On sene halifelik yapmış olup 573 hadîs-i şerîf rivayet etmiştir. Hicretin 23. yılında 63 yaşında İranlı bir Mecusî tarafından şehit edilmiştir. Naaşı Rasûlullah’ın (s.a.v) yanına defnedilmiştir.

Hz. Osman

Taif’te dünyayı teşrif etmiş olup ilk Müslümanlardan ve cennetle müjdelenen sahabîlerdendir. Haya timsali, son derece nazik, merhametli ve yüksek ahlak sahibi olmakla temayüz etmiştir. Ailesi Kureyş’in en zengin tüccarlarındandır. Cömertliği sebebiyle Rasûlullah’ın (s.a.v), “Bundan sonra Osman yaptıklarından hesaba çekilmez.”[18] müjdesine nâil olmuştur. Hudeybiye günü Kureyş’e elçi olarak gönderilmiştir. Peygamber Efendimiz’in kızları Rukıyye ve Ümmü Gülsüm ile evlendiği için kendisine “zinnureyn” (iki nur sahibi) denmektedir. Habeşistan’a hicret eden sahabîlerdendir. Hz. Rukiyye’nin rahatsızlığı dolayısıyla Peygamberimiz (s.a.v) tarafından kızının başında bırakıldığı için Bedir Gazvesi’ne iştirak edememiştir. Fakat buna rağmen Peygamber (s.a.v) Efendimiz savaşa katılanlarla birlikte kendisine de ganimetten hisse vermiştir.

Halifeliği devrinde İslam toprakları Batı’da İspanya, Doğu’da Kabil ve Belh’e kadar genişlemiştir. Yine devrinde kurulan donanma ile denizlerde büyük zaferler elde edilmiştir. Kur’an-ı Kerîm onun zamanında çoğaltılarak Mekke, Basra, Kûfe, Şam, Yemen ve Bahreyn’e birer nüsha gönderilmiştir.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in arzusu ile 35.000 dirheme aldığı Rûme kuyusunu Müslümanların hayrına vakfetmesi, Hz. Ebûbekir zamanında 1000 deve yükü kumanyayı Medineli fakirlere dağıtması, Talha b. Ubeydullah’tan (r.a) alacağı 55.000 dirhemi ona hibe etmesi cömertliğinin sınırsızlığını göstermektedir.

Cuma namazında dış ezan okunması; bayramda hutbenin namazdan önce okunması; mescidin içine halife için maksure yapılması onun halifeliği zamanındadır.

Kendisinden 146 hadîs-i şerîf rivayet edilmiş olup hicretin 35. yılında 83 yaşında evini muhasara eden isyancılar tarafından Kur’an-ı Kerîm okurken şehit edilmiştir.

Hz. Ali

Mekke-i Mükerreme’de dünyayı teşrif etmiş olup Peygamber Efendimiz’in damadı ve amcası Ebû Tâlib’in oğludur. Rasûlullah (s.a.v) Mekke-i Mükerreme’de baş gösteren kıtlık nedeniyle kendisini yanına almıştır.  Medine’ye hicrete kadar Peygambermiz’in yanında büyümüştür. İlk iman eden sahabîlerden olup cesareti ile temayüz etmiştir. Ebû Tûrab, Haydar, Murteza, Esedullahi’l-galib (Allah’ın aslanı) gibi isimlerle de anılmış; bütün gazalara iştirak etmiş 586 hadis rivayet etmiştir.

Hz. Ali fukahâ-i seb‘a-i sahabedendir. Çok defa Peygamber Efendimiz’in methine mazhar olmuştur. Peygamber Efendimiz kendisini Yemen’e gönderirken gençliği ve yargı meselelerine vakıf olmadığına dair özür beyan ettiğinde, kararlarının doğru olması için kendisine dua etmiş ve ondan sonra hiçbir meselenin hakikati kendisine kapalı kalmamıştır.[19] Hz. Ali Efendimiz Yemen’deki kadılığı müddetince verdiği hükümlerden bir tanesi şudur: Yemendeki farklı kabilelere mensup bazı kimseler aslan avlamak için kazdıkları çukurun kenarında beklerken birbirlerine takılmak suretiyle artarda çukura düşerler ve aslan onları öldürür. Çukura ilk düşen kişinin kabilesinden diğerlerinin kabileleri diyet isterler. Çukura ilk düşen kişinin kabilesi ise yalnızca kendisine takılarak kuyuya ikinci olarak düşen kimsenin diyetini vereceklerini söylediklerinde aralarındaki tartışma savaşa sebebiyet verecek derecede büyür. Bunun üzerine içlerinden birisi, kendilerine yakın bir muhitte olan Hz. Ali Efendimize gelerek vaziyeti haber verir. Hz. Ali Efendimiz, kendisinin onlar hakkında hüküm vereceğini ve eğer hoşnut olmazlarsa meseleyi Rasûlullah aleyhisselam’a taşıyabileceklerini söyler ve onlar da bu teklifi kabul ederler. Hz. Ali Efendimiz ilk düşene kendisine takılarak üç kişi helak olduğu için 1/4, ikinci düşene kendisine takılarak iki kişi helak olduğu için 1/3, üçüncü düşene kendisine takılarak bir kişi helak olduğu için 1/2, en son düşene ise hiç kimsenin helakine sebebiyet vermediği için tam diyet ödenmesi gerektiğine hükmeder. Hz. Ali Efendimizin hükmüne razı olmayanlar meseleyi Peygamber Efendimiz’e arz etmişler ve O da hükmü uygun görerek cevaz vermiştir.[20] Hz. Ali Efendimizin bu denli bir meselede vermiş olduğu harikulade hüküm, kendisinin muhakeme maharetini ve fıkhî melekesini göstermesi bakımından mühimdir. Fıkıh bilgisi ve hüküm vermedeki kabiliyeti nedeniyledir ki ilk iki halifenin özellikle fıkhî meselelerin çözümünde kendisine müracaat etmişlerdir.[21]

Onun devrinde devlet işleri Kûfe’den yürütülmüştür. Kûfe’deki tedris faaliyetlerine bizzat iştirak etmiştir. Beş buçuk yıllık halifeliği siyasi karışıklıklarla geçmiş, ashâb-ı kirâmı tekfir eden Haricilerle savaşmıştır. 63 yaşında mescidde namaz kılarken şehit edilmiştir.


[1] Mahmud Es‘ad, Tarih-i İlm-i Hukuk, İstanbul: 1331, s. 227.

[2] Buhari: Kitâbü’l-ilm: 3116, 3641, 7312, 7460.

[3] Sahabenin yedi büyük fakihi demektir.

[4] Babanzade Ahmed Naim, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, Evkaf Matbaası, İstanbul: 1928/1346, I, s. 27, Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukukı İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Yayınevi, s. 305.

[5] Babanzade Ahmed Naim, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, I, s. 27.

[6] Babanzade Ahmed Naim, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, I, s. 27.

[7] Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukukı İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Yayınevi, s. 305-306; Ekinci, Ekrem Buğra, İslam Hukuk Tarihi, Arı Sanat Yayınları, İstanbul: 2006, s. 45.

[8] Tirmizi, Menakıb: 16.

[9] Ebû Davud, Sünnet: 4652.

[10] eş-Şirazi, Ebû İshak, Tabakâtü’l-fukaha, Tahkik: İhsan Abbas, Daru’r-raid el-Arabî, Beyrut, s. 37

[11] Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukukı İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Yayınevi, s. 351.

[12] Buhari, Fezâilü ashâbi’n-Nebi: 6.

[13] İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, s. 350.

[14] eş-Şirazi, Ebû İshak, Tabakâtü’l-fukaha, Tahkik: İhsan Abbas, Daru’r-raid el-Arabî, Beyrut, s. 40.

[15] Ekinci, Ekrem Buğra, İslam Hukuk Tarihi, Arı Sanat Yayınları, İstanbul: 2006, s. 48.

[16] el-Kevserî, Muhammed Zahid, Fıkhu ehli’l-ırak ve hadisuhum, Tahkik: Muhammed Sâlim Ebû Âsî’, s. 39.

[17] Hz. Peygamber zamanına yetişip kendisini görme şerefine nail olamayan kimselere denir.

[18] Tirmizi, Menakıb: 19.

[19] eş-Şirazi, Ebû İshak, Tabakâtü’l-Fukaha, Tahkik: İhsan Abbas, Daru’r-raid el-Arabî, Beyrut, s. 42.

[20] Veki‘, Ahbâru’l-kudât, Alemü’l-kütüb: Beyrut t.y., s. 95-97; Aslan avlama maksadı ile açılan çukura zübye denilmesi hasebiyle bu meseleye zübye meselesi de denir. Bu meselede diyeti verecek olan, insanların kuyuya düşmesi anında orada hazır olan diğer insanlardır(Akıle). Zira Hz. Ali efendimiz ölen kimselerin kabilelerinden o anda orada olan kimselerden bir tam diyet, bir tane yarım diyet, bir tane üçte bir ve bir tane de dörtte bir diyet toplamalarını istiyor. Daha sonra bu miktarları yukarıda izah edildiği üzere hak sahiplerine dağıtıyor.

[21] eş-Şirazi, Ebû İshak, Tabakâtü’l-fukaha, Tahkik: İhsan Abbas, Daru’r-raid el-Arabî, Beyrut, s.42.