İçeriğe geç
Anasayfa » GERÇEK TEVBE

GERÇEK TEVBE

Tevbe; lûgatte, dönmek demektir. Şeriatta ise tevbe, şer’an kınanmış olan şeylerden vazgeçip şer’an övülmüş olan şeylere dönüştür.[1]

Tevbenin başı ve sonu vardır: Tevbenin başı, büyük günahlardan, küçük günahlardan sonra mekruhlardan, sonra evlaya muhalefetten, daha sonra güzel zannettiği fikirlerinden, kendisinin zamanın fakir (iyi)lerinden sayıldığı zannından, kendisinin tevbede sâdık olduğu görüşünden, daha sonra da Allah’ın rızası dışında kalbine gelen düşüncelerden tevbe etmektir. Tevbenin nihayeti ise, bir an bile Rabbinin müşahedesinden gafil olunca tevbe etmektir.[2]

Mü’min kişi, günah işleyince, Rahmân olan Allah’ın Kur’ân caddesinden ayrılır, şeytanın caddesine girer ve böylece de şeytanın eline düşer. Şeytan, onun arkadaşı olur ve hatta onun düşünce ve fiillerini kendisine süslü gösterir. O kimse kendisini hidayette zannederse işte bu felaketin ta kendisidir. Şeytanın eline düşen kimse çölde yiyeceği ve içeceği üzerinde bulunan devesini kaybeden adam gibi helâk olmak üzeredir. Eğer o âsi kul Allah’a istiğfâr ve tevbe ederse şeytanın elinden kurtulur, Cenab-ı Hakk’ın mağfiret ve rahmetine kavuşur.

Tevbe İçin Gerekli Olan Üç Temel Şey

  1. Tevbe edeceği şeyi ve kendisinin günahkâr olduğunu; değerini ve konumunu bilmek,
  2. Günahkâr olduğunu idrâk etmek,
  3. Tevbeye azmetmektir.

İlimle idrak çok farklıdır. Hal ise daha farklıdır. İmam Gazâlî bu konuda şöyle der:

“Duvar çatlar, ilimdir; duvar çatlar, idrâk; yıkılır haldir.”

“Tevbe, ileride yaparım sözünü terk etmektir.”

Sehl b. Abdullah (rh.a.)

Tevbenin Hükmü

Eğer terk edilen şey farz ise o farzı işlemeye dönmek de farzdır; eğer işlenen haram ise o haramdan dönmek yani o haramı terk etmek farzdır. Eğer terk edilen vacip ise o vacibi işlemeye dönmek vaciptir; eğer o işlenen günah tahrîmen mekruh ise o işlenen günah tahrîmen mekruhdan dönmek vaciptir. Eğer terk edilen sünnet ise, onu işlemeye dönmek sünnet, işlenen tenzîhen mekruh ise ondan tevbe de sünnettir.

Tevbenin Çeşitleri

  1. Küfürden imana, şirkten tevhîde tevbe etmek: Kişi bununla mü’min olur.
  2. Günahlardan ve şüphelilerden tevbe: Kişi bununla muttakî olur.
  3. Gafletten tevbe: Kişi bununla veli olur.

Tevbe Edenlerin Dereceleri:

  1. Tâib: En alt seviyedir; Allah Teâlâ’nın azabından korkarak günahlardan vazgeçen kimsedir. Bu derece mü’minlerin derecesidir.
  2. Münîb: Orta seviyedir; Allah’tan hayâ ederek günahlardan vazgeçen kimsedir. Bu derece velilerin derecesidir.
  3. Evvâb: En üst seviyedir; Allah’ın celâline ve zâtına ta’zîmen günahlardan vazgeçen kimsedir. Bu derece peygamberlerin derecesidir.

Tevbenin İslâm’daki Yeri

Tevbe, binaya nispetle arsa gibidir. İman, binanın temeli; sâlih ameller direkleri,  duvarları, sıvaları ve boyası; tevbede, imanda ve sâlih amellerde sebat ise tavan gibidir. Bunu şu ayet-i kerimeden çıkarmamız mümkündür:

“Muhakkak ki; Ben, tevbe eden, iman edip sâlih amel işleyen, sonra da hak yolda (tevbede, imanda ve sâlih amellerde) sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.”[3]

 

Tevbenin Kabul Edilmesinin Şartları

  1. O işlediği günahı terk edip dönmek.
  2. Onu yaptığına pişman olmak.
  3. Bir daha günah yapmamaya azmetmek.
  4. Kul hakkı varsa kul hakkından arınmaktır.

Tevbenin Gerçekleşmesi

Her günahın tevbesi kendi cinsindendir:

Namazların tevbesi, kılmadıklarını kılmak; zekâtın tevbesi, vermediklerini vermek; orucun tevbesi, tutmadıklarını tutmak vs. gibi; kul hakkı ise onu o kula vermektir, yani o kulla helalleşmektir. 

Tevbe Etmek Herkes İçindir

“Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.”[4]

Huzurlu Toplum

Günahkârlığını idrak edip tevbe ederek Allah Teâlâ’ya yönelen, günahlardan dönmeye söz verip tevbede azmedip günaha bir daha dönmeyen, Allah Teâlâ’nın affedici, bağışlayıcı olduğunu kabul edip Allah Teâlâ’ya sığınan toplumdur.

İstiğfâr ve Tevbe Ne Demektir?

İstiğfâr, af talebidir, tevbe ise fiilen dönmektir. Bunun delili:

“Rabbinizin mağfiretini isteyin, sonra ona tevbe edin ki; sizi, belli bir süreye kadar güzel bir şekilde faydalandırsın ve her fazilet sahibine kendi lûtfunu versin. Eğer yüz çevirirseniz, Ben sizin için büyük bir günün azabından korkarım.”[5]

Bu âyet-i kerîmenin bize verdiği mesaj:

Mağfiret talebi ve isteği, iman ve salih amel ile olması gerekir. Sadece istekle kalmayıp sonra da tevbeye yönelmek gerekir. Mü’min kişi, kendisini Hak’tan uzaklaştıran günahlara pişman olup tam bir teslimiyet ve samimiyetle Hakk’a yönelmelidir. Çünkü huzur Hak yoldadır. Tekrar huzura dönmek isteyen, Hak yola dönmelidir. Allah’a yaklaşmak ancak iman ve sâlih amellerle gerçekleşir. Ömür ise belli bir süredir. İşte sonsuz ömrü içinde bulunduran bu ömrü, iman ve salih amel ile sürdürmelidir ki; hem bu dünyada hem de âhirette maddî ve manevî nimetlerden faydalanabilsin. Küfür ve şirkte, günahlarda gerçek ve daimi huzur yoktur. Üstelik âhirette ise felaketler vardır.

“Günahları terk etmeden Allah’tan af ve mağfiret istemek, yalancıların istiğfarıdır.”

Fudayl b. Iyaz (rh.a.)

“Bizim istiğfarımız da bir diğer istiğfara muhtaçtır.”

Râbiatü’l-Adeviyye (rh.a.)         

Gerçek Tevbe, Nasuh Tevbe:

“Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki; Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter, Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Çünkü onların nurları, önlerinde ve yanlarında koşar da, ‘Ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü Sen her şeye kâdirsin’ derler.”[6]

Bu tevbe iki manayadır:

  1. a) Dönmemek üzere yapılan tevbedir.

Muâz b. Cebel (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.s)’e, “Ey Allah’ın Rasûlü! Nasûh tevbe nedir?” diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) de buyurdu ki:

“Kulun yapmış olduğu günaha pişmanlık duyup ve Allah’a özrünü arz edip sonra da sütün memeye geri dönmediği gibi o (günaha) dönmemesidir.”[7]

Hz. Ali (r.a)’den şöyle rivayet edilmiştir: “O, bir çöl arabının “Ey Allah’ım senden beni bağışlamanı diliyor ve sana (günahlarımdan dolayı) tevbe ediyorum.”[8] dediğini işitince ona:

“Ey adam! Tevbede dil çabukluğu yalancıların tevbesidir.” demişti. Adam, “O halde tevbe nedir?” deyince de, Hz. Ali (r.a) ona şöyle cevap vermişti: “O tevbenin altı özelliği vardır. Geçmiş günahlara pişmanlık duymak, farzları iade etmek, mazlumun hakkını vermek, düşmanlarla helâlleşmek, bir daha ona dönmemeye azmetmek ve nefsi günah içerisinde büyüttüğün gibi Allah’a itaatte eritmek ve ona günahların tadını tattırdığın gibi, itaatin de acısını tattırmaktır.”[9]

“Tevbe-i nasûhun alâmeti dörttür: Dünyalığın azlığı, nefsin zilleti, Yüce Allah’a taatlerle yaklaşmanın çokluğu, yine de taatlerini az ve noksan görmektir.”

Süfyan b. Uyeyne (rh.a.)

“Kim tevbesinde mustakîm olur, dünya hakkında da zâhid (dünyanın gaye ve engel olmasını terk eder) ise, diğer makamlar ve sâlih ameller kendisinde toplanır.”

Aliyyü’l-Havvâs (k.s.)

  1. b) Zâhiren ve bâtınen yapılan tevbedir.

Zâhiren tevbe, beden organları ile yapılan günahlara tevbedir. Bâtınen tevbe, kalple işlenen günahlara tevbedir. Kalple işlenen günahlar; riya, ucup, kibir, hased, dünya hırsı, açgözlülük, cimrilik vs. gibi.

Bedenle işlenen günahlara tevbe edip de kalple işlenen günahlara tevbe etmeyen kimse, dışı süslü içi pislikle dolu tuvalete benzer.

Nasıl ki üzerinde pislik bulunarak namaza kalkan kimse, Allah’a manen yaklaşamadığı gibi, kalbindeki pisliklerle de Allah’a manen yaklaşması tevbe etmedikçe mümkün olmaz.

Şu âyet-i kerîmede günahın gizlisi de açığı da yasaklanmaktadır:

            “Günahın açığını da, gizlisini de bırakın! Muhakkak ki; günah kazananlar, yaptıklarının cezasını çekecekler.”[10]

Bu ayet-i kermedeki nehiy çok kapsamlıdır: Açıkta ve gizlide işlenen günahları; bedenle işleneni de kalple işlenen imansızlık, hased, kin, kibir, riya, ucup, hırs, cimrilik gibi günahları; haramlığı şüphesiz olan ve şüpheli olan günahları da kapsamına almaktadır.

İstiğfar ve tevbede yegâne örnek Hz. Peygamber (s.a.s)’dir.

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

“Vallahi ben günde yetmiş defadan fazla Allah’tan beni bağışlamasını diler, tevbe ederim.”[11] 

Diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:

“Ey insanlar! Allah’a tevbe edip O’ndan af dileyiniz. Zira ben O’na günde yüz defa tevbe ederim.”[12]

Hz. Rasûlullah Efendimiz (s.a.s), hiç bir günahı olmamasına rağmen günde yetmişten fazla ve yüz kerre istiğfar ve tevbe ederse ya bizim ne kadar istiğfar ve tevbe etmemiz gerekir bir düşünelim.           

Azaptan Kurtulmanın İki Önemli Yolu

İstiğfar ve tevbe ile Hz. Peygamber (s.a.s)’i izleyip örnek almak.

“Hâlbuki sen içlerinde iken Allah, onlara azab verecek değildir. İstiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azab edici değildir.”[13]

İstiğfar, tevbeyi gerektirir. Çünkü istiğfar bir bakıma Allah Teâlâ’dan özür dilemektir. Kim Allah’tan özür dilerse elbette fiilen dönme manasında olan tevbeyi gerçekleştirir.

Hangi evde, iş yerinde, köyde, mahallede veya şehirde yahut da bir ülkede Hz. Peygamber (s.a.s) sünneti izlenip örnek alınıyorsa yani hayatının bütün yönlerinde sünnet yaşanmaya çalışılıyorsa, Hz. Peygamber hükmen orada yaşıyor demektir. Peygamber Efendimiz’in bulunduğu yere ise azap inmez.

Ölmeden Önce Tevbe

Küfür ve şirkten tevbe etmeden ölen kimse, ebedî cehennemlik olur. Günahların günah olduğunu yani haramları işlese bile haram olduğunu kabul eden kimse tevbe etmeden veya edemeden ölse bile Allah diler affeder dilerse azap eder. İşte âyet-i kerîme:

“Allah kendisine şirk/ortak koşulmasını elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, şüphesiz haktan uzak bir sapıklıkla sapmış olur.”[14]

Bu iki âyet-i kerîme, şirk üzere ölmüş olanın af kapsamı dışında olduğunu ifade etmektedir. Eğer şirkten tevbe edip ölmüşse yani iman üzere ölmüşse zaten işlediği en büyük günah olan şirk günahı da af kapsamına girmektedir. Şirkten tevbe edip iman üzere ölmüşse günahlarının, af kapsamına girebileceği belirtilmiştir. Şirkin dışındaki günahlardan ölmeden önce tevbe etmemiş de olsa yine Allah isterse af edebilir. Âyetten anlaşılan mana budur.

Allah Teâlâ’nın affedeceği yani affediciliği kesindir. Fakat belirli bir kişi olarak bizi affedeceği kesin değildir, bizi affetme ihtimali vardır o da imanlı olarak ölmemiz şartıyladır. Allah Teâlâ’nın, affını dilediği kişi biz de olabiliriz. İşte bundan dolayı denilmiştir ki; mü’minde, ölüm öncesine kadar korku galip olmalı, ölüm anında da Allah’ın affını ümit etme galip olmalıdır.

Ayrıca âhirette, mü’min olarak ölenler için, Allah Teâlâ dilerse, bütün günahlar af kapsamındadır. Şüphesiz insan hakları ise, hak sahibinin affı ile ancak af kapsamına alınabilir.

Bütün günahların af kapsamına girdiğine dair delil de şu âyet-i kerîmedir:

“De ki: Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”[15]

Dünyada iken ölmeden; küfürden, şirkten ve günahlardan tevbe eden insan, ümidini kesmemelidir. Zira Allah Teâlâ, dünyada iken küfür ve şirkten tevbe edenin tevbesini de bütün günahlarını da affediyor. Yeter ki kişi tevbeye yönelsin. Bu şu anlama gelmez: Allah nasıl olsa affediyor, ne günah işlersen işle, ne kadar işlersen işle! Hayır! Allah’ın affediciliğinin anlamı bu değildir. Aksine bunun anlamı, önceden ne kadar günah işlemişsen de, haydi hemen tevbe et, Allah Teâlâ bütün günahları affediyor, yeter ki sen tevbe et, ümidini kesme! demektir.

Âyet-i kerimenin bu manada olduğu devamındaki âyetlerin verdiği şu mesajlardan da anlaşılmaktadır:

“Onun için (ümidi kesmeyin de) başınıza azap gelmeden önce (tevbe ile) Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Sonra kurtulamazsınız. Haberiniz olmayarak ansızın başınıza azap gelmeden önce (halis müslüman olun da) Rabbinizden size indirilenin en güzelini (azîmeti) takib (ve tatbik) edin.”[16]

Bu üç âyetten çıkan mana şudur: Önce tevbe, sonra Allah’a yönelerek emirlerini yerine getirmek için teslimiyet göstermek sonra da azîmete yani takvaya yönelmek gerekir.

Bir de şu mana vardır: Sen eğer iman üzere ölürsen, Allah’ın huzuruna dağlar kadar günahlarla varmışsan bile, Allah bütün günahlarını affedebilir, ümidini yitirme!

Allah Teâlâ’dan ümit kesmek; Allah âcizdir bir şey yapamaz, verdiği sözü yerine getirmez, getiremez, Allah’a güvenilmez gibi her biri, Allah’a isnad edilmesi küfür olan şeylerdir.

İşte şu âyet-i kerîme de aynı manayı net olarak ortaya koymuştur:

“Dediler ki: Biz sana gerçeği müjdeliyoruz. Onun için sakın ümit kesenlerden olma! Dedi ki: Rabbinin rahmetinden sapıklardan başka kim ümit kesebilir?”[17]

Demek ki; Allah’ı tanımayan, Allah’a iman etmeyen yani kâfir olan kimse ümit keser. Allah’ı tanımak ancak Allah’ın kendisini Kur’ân’ında ve Rasûlünün hadîslerinde bildirdiği ve tanıttığı gibi tanımakla mümkün olur. İman ise kulun hidayete yönelmesi ve Allah’ın da hidayet etmesi yani imanı kalpte yaratması ile ve kalbini İslâm’a açması ile olur. Allah kimin kalbini İslâm’a açarsa kalbine iman nurunu koyar. İman nuru, âyetlerdeki ve hadislerdeki gerçekleri tasdik nurudur ki; işte o nur ile her şeyi görür ve her şeyi bu iman gerçekleriyle izah eder. Böylece ümitsizliğe düşmez, sebepler biter fakat Allah’ın rahmeti devreye girer, yardım eder, sıkıntılardan kurtarır, affeder. Hem böylece de sebeplerin değil Allah’ın yaratıcı olduğunu ve her şeye kâdir olduğunu ortaya koymuş olur. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin, Ben de duanızı kabul edeyim…”[18]

Allah Teâlâ insanlara açık çek veriyor; çeke ne yazarsan yaz, ne istersen iste, Allah her şeye kâdirdir, yeter ki Allah istesin, ol dedi mi hemen olur. Allah her şeyi biliyor, her şeye gücü yetiyor ve her dediği oluyor. İşte yegâne ve tek olan İlâhımız bu ve işte her şeye gücü yeten Rabbimiz bu!

Kişi daima imtihan edilmektedir; varlıkla da yoklukla da, sağlıkla da hastalıkla da, sıkıntı ile de rahatlık ile de. İmtihan birisinde şükürle diğerinde sabırla kazanılmaktadır.

Mü’min sebeplere müracaat eder, sebepler bitince sebeplerden ümidini keser ama Allah’tan ümidini asla kesmez. Sebeplere müracaat ederken de onlara yaratıcı özelliği vermeden müracaat eder. Zira sebepleri de yaratan Allah Teâlâ’dır.

Her gün ve daima ölüm gelmeden önceye kadar tevbe edilmelidir. İşte bu konularda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ gündüz günah işleyenin tevbesini kabul etmek için geceleyin elini açar. Geceleyin günah işleyenin tevbesini kabul etmek için de gündüzün elini açar. Güneş battığı yerden doğuncaya kadar bu böyle devam edip gider.”[19]

“Güneş batıdan doğmadan önce kim tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder.”[20]

“Bir kul can çekişmeye başlamadığı sürece, Allah Teâlâ onun tevbesini kabul eder.”[21] 

Tevbenin Kabul Edildiğinin Alâmetleri

  1. Kişi nefsinde günah işlemeye meylinin bulunmadığını görür.
  2. Kalbinden günaha karşı ferahın gittiğini görür, adeta her şeyde Allah Teâlâ’yı hazır görür ve Allah’a karşı hayâlı davranır.
  3. Sâlihlerle haşir-neşir olur, kötü huylulardan uzak durur.
  4. Tamahkârlık etmez. Az da olsa meşru kazançla iktifa eder. Az helal onun gözünde çoktur, yaptığı hayır ve sâlih ameller çok da olsa onun gözünde azdır.
  5. Kalbi daima Allah’ın emrettiği şeylerle meşguldür.
  6. Dilini kötü sözden korur
  7. Devamlı tefekkür eder.
  8. Geçmişteki günahlardan dolayı pişmanlık içindedir.
  9. Kalbinden, düşmanlık, kin, hased, buğz çıkmış olur; mü’minlere karşı şefkat ve merhamet bulunur.

Tevbeyi Geciktirmenin Zararı

  1. Tevbe edemeden ölür veya hastalık gelir de tevbe edecek zaman bulamaz.
  2. Günahlar sebebiyle kalbe gelen kir, silinemez hale gelebilir ve zamanla da mühürlenebilir.

 

[1] Abdulvehhab, Şarânî, İbadet ve Zikir Ehline Tavsiyeler, s. 12. Terc. İbrahim Cücük, Zaman Yay.

[2] Abdulvehhab, Şarânî, a,g,e, s. 12.

[3] Tâhâ, 20/82.

[4] Nûr, 24/31.

[5] Hûd, 11/3.

[6] Tahrîm, 66/8.

[7] Suyûtî, Ed-Dürrü’l-Mensûr, VIII, 227.

[8] Kenzü’l-Ummâl, II, 3808.

[9] Yazır, Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, VIII, 165. Azim Dağıtım, Sadeleştiren Heyet.

[10] En’âm, 6/120.

[11] Buhârî, Deavât, 3; Tirmizî, Tefsîru sûre (47) İbni Mâce, Edeb, 57.

[12] Müslim, Zikir, 42; Ebû Dâvûd, Vitir, 26; İbni Mâce, Edeb, 57.

[13] Enfâl, 8/33.

[14] Nisâ, 4/116.

[15] Zümer, 39/53.

[16] Zümer, 39/54-55.

[17] Hicr, 15/55-56.

[18] Mü’min, 40/60.

[19] Müslim, Tevbe, 31.

[20] Müslim, Zikir, 43.

[21] Tirmizî, Deavât, 98; İbni Mâce, Zühd, 30.