عَنْ عَبْدِ اللهِ بْنِ مَسْعُودٍ قَالَ: قَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: لاَ حَسَدَ إِلَّا فِي اثْنَتَيْنِ: رَجُلٌ آتَاهُ اللهُ مَالًا فَسُلِّطَ عَلَى هَلَكَتِهِ فِي الحَقِّ وَرَجُلٌ آتَاهُ اللهُ الْحِكْمَةَ فَهُوَ يَقْضِي بِهَا وَيُعَلِّمُهَا
Abdullah b. Mesud radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Yalnızca iki kişiye gıbta edilir: Allah’ın verdiği malı hak yolunda harcayan ile Allah’ın kendisine verdiği hikmetle hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse.”
AÇIKLAMALAR
1- Hadisin Tahrici
Hadisimiz, Kütüb-i Sitte içerisinde Buhârî[1] ve Müslim’in[2] Sahihleri ile, Tirmizî[3] ve İbn Mâce’nin[4] Sünenlerinde yer almaktadır. Abdullah b. Mesud’un yanında Abdullah b. Ömer, Ebû Hüreyre, Ebû Said el-Hudrî, Abdullah b. Amr, Semure b. Cündüb ve Yezid b. Ahnes radıyallahu anhum tarafından[5] nakledilen bu rivayet sahihtir. Hadisin ifade ettiği manalar aynı ve birbirine yakın olmakla birlikte rivayetler arasında bazı metin farkları bulunmaktadır. Abdullah b. Ömer’in naklinde bahsi geçen iki grup şöyle ifade edilir: “Allah’ın kendisine verdiği Kur’ân ile gece gündüz meşgul olan kişi ile Allah’ın kendisine verdiği malı gece gündüz harcayan kimse.” Ebû Hüreyre’nin rivayeti de şu şekildedir: Biri, Allah’ın kendisine verdiği Kur’ân’ı gece gündüz okur, onu işiten komşusu “keşke ona verilen bana da verilseydi de ben de onun yaptığını yapsaydım (keşke ben de böyle Kur’an okusam) der. Diğeri ise, Allah’ın verdiği malı hak yolunda harcar da onu gören komşusu “keşke ona verilen servet bana da verilseydi, ben de onun gibi harcasaydım” der.
Hadisin bütün tariklerini bir arada değerlendirdiğimizde ifade edilen manaların birbirini tamamladığı görülmektedir.
2- Hadisteki Bazı Kelimelerin Açıklanması
Haset
“Haset” kelimesi, İslam tarihi içerisinde, rivayetler de göz önünde bulundurularak üç şekilde anlaşılmıştır.[6] Birincisi, zahir manasıdır ki, lügat âlimlerinin belirttikleri gibi “bir kimsede bulunan nimetin ondan gitmesini istemektir.”[7] Diğer iki manası da “gıbta ve münâfese” olup birbirine benzeyen, haset kelimesinin mecaz anlamlarıdır. Gıbta, “başkasında olan üstünlüğün, ondan gitmesini temenni etmemek şartıyla kendisinde de olmasını istemektir.”[8] Münâfese ise “başkasının sahip olduğu bir nimetin benzerini elde etmek için çaba gösterme” demektir.[9]
Gıbta ile münâfese arasında şöyle bir incelik vardır: İnsanın temenni etmesi gıbta, elde etmek için çalışması münâfese, olarak tanımlanır. Müfessirlerin belirttiği üzere[10] “Bir de Allah’ın bazınıza diğerinden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin, erkeklere çalışmalarından bir nasip vardır, kadınlara da çalışmalarından bir nasip vardır, çalışın da Allah’tan fazlını isteyin” ayetinde[11] Cenâb-ı Allah, ilk kısımda hakiki anlamdaki hasetten men edip son bölümde de gıbta ve münâfeseyi teşvik etmektedir.[12]
Peki, hadisimizde kastedilen “haset” bu tariflerden hangisidir? Usul açısından, kelamda asıl olan hakiki mana ise ve bir kelimeyi mecaz olarak ele alabilmemiz için bir sebep gerekecekse, haset kelimesi hakiki anlamıyla anlaşılması gerekmez mi?
Öncelikle belirtelim ki; bir hadisin ifade ettiği mananın İslam’ın genel kurallarına aykırı olmaması gerekir. Şayet bir hadisin zahirinden anlaşılan hususlar dinin temel prensiplerine ters ise iki ihtimal söz konusu olur. İlki hadisin senedinde bir kusur vardır. Bu durumda zayıf olduğu için terk edilir. İkinci ihtimal, hadisin senedi sahihtir. Bu halde ise, hadis alınır fakat ifade ettiği zahir mana terk edilir. Rivayet daha farklı anlaşılır ve öyle amel edilir. Üzerinde durduğumuz rivayette ise hadisin senedi sahihtir. Bir başka deyişle hadisimiz muteber kaynaklarda sahih senetlerle nakledilmiştir. Ancak, hadisi zahir manası ile anlamamız mümkün değildir. Çünkü hasedin haram olduğu bilinen bir gerçektir. Haset caiz değil iken, hele hele zikri geçen ve övgüye layık iki sınıf insanı haset etmenin caiz olması düşünülemez. Kısacası kelimeyi mecaz ele alabilmemiz için önemli bir gerekçemiz vardır. O da İslam’ın temel kuralları. Ayrıca hadis şarihlerinden, Nevevî,[13] Aynî,[14] Ali el-Kârî[15] ve İbnü’l-Allân[16] gibi âlimler de hasedi gıbta olarak şerh etmişlerdir.
Öte yandan bazı âlimler hasedi gerçek manasıyla değerlendirip hadise “Haset güzel değildir. Eğer güzel olsaydı ancak iki yerde güzel olurdu”[17] ve “Haset caiz olsaydı iki yerde caiz olurdu”[18] diye anlamlar vermişlerdir. Fakat cumhur, kelimeyi mecaza hamletmişlerdir.
Hikmet
İbnü’l-Esîr, hikmeti “en değerli şeyleri en üstün bilgiyle bilmek”tir diye tarif eder.[19] Gerek Kur’an’da ve gerekse hadislerde muhtelif vesilelerle kullanılan hikmet kelimesi, birbirine yakın olsa da, farklı anlamlar ifade etmektedir. Müfessirler ve şârihler uzun uzun açıklamalarla kelimeyi izah etmişlerdir. Mesela İbnü’l-Cevzî, Bakara Suresindeki “Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir”[20] ayetinin tefsirinde hikmetle alakalı on bir tane görüş olduğunu söyler bunları şöyle ifade eder: Kur’an. Kur’an ilimlerini (nasih-mensuh, muhkem-müteşabih gibi) bilmek. Nübüvvet. Kur’an’ı anlamak. İlim ve fıkıh. Görüşünde isabetli olmak. Dinde vera sahibi olmak. Allah’tan korkmak. Dinde akıl sahibi olmak. Anlayış. İlim ve amel.[21] Kurtubî de, sonuç olarak hikmetin Kur’an veya Sünnet’e delâlet ettiğini belirtir.[22]
Hadislere bakıldığında da Kur’an’daki kullanıma paralel anlamlarda hikmet kavramının işlendiği görülür. Hadisimizdeki hikmeti; Ayni, Kur’an;[23] Kastallânî, Kur’an ve ilim;[24] Ali el-Kârî, dini ilimler;[25] İbnü’l-Allân da faydalı ilim[26] olarak şerh eder. Yirminci yüzyıl âlimlerinden Enver Şah el-Keşmiri de, hadisi açıklarken hikmet hakkında yirmi dört civarında görüş olduğunu söyledikten sonra kendisi bu kelimeyi “Allah’tan korkan zâhid kimselerin kalplerine ilham edilen ve insanlara faydası olan sözlerdir” diye açıklar.[27]
Neticede hikmetin, Kur’an ve sünnet bağlamında sahibine ve insanlara faydası olan ilim olduğu söylenebilir.
3-Hadisin Açıklanması
Hadis-i Şerif, Allah’ın verdiği imkânları/malı/serveti yine Allah yolunda harcayan ile Allah’ın bahşettiği ilmin mucibince hareket edenlerin imrenilmeye değer kimseler olduklarını ifade eder.
Allah’ın bir kimseye lütfettiği nimeti imrenmek caizdir. “Keşke benim de şöyle bir arabam olsa yahut benim de böyle bir evim olsa” diye temenni etmenin mahsuru yoktur. Yeter ki temenniler meşru olsun.
Fakat, Allah’ın rızasını hayatlarında önceleyen insanların arzu ve istekleri farklı olmalıdır. Caiz olsa da alelade istekler gönül ehli insanı meşgul etmemelidir. İbadet ve taatiyle Allah’ın rızasını hedefleyen bireylerin temennileri de uhrevi olmalıdır. Hadisimiz bize bu mesajı vermektedir. Ve adeta şunu söylemektedir: Siz şu iki insan gibi olmayı isteyin. Keşkeleriniz, onlar gibi olamadığınız için olsun. Evi, arabası, arsası olanları değil, elindekilerle dine hizmet edenleri imrenin. Kur’an’ı ezberlemiş, güzel okumaya gayret eden ve ahir zamanın fitnelerini aşıp Kur’anî bir hayat yaşamaya çalışanlar gibi olmayı isteyin. İlim taliplerini, bildiklerini tatbik edenleri, ilim öğreten muallimleri ve ilmi ile hak üzere hüküm verenleri gündeminize alın. Onları sevin. Onlar gibi değilseniz üzülün. Keşke böyle olabilseydik deyin.
Diğer taraftan servete sahip olan insanlar bilmeliler ki, takdire şayan olan bulundukları durum değil, yaptıkları işleridir. Ellerinde olanları Allah yoluna sarf ettiklerinde imrenilmeye değer insan olurlar. İlim sahipleri ilimleri ile amel edip insanlara öğretmeye gayret edince takdire layık olurlar. Aksi halde ilimleri faydasız ise işgal ettikleri mevki ne olursa olsun örnek alınacak kimseler olmazlar.
Sözlerimizi tamamlarken, rabbimizden imrenilecek insanlara karşı kalbimizde gıbta duygularını uyandırmasını, hasetten muhafaza buyurmasını ve bizleri de imrenilecek insanlardan eylemesini temenni ederiz.
[1] Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Fezâilu’l-Kur’an 20, Ahkâm 3, Temennî 5, İtisâm 13, Tevhîd 45.
[2] Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn 266, 267, 268.
[3] TirmizÎ, Birr ve Sıla 24.
[4] İbn Mâce, Zühd 22, 23.
[5] İsmi geçen sahabilerden, Abdullah b. Mesud, Abdullah b. Ömer ve Ebû Hüreyre’nin rivayetleri Kütüb-i Sitte’de, Ebû Said el-Hudrî, Abdullah b. Amr, Semure b. Cündüb ve Yezid b. Ahnes’in rivayetleri de Kütüb-i Sitte dışındaki kaynaklarda yer almaktadır. İlgili rivayetler için bkz. Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, II, 256.
[6] Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s.382.
[7] Örnek olarak bkz. İbnü’l-Esîr el-Cezerî, en-Nihâye fî garîbi’l-hadis, I,383.
[8] İbnü’l-Esîr, a.yer.
[9] İbnü’l-Esîr, a.g.e, V,95.
[10] Örnek olarak bkz: Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân, V,163.
[11] Nisa, 4/32.
[12] Bu nokrada hesedi zemmeden ve gıbta ile münâfeseyi teşvik eden daha başka ayetler vardır. Fakat yazımızın amacını aşacağından misal olması için bir ayetle yetiniyoruz.
[13] Nevevi, el-Minhâc, VI,97.
[14] Ayni, Umdetü’l-kârî, III,22.
[15] Ali el-Kâri, Mirkât, I,284.
[16] İbnü’l-Allân, Delilü’l-fâlihin,VII,171.
[17] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, IX,73.
[18] Ali el-Kâri, a.g.e, I,284.
[19] İbnü’l-Esîr, a.g.e, I,419.
[20] Bakara, 2/269.
[21] İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, I,242.
[22] Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân, III,330.
[23] Ayni, a.g.e, III,25.
[24] Kastallâni, İrşâdu’s-sâri, I,172.
[25] Ali el-Kâri, a.g.e, I,285.
[26] İbnü’l-Allân, a.g.e, VII,171.
[27] Keşmiri, Feyzu’l-bâri, I,255.