İçeriğe geç
Anasayfa » Gül Gülistanda Yetişir

Gül Gülistanda Yetişir

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَبِهِ التَّوْفِيقُ وَهُوَ الْمُسْتَعَانُ وَبِهِ الثِّقَةُ وَعَلَيْهِ التُكْلاَنُ اَلْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِ الْعَالَمِينَ وعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمعِينَ

Çağının Çocuğu İnsan

Âlemler, “âlem-i emr” ve “âlem-i halk” olarak ikiye ayrılır. İlahî irade, âlem-i emrde vasıtasız ve cümleten, yaşadığımız âlem-i halkta ise vasıtalı ve dereceli işler. Hikmeti gereği Rabbimiz, ilk iki gün yeryüzünü, izleyen iki gün içindekileri, iki günde gökleri yaratıktan sonra en son insanı yaratmıştır. Rasûlullah ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm buyurur ki: “Allah, arzı cumartesi günü yarattı. Ondaki dağları pazar günü yarattı, ağaçları pazartesi günü yarattı. Mekruhları salı günü yarattı. Nuru çarşamba günü yarattı ve onda hayvanları perşembe günü yaydı. Âdem ‘aleyhi’s-selâmı cuma günü ikindi vaktinden sonra, ikindi ile gece arasındaki gündüz vaktinin en son saatinde en son mahlûk olarak yarattı” (Hz. Ebu Hüreyre’den Müslim, Sıfatu’l-Kıyame 27, (2789).

Dikkatle bakıldığında ilahî hikmeti gereği Rabbimizin kâinatın yaratılışında mantıkî, tedricî bir süreç izlediği görülür. Arz, dağlar, ağaçlar, zulmet, nur ve hayvanlardan sonra en son insan yaratılmıştır ki bu, kâinatı yaratmaktan maksadın, “zübde-i ‘âlem” denen insan olduğunu gösterir. Ancak bunun daha derin bir anlamı vardır. İnsanın yaratılış sürecinin zirvesi, ‘âlemin zübdesi, ilahî meyvenin usaresi olması, aynı zamanda onun mahsûlü olması demektir. Yani insan bir boşluktan var olan değil, varlık şartlarına bağlı bir mahlûktur.

Öncelikle her insan, çağının çocuğudur. Burada çağdan kasıt, zaman, devir değildir. İngilizce’de dünya anlamında kullanılan world kelimesi, aslında çağ (el-’ahd) anlamına gelir. Varlığın âlî boyutu mekândır; zaman, mekânın hareketine bağlı olarak ortaya çıkan varlığın tâlî boyutudur. Buna göre çağ, mekân ile zamanın bileşkesi, zamanın belli bir mekânda yansıması veya “kolektif beşerî mekânî tecrübenin tezahür ettiği belli bir zaman kesiti”dir. Her insan çağının çocuğudur, çünkü her insan belli bir mekân ve zamanda dünyaya gelerek yetişmiştir. Örneğin Gazâlî’yi, Sirhindî’yi, Abdülhamid’i, Gümüşhânevî’yi kendileri yapan, o kadar büyük bir misyon üstlenmeye zorlayan, yaşadıkları çağların şartlarıdır. Allah dağına göre kar, çağına göre âlim verir.

İnsan karakteri üzerindeki varlık şartlarının tahlilinde “çağ”dan sonra ondan daha özel “çevre” kavramının önemini fark ederiz. Çağa “zamanın belli bir mekânda yansıması” dedik. Çevre (milieu, bîe) ise insanın yaşadığı umumî ortamı, onu kuşatan maddî ve manevî şartların toplamını ifade eder. Maddî çevre başlıca coğrafya ve iklim unsurlarından oluşur. İbni Haldun ve Montesquieu gibi âlimlerin de dikkat çektiği üzere, coğrafi çevre ve iklim faktörlerinin insan topluluklarının karakterleri ve davranış tarzları üzerinde büyük etkileri vardır. Değişik yörelerin insanlarıyla ilgili kamusal imajlarda bu hakikat somut olarak görülür. Her yerde olduğu gibi Türkiye’de değil sadece şehirler, neredeyse köylere kadar yörelerle insanlarının karakterleri arasında kurulan bağlantıları, belli bir yörenin insanları hakkında peşin hüküm veya stereotipi denebilecek genellemelerdeki isabet derecesini herkes yaşadıkça test eder. Halk, bir taraftan “Her yerden iyi de kötü de çıkar” genel hükmünü dile getirirken, başına bir olay gelince de “Ya, gerçekten doğruymuş, buradan adam çıkmazmış” diye o yörenin insanlarıyla ilgili kolektif kanaat veya imajın doğruluğunu hayretle teslim eder.

Maddî çevrenin insanların karakter ve davranış tarzları üzerindeki etkilerini empirik olarak müşahede ve tespit etmek nisbeten daha kolaydır. Ancak asıl zor olan, çevrenin bu maddî boyutunda temellenen manevî boyutunun etkisini tespittir. Modern psikoloji, çevrenin insan üzerindeki etkisinin henüz ancak bilişsel boyutunu keşf edebilmiş durumdadır. Vahşi kapitalizmin “homo economicus” denen insan tipi, daima çıkarlarına göre hareket eden ideal bir “akıllı insan” (rational man) tasavvuruna dayanır. Bu bakımdan denebilir ki modern psikolojinin insanı tanıma çabasının arkasında bu kapitalistik saik vardır. Ancak “akıllı insan” görüşünün sarsılmasıyla birlikte gene ekonomik psikoloji tarafından “bağımlı akliyet” (bounded rationality) kavramı geliştirilmiştir. Bu görüşte, evrensel bir insan aklına karşılık zaman ve mekân gibi ontik çevresel faktörler tarafından etkilenen bir insan aklı kabul edilir.

Bu keşif de ezelî bir hakikatin adının koyulmasından ibarettir. Örneğin İmam-ı Şâfîî’nin h. 200’de Mısır’a gidinceye kadarki mezhebine “kadîm”, sonrakine “cedîd” denmiştir. Şâfîî hazretleri, cedîd dönemini yaşadığı Mısır’da eserlerinin çoğunu yazdığı gibi, er-Risâle başta olmak üzere bazı eserlerini yeniden yazmıştır. Onun Mısır’da geçirdiği bu ciddî içtihat değişikliğinde, “reycilik” denen Hanefî Irak ekolüne karşı savunduğu Hicaz ekolünü temsil eden Medine’deki hocası Mâlik’in etkisinden çıkarak bağımsız, tarafsız ve eleştirel düşünmeye geçişi kadar, Mısır’ın örflerini itibara alması da rol oynamıştır (Aybakan 2007).

Çevrenin Çocuğu İnsan

İnsanın Kartezyen-Newtonyen bir makine olarak görüldüğü modern tıpta beyin, düşünme gibi bilişsel işlevlerin merkezi olarak alınmıştı. Hâlbuki kalp, insanın bütün bilişsel ve duygusal işlevlerinin merkezidir. Kur’ân-ı Kerim’de kalbin “fıkh, akl etme” işlevlerinden söz edilmesinden anlaşılabileceği gibi: “And olsun ki biz cin ve insden birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, bunlarla fıkh etmezler; gözleri vardır, bunlarla görmezler; kulakları vardır, bunlarla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler, hatta daha sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir” (A’râf, 7/179). “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, o sebeple akl edip anlayacak kalpleri, işitecek kulakları olsun. Doğrusu (yalnız) gözler kör olmaz; göğüslerde olan kalpler de kör olur” (Hacc, 22/46). Kur’ân-ı Kerim’in bildirmesinden asırlar sonra modern bilimce bu hakikatin yeni anlaşılması ve beyin ile kalbi konu alan nöroloji ile kardiyoloji gibi konvansiyonel disiplinlerin yetersiz kaldığının görülmesi üzerine bugün beyin ile kalbin etkileşimini konu alan nöro-kardiyoloji gibi yeni melez disiplinler ortaya çıktı.

Çevrenin insan üzerindeki etkisi, modern psikolojinin “bağımlı akliyet” kavramıyla keşf ettiği bilişsel boyutun ötesindedir. Maddî ve manevî çevre arasındaki farka örnek olarak gıdayı verebiliriz. Gıda, dışarıdan alındığı için insanın kalbini ve bedenini etkileyen en temel çevresel faktörlerden biridir. Kur’ân-ı Kerim’in tabiriyle, insanın kalbini ve bedenini etkileyen manevî çevresinin kalitesi, gıdanın “helal” (helal lokma), maddî çevresinin kalitesi ise gıdanın “tayyip” (temiz lokma), örneğin hormonsuz, tabiî olmasına bağlıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’deki gıdanın niteliğinin önem sırası bu şekildedir: “Allah’ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yiyin; imân ettiğiniz Allah’tan korkup (haddi aşmaktan ve haram yemekten) sakının” (Mâide, 5/88).

Nakşibendîliğin kurucusu Bahaeddin Nakşibendî kuddise sirruhû hazretlerinin ikinci halifesi Muhammed Pârisâ kuddise sirruhû hazretlerinden aktarılan bir kıssa, manevî çevrenin kalp ve düşünce üzerindeki etkisine çarpıcı bir örnek olarak verilebilir. Rivayete göre bir gün Buhara’da iki âlim bir mesele hakkında ihtilafa düşerek bir türlü anlaşamazlar. Sonunda hem zahir, hem batın ilmine sahip zü’l-cenâhayn (çift kanatlı) bir âlim olarak çözebileceği düşüncesiyle Muhammed Pârisâ kuddise sirruhû hazretlerine giderek durumu arz ederler. Pârisâ hazretleri, problemi dinlemeden önce onlara medreselerinde bir hafta kalmalarını teklif eder.

Medresede kaldıkları beşinci veya altıncı günün sonunda iki âlimden hatalı olanı görüşündeki hatasını anlar ve diğerine yanılmasının sebeplerini açıklayarak artık problemi Pârisâ hazretlerine sormaya gerek kalmadığını söyler. Fakat onun niçin problemi dinlemeden önce kendilerinden medreselerinde bir hafta kalmalarını istediğini merak ederler ve meraklarını gidermek için tekrar Pârisâ hazretlerinin huzuruna çıkarlar. Hatasını fark eden âlim Pârisâ hazretlerine durumu anlatır ve problemi müzakereden önce niçin medreselerinde kalma teklifinde bulunduğunu sorar. Pârisâ hazretleri, bu teklifin iki sebebi olduğunu söyler. Birincisi, onlar medresede helal lokma yiyecek, ikincisi, bulundukları ortamın manevî havasını teneffüs edecek ve bu manevî inkişafla hatalı görüşte olan kendiliğinden yanıldığının farkına varacaktı.

İnsan zekâsıyla ilgili yaygın anlayış, “irsî/kesbî, genetik/çevresel” gibi temel ayırımlara dayanır. Modern psikoloji, dayandığı Kartezyen rasyonalizm paradigmasının etkisiyle uzun süre statik ve evrensel bir insan ve zekâsı anlayışını benimsemiştir. Bu anlayışın tâ temelinde deizmin olduğu söylenebilir. Ulûhiyetin rubûbiyeti bastırdığı bu anlayış, hâşâ “Halk onun, ama Emir onun değil” demektir; buna göre hâşâ Rabbimiz Allah, yarattıktan sonra kâinatı saat gibi mükemmelen işleyecek şekilde kendi haline bırakmıştır. Hâlbuki âyetlerde “Ol dedi, oluyor” dendiği üzere, insan dâhil âlemler sürekli oluş, her an yaratılış halindedir. Bunu gösteren araştırmalarla modern psikoloji ve tıbbın statik ve evrensel insan görüşü sarsılmıştır.

Psikologların yaptığı araştırmalara göre zekâ seviyesinin yüzde 75’i genetik, kalan yüzde 25’lik kısmı da çevresel faktörler tarafından belirlenmektedir. Burada hemen “bilişsel/duygusal zekâ” ayırımı akla gelir. İnsan karakterini şekillendiren zekânın bilişsel ve duygusal boyutlarının ilişkisi açısından bakıldığında bu oranın değiştiği, hatta tersine döndüğü bile söylenebilir. İmam- A’zam Ebu Hanife rahmetullâhi ‘aleyhten bir rivayet, bu konuda fikir vermeye yeter. Rivayete göre Ebu Hanife rahmetullâhi ‘aleyh, bir gün Ebu Yusuf’a “Sen bize geldiğinde zeki değildin, devamlılık, seni bu halden çıkardı (zeki kıldı)” buyurmuştur. Burada Ebu Yusuf rahmetullâhi ‘aleyhin başarısının sırrının iki şeyde yattığı söylenebilir. Birincisi, içtihat, yani sıkı çalışma, ikincisi, musahabe, yani salihlerle birlikte, nezih bir ortamda bulunmaktır.

Yuvanın Çocuğu İnsan

İnsanın yetişmesi süreci eğitim ile öğretim olarak ikiye ayrılır. Meşhur “Vali olmuşsun ama adam olamamışsın” hikâyesine göre eğitimi adam olma, öğretimi de vali olma süreci olarak tanımlayabiliriz. Hz. Ömer radıyallâhü ‘anh, “Edep, ilimden önce gelir” buyurduğu gibi, eğitim öğretimden önce gelir; zira öğretimin edebi de eğitimle kazanılır. Eğitimin gayesi insanın ahlakî, öğretimin gayesi de entelektüel ve profesyonel yetişmesi, kemale erişmesidir. “Vali olmuşsun ama adam olamamışsın” sözünün belirttiği gibi, eğitimin öğretimi tamamlamasıyla ancak insan tam kemale ulaşabilir. İnsanın yetişmesi sürecinin bu iki boyutu, eğitim psikolojisi tarafından incelenen insanın psikolojik yapısına dayanır. Duygusal ile bilişsel zekâyı eğitim ile öğretimin vesilesi, musâhabe ile içtihadı da usûlü olarak düşünebiliriz.

Burada insanın insan olarak kendini gerçekleştirmesindeki öneminden dolayı eğitimin süresi ve ortamı birincil önemi taşır. Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, ümmetine “Beşikten mezara kadar ilim talebi” tavsiyesinde bulunur. Bir Türk atasözü de “Oldum demek öldüm demektir” der. Yani insanın eğitimi, ilk nefesinden son nefesine kadar devam eden kesintisiz bir süreçtir. Bir Yahudi atasözü, “Çocuğun eğitimi, doğumdan önce başlar” der (Lau 2007: 755). Dahası, “Çocuğun eğitimi, doğumdan yirmi yıl önce başlar” sözü, eğitimin süresiyle birlikte ortamının önemini çarpıcı olarak ifade eder (Castillo-Speed 1995: 247). Burada zannediyorum yirmi yıl, ortalama analık yaşı olarak alındığına göre çocuğun eğitiminin doğumdan yirmi yıl önce başlamasından kasıt, ana rahmine düştüğü andan itibaren çocuğunu maddeten ve mânen ideal bir şekilde yetiştirmek üzere bir ana adayının doğumundan itibaren kendini ideal olarak yetiştirmesinin, bakmasının önemidir.

Öğretimin usûlü dediğimiz içtihadı, azimli çalışmayı, dersi bir insan kendi kendine de yapabilir, birçok şeyi öğrenebilir. Ancak eğitim, müsbet bir beraberlik ve etkileşim ortamına bağlıdır. Eğitimin usûlü dediğimiz musâhabe, çağdaş Türkçe sözlüklerde genelde “sohbet”in anlamına bağlı olarak “söyleşme” diye tanımlanır. Hâlbuki bu, onun aslî değil, arızî anlamıdır. “İs yanına var is koksun, mis yanına var mis koksun” atasözünün ifade ettiği gibi, “sohbet”in asıl anlamı, söyleşmek değil, “yanına varmak, yanında durmak”tır. Nitekim merhûm Muallim Nâcî (1308: 785), Lügat-ı Nâcî adlı sözlüğünde musâhabeyi “Birbiriyle sohbet etmek, hemdem olmak” şeklinde tanımlar. “Hemdem olmak”, birlikte olmaktır. İnsan, bedeninin içindeki yolculuğundan itibaren en yakın anasıyla birlikte, hatta 6 aylık yaşına kadar yekvücut olur. İnsanın en yakını, ilk muallimi anasıdır. “Ana dili” deyiminin belirttiği gibi, öğrenmenin dilini ve dolayısıyla ilmin özünü anasından alır. Bu bakımdan Seyyidü’l-Kevneyn ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmı tavsif eden Arapça “ümm=ana” kelimesinin nisbesi “ümmî”, “okuma-yazma bilmeyen değil”, “yazma bilmeyen, fıtrî okumayı anasından öğrenen” demektir.

Ana kucağından indikten sonra insanın “bağda, bataklıkta ve bağ-cede” olmak üzere üç tür ortamda yetişme ihtimalinden söz edebiliriz. İnsanın “bağda” yetişmesinden kasıt, “hudayî-nâbit” denen kendiliğinden yetişmedir. Dünya, Âdem ‘aleyhi’s-selâm zamanında olduğu gibi “bağ” idi. Daha sonra o ve çocukları, bağı sürerek (culture, hars) meydana getirdikleri bahçe ve tarlalarda bitkiler yetiştirmişlerdir. Bu bakımdan bitkiler (ağaç, çiçek, meyve), ikiye ayrılır: 1- Yabanî-hudayî-nâbit bitkiler, 2- Kültür bitkileri (yetiştirilen). İşte bağda insanların dikmesi ve aşılaması olmaksızın tamamen Allah’ın inayetiyle yetişen bitkilere “yabanî-hudayî-nâbit”, ziraat dilinde “yoz, kültürsüz” bitkiler denir.

Bu bağlamda Mehmed Vehbi Efendi (1968: 5-6/2110), “Bedevî Araplar, küfürce ve nifakça daha şiddetlidirler, bununla beraber Allah’ın Resulüne indirdiği ahkâmın hududunu bilmemeye daha lâyıktırlar, Allah alîmdir, hakîmdir” (Tevbe, 9/97) âyetinin tefsirinde şöyle der: “A’rab’ın beldeleri gayet sıcak ve tabiatları kibir ve fahırla dolu olup huda-yı nabit gibi keyfemâyeşâ meydana geldiklerinden bir mürebbinin terbiyesi altında bulunamadıkları cihetle ahlâk-ı fasidenin son derecesine malik olduklarından küfür ve nifakları ehl-i karye ve medinenin fevkinde olduğunu Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. Çünkü; hudayı nabit meyvalar ve otlarla bahçelerde meydana gelen ve terbiye altında bulunanlar beyninde elbette fark vardır. Terbiye sıfatının her şeyde medhali olduğundan Cenab-ı Hak Kur’an’ın birinci sûresinde zât-ı ülûhiyetinin âlemlerin Rabbisi olduğunu ve âlemin her cüz’ünün terbiye-i ilâhiyeden müstefid bulunduğunu beyan buyurmuş ve bu cihete dair tafsilât Sûre-i Fatiha’da geçmiştir.”

İnsanın ikinci yetişme ortamı bataklık olabilir. Normalde bataklıkta zakkum, gülistanda gül biter; tersine bataklıkta gül, gülistanda zakkum bitmez, ama takdir-i ilahî es-kaza bataklıkta gül de yetişebilir. Ancak Mevlânâ kuddise sirruhû hazretleri, “Bataklıkta yetişen gül bile olsa yakana takma.” der. Malum, çocuklarımıza “gülüm” deriz; onlar, gülistan hükmündeki evlerimizde yetişen güllerdir. “Nezih insan” anlamında kullanılan gül, gülistanda yetişir.

Modern sanayi toplumuna kadarki geleneksel aileler ve toplumlar ağırlıklı olarak ilmi şifahî, sem’î yoldan alan ümmî topluluklardı. Bu yüzden tarihe geçmiş her âlimin ilim ehli, entelektüel bir aileden yetişmiş olması elbette beklenemez. Asl olan, insanın “Asil azmaz, bal kokmaz” atasözünün belirttiği üzere, helal lokma şuuruyla yetişegelmiş salih bir aileden gelmesidir. Gerçekten tarihte geçmiş büyük zatların hayatlarına bakıldığında analarının abdestsiz yere ayağını basmayan, istisnaî saliha hanımlar, keza babalarının da helal kazanç kaygısıyla yaşayan salih adamlar olduğu görülür.

İnsanın ontik (varoluşsal) olarak temel ihtiyacı, iman ve emanet ile aynı kökten gelen emniyettir ve emniyet hissini belirleyen de aile çevresidir. İnsanın tam emniyet içinde olduğu ideal çevresi cennetti; o, ilahî hikmet ve imtihan gereği cennetten dünyaya düşünce bunu ana kucağıyla telafi etti; “Ana kucağı, cennet bucağı” sözünün belirttiği gibi. Ana kucağı, baba ocağıyla çevrelenir; baba ocağının emniyetiyle ana kucağının sıcaklığı korunur. İnsanın ana kucağı ve baba ocağında edineceği emniyet hissi, onu hayatın çetin seyrine, emniyetsiz ortamlarına karşı hazırlıklı ve dirençli kılar.

“İs yanına var is koksun, mis yanına var mis koksun” atasözü, bir insanın yetişmesi sürecinde ilişki kurduğu çevrelerin ahlakî niteliğinin önemini anlatır. Eğitimin aslı lisân-ı hâl ile örnek almak, örnek olmaktır. Tasavvufta “Haller sirayet edicidir, bulaşıcıdır” denir. Esneyen bir insanın yanında durana da esneme gelir. O yüzden bir insandaki kötü bir âdet, farkında olmadan onunla görüşenlere de geçer.

Sadıklarla Beraber Olmak

“İs yanına var is koksun, mis yanına var mis koksun” atasözünü tamamlayan “Akılsız dosttan akıllı düşman yeğdir” atasözünün belirttiği üzere insan, ahlakî tekâmül süreciyle ilmî ve fikrî tekâmül sürecini bütünleştirdiğinde ancak tam kemale ulaşabilir. “Akılsız dosttan akıllı düşman yeğdir” atasözü, insanın entelektüel tekâmülü için seviyeli ve akıllı kişilerle münasebetinin önemine dikkat çeker. Gerçekten insan ilmen ve fikren kendisinden ileride, bir şeyler öğreneceği seviyeli kişiler, arkadaşlarla görüştükçe ufku genişler, entelektüel mesafe alır. Bu yüzden akıllı bir insana en büyük ceza, cahillerle muhatap kılınmaktır. Çünkü denir ki, “Cahile cahilliğini anlatmak için de ilim gerekir.”

Bu konuda güzel bir hikâyeyi anlatmak yerinde olacaktır. Bir gün padişahın biri devrinin meşhûr bir tarihçisini davet ederek kendisini medh eden bir tarih yazmasını ister. Ancak şöhretinin etkisiyle aynı zamanda gururlu olan tarihçimiz, “İyi de devletlüm, sizin medhe değer bir tarafınız yok ki” diye cevap verir. Padişah, “Tiz, Rabbine kavuşturun!” dese, tarih hiç yazılmayacak. “Bu mel’ûnu zindana atın ve istediğim tarihi yazmayı kabul edene kadar bütün işkenceleri deneyin” diye ferman eder. Tarihçiyi zindana atarlar ve tedricen üzerinde bütün işkenceleri denerler ama nafile, ne yapsalar onu padişahın istediği tarihi yazmaya iknâ edemezler. Bu noktada padişahın akıllı veziri devreye girer. Padişaha, “Sultanım merak buyurmayın, ben onu iknânın yolunu biliyorum, bu işi kulunuza havale buyurun” deyince padişah da, “Ne durursun vezirim” buyurur. Akıllı vezir, “Memleketin en cahilini bulup saraya getirene on kese altın verilecektir” diye bütün ülkeye duyuru yaptırır. İlanı duyan herkes cahil avına çıkar. Akıllı vezir, gelenlerin içinden en cahilini seçerek tarihçinin kaldığı zindana atar. Cahil, tarihçiye uzun uzun baktıktan sonra:

– Burası, neresi? diye sorar.
– Sarayın zindanı, der tarihçi.
– Saray ne demek?
– Padişahın oturduğu yer.
– Padişah kim ki?
– Devletin başındaki adam.
– Devlet ne demek?
– Milletin teşkilatlanmış hali.
– Millet kim?
– …

Tarihçi dayanamaz, vezire haber göndererek, “Ne olur, beni buradan çıkarın, istediğiniz tarihi yazacağım” diye teslim olur.

İlim ve fikir adamlarının yetişmesinde ailelerinin nezaheti kadar kültürünün de rolü vardır. “Armut dibine düşer” atasözünün belirttiği gibi, entelektüel, okumuş babaların, ailelerin çocukları da genelde onların izini takip ederler. Gerçekten bazı ailelere bakılınca neredeyse bütün çocukların, ebeveynlerinin izinde, akademik veya gayr-i akademik, iyi yetişmiş insanlar olduğu görülür. Nitekim bilimin bulgularına göre insanın potansiyel hastalıklarından ortalama ömrüne, zekâsından iştahına hemen hemen her şey genetiktir. Tabiî bu genetik miras, çok uzun bir süreçte oluştuğundan hepimiz elimizden geldiğince bir sonraki nesle daha kaliteli bir genetik miras bırakmaya, her anlamda bedenî-insanî kaliteyi arttırmaya çalışmalıyız.

Geleneksel dünyada ilim şifahî, sem’î yoldan alındığı için ailelerin ağırlıklı olarak ümmî olduğunu söyledik. Ancak bugün evlerde Muhammediye’lerin, Envâru’l-Âşikîn’ların, Battalname’lerin, Bostan ve Gülistan’ların okunduğu, İslâmî ilimlerin câmilerde halka açık okutulduğu o ortam kalmadığı için ümmî bile olsa her ailenin çocuklarına okuma alışkanlığını kazandırmayı hedef edinmesi şarttır. “Bende okuma alışkanlığı yok ki çocuğuma kazandırayım” diye kaderinize küsmeyin. Çocuk eğitiminin doğumdan önce başladığı hakikati uyarınca, uzmanlar, çocuğa kitap okumaya hamilelik döneminde başlanmalı diyorlar. Çünkü anne kitap okuduğunda çocuğun beyni daha aktif, bu aktivite de bazı proteinlerin uyarılarak üretilmesine sebep oluyormuş. Bir başka araştırmaya göre bebek, ana karnında beş aylıkken sesleri duymaya başlayarak tepki veriyormuş. Doğduktan üç gün sonra okunduğunda bebeğin anası hamileyken yüksek sesle okuduğu metinleri tanıdığı müşahede edilmiştir. Bu sebepten çocuğa ana karnında iken yüksek sesle Kur’ân ve Hadis okunmalıdır. Bir araştırmaya göre de çocuklara dokuz aylıkken kitap okunmalıymış (Atasoy 2006: 104).

Kendilerinde kitap okuma alışkanlığı olmayan ebeveynler bunu kader olarak görmeyerek azm ettikleri takdirde çocuklarına bu alışkanlığı kazandırabilirler. Bu konuda yaşanmış bir hadise ibret vericidir. Kendilerinde kitap okuma alışkanlığı olmadığına üzülen bir anne-baba, bu alışkanlığı çocuklarına kazandırmak için bir yol düşünmüşler. Buna göre hiç olmazsa 21 günün akşamı televizyonu açmadan belli saatlerde gerçekten okuyup anlamasalar bile kitap açıp okur gibi yaparak çocuklarına örnek olmaya karar vermişler. Gerçekten de ondan sonra çocukları da televizyon seyr etmeyi bırakarak iyi birer kitap okuyucusu olmuşlar.

İlim adamının yetişmesinde bulunduğu çevrenin entelektüel seviyesinin tesirine en çarpıcı örnek olarak XIX. asrın önde gelen âlimi Ahmed Cevdet Paşa’yı verebiliriz. Onun çağdaşı ulema heyeti içinde tebarüzü tesadüf değildi, çünkü o, zamanının en kaliteli ortamlarında bulunmuştu. Cevdet Paşa, emsallerinden farklı olarak hem eski, hem yeni çağın kültürüne olan vukufuyla öne çıkmıştı. Onun bu vukufunun kaynakları, zamanının en iyi hocalarından okuduğu medrese yanında iki konakta yetişmesiydi. Mustafa Reşid Paşa’nın konağında çağdaş, Halvetîliğin son büyük şeyhlerinden Kuşadalı İbrahim Efendi’nin konağında da İslâm kültürüne vukuf kazanıştı. Onun Tezâkir’de aktardığı notlar, tasavvufun kültür hayatında oynadığı hayatî rolü anlatmaya yeterdir.1

Buna göre Müslümanlar olarak hep daha iyi, bize ufuk verecek çevreler aramak durumundayız. Üniversiteyi bitiren öğrenciler bize “hangi dalda yüksek lisans eğitimi yapacaklarını” sorarlar. Ben de onlara, alan önemli olmakla birlikte yüksek lisans yapılacak bölümde eğitim veren hocaların kalitesinin daha önemli olduğunu, diyelim ki bir sosyoloji mezunu için nisbeten önemsiz görünen işletme alanında kaliteli bir öğretim kadrosuyla mastır yapmanın nisbeten kalitesiz bir öğretim kadrosuyla sosyoloji alanında mastır yapmaya müreccah olduğunu söylerim. İlmen ve ahlaken mümtaz, örnek bir hocanın yanında yetişmenin bereketi tartışılmaz. Eğitimin sırrı örnek almak, örnek olmaktır. Ve bugün maalesef örnek alınacak insanların sayısı her geçen gün azalmaktadır. O yüzden olanları arayıp bulmak, sadıklarla beraber olmaya çalışmaktan başka çaremiz yoktur.

Bir insan, ne kadar kaliteli olsa da yetiştiği ailesinin ufkuyla yetinemez. İnsan, entelektüel ufkunu genişletmek için yetiştiği daireyi, görüş açısını da sürekli genişletmek, taşralıdan kozmopolitan bir vizyona ilerlemek zorundadır. Örneğin Muş’ta yaşayan bir insan, akademisyen, belli bir açıdan, Erzurum’da yaşayan daha geniş, Konya’da yaşayan daha geniş, Bursa’da yaşayan daha geniş, Ankara’da yaşayan daha geniş, İstanbul’da yaşayan daha geniş, Londra veya New York’ta yaşayan ise en geniş açıdan dünyaya bakar.

Bağdat ve İstanbul gibi şehirler, bir zamanlar İslâm medeniyetinin ilim ve kültürle kaynayan merkezleriydiler. Zamanında bunların her köşesinde, câmilerinde ilim halkaları kurulur, dersler okunurdu. Bu yüzden anlatılan dersler bir şekilde kulağına geldiği için Bağdat’ın pazarcılarının bile âlim olduğu söylenirdi. Osmanlı devrinde yurdun ve dünyanın merkezi payitaht, dersaadet İstanbul’du. İslâm dünyası ve Anadolu’da taşrada yetişen her âlimin emeli bir gün payitahtı ziyaret etmekti. Antalî (1700-1808), Hâdimî (1701-1762), Erzurûmî (1703-1780) gibi Anadolu’da yetişen büyük âlimler, bir defa da olsa İstanbul’u ziyaret etmişler, bu ziyaretten karşılıklı büyük fayda hâsıl olmuştur.

وَآخِرُ دَعْوَانَا أَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ علَى خَاتَمِ الأَنبِيَاءِ وَالمُرْسَلِينَ

KAYNAKÇA
  • Ahmed Cevdet (1986) Tezâkir, I-IV. Cavid Baysun (yay.), Ankara: Türk Tarih Kurumu.
  • Atasoy, Gülay (2006) Örnek Anne Nasıl Olur. İstanbul: Nesil.
  • Castillo-Speed, Lillian (1995) Latina: Women’s Voices from the Borderlands. New York: Simon and Schuster.
  • Aybakan, Bilal (2007) İmam Şâfiî ve Fıkıh Düşüncesinin Mezhepleşmesi. İstanbul: İz.
  • Konyalı Mehmed Vehbi (1968) Hulâsat’ül Beyân fî Tefsîr’il Kur’an (Büyük Kur’an Tefsiri). İstanbul: Üçdal.
  • Lau, Israel Meir (2007) Rav Lau on Pirkei Avot: A Comprehensive Commentary on Ethics of the Fathers. Brooklyn, NY: Mesorah.
  • Muallim Nâcî (1308) Lügat-ı Nâcî. Dersaadet: Asır Matbaa ve Kütübhanesi.
  • Şeker, Şemsettin (2013) Ders ile Sohbet Arasında: On Dokuzuncu Asır İstanbul’unda İlim, Kültür ve Sanat Meclisleri. İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları.

1 “Ol vakit Fatih civarında pek çok ‘ulemâ ve fudalâ olduğu gibi Fâtih’den Sultan Selim’e ve bir taraftan Karagümrük’e kadar bu arada pek çok erbâb-ı şi’r ü inşâ var idi ve Çarşamba Pazarı’nda Papasoğlu Medresesi’nin karşısında vâki’ konağında sâkin olan Kuşadalı İbrahim Efendi ol asrın en büyük âdemlerinden zâhir ü bâtını ma’mûr bir zât idi. Büyük küçük pek çok kimseler kendisinden ahz-i dest-i inâbetle âna mürîd olmuşlar idi. Vüzerâdan ve ricâlden pek çok zevât konağına gelip huzûruna girmek üzere sofada nevbet beklerler idi. Sûfiyye mesleğine sâlik olmadığımız hâlde biz de komşuluk hasebiyle gidip görüşürdük ve en büyük hoca efendilerden hall edemediğimiz şübühâtı ândan istikşâf ile hall ederdik. ‘Ulûm-ı âliyeden ve ale’l-husûs tefâsîrden hangi mebhas açılsa fevka’l-‘âde tedkik eyler ve hatırlara gelmedik nüket ü mezâyâ söyler idi” (Ahmed Cevdet Paşa 1986: IV/15; ayrıca, Şeker 2013).