Haberin Kısımları
Sünnet, sonraki nesillere rivâyet yoluyla ulaştığı için genel olarak haber başlığı altında incelenir. Haber, ilk üç nesilde –sahâbe, tâbiun ve tebe-i tâbiîn- rivâyeti edilmesinin keyfiyetine göre mütevatir, meşhur ve haber-i vâhid olmak üzere üç kısma ayrılır.[1] Hanefîlere ait bu üçlü taksimat aynı zamanda haberlerin hem amel hem de itikat açısından bilgi değerini ifade etmektedir. Bilindiği üzere bilgi, malum (bilinen) ile âlim (bilen) arasındaki ilişkiden meydana gelir. Âlim ile malum arasındaki ilişki ise her zaman kesinlik üzerine kurulamamaktadır. Bu durum, ya malumdaki belirsizliklerden veya onun tam ihata edilememesinden; ya da âlimin farklı aklî melekelere ve tecrübelere sahip olmasından kaynaklanır.[2] Haberlerde ise bilginin kesin olması veya yanlışa ihtimali bulunması, daha çok haberin kendisinden kaynaklanır. Şimdi bu çerçevede ilgili kısımların tanımlarını yapalım:
1- Mütevatir haber; hayatın olağan akışı içerisinde yalan üzere anlaşmaları düşünülemeyecek sayıdaki bir topluluğun aynı vasıftaki bir topluluktan naklettiği haberdir. Mütevatir sünnet için, râvî sayısı hakkında ifade edilen niteliğin ilk üç nesilde olması gerekir. Bu haber türü herhangi yalan ihtimali olmadığı için kesin bilgiyi verir. Dolayısıyla hem itikat hem de amel doğurur.
2- Meşhur haber; sahâbe döneminde rivâyetin râvîlerinin sayısı mütevatir derecesinde olmayıp tâbiun ve tebe-i tâbiîn asrında râvî sayısı mütevatir derecesinde olan haberdir. Kısaca ikinci ve üçüncü nesilde ümmetin tamamının kabulüne erişmiştir. Meşhur haber, her ne kadar ilk nesilde şüphe taşısa bile sonraki iki nesilde ümmetin kabulüne erişmesi, selefin tamamının ihticac etmesi kişide o haberin doğruluğu hakkında -mütevatir kadar olmasa da- kuvvetli bir kanaat oluşturur. Öyle ki Hanefîler bu haberin bilgi değeri için kesin bilgi ile zannî bilgi arasındaki bir dereceyi ifade eden ilmu’t-tume’nîne kelimesini kullanır. İlk asırda şüphe bulunması sebebiyle itikata konu olamaz, ancak kesin bilgiye yakın olması sebebiyle bu bilgiyi reddeden, dalalet ile itham olunur. Amel edilmesi vaciptir.[3]
3- Haber-i vâhid/Âhâd haber; ilk iki nesilde bir kişinin veya tevatür derecesinde olmayan kişilerin rivâyet ettiği haberdir. Bu haber türünde râvînin adil olması, fakih olması, müteyakkız olması, hıfzının kuvvetli olması gibi sebeplere göre az ya da çok hata veya yalan ihtimali bulunur. Mütevatir derecesinde bir çoğunluk aktarmadığı ve ravinin yanlış anlama, sürç-i lisan etme, haberin sadece bir kısmını bilme, nesheden başka rivâyeti bilmeme, mana olarak rivayet ederken haberin gerçek anlamını bozacak şekilde aktarabilme vb. gibi ihtimaller bulunduğu için haberin yanlış olma olasılığı ortadan kalkmaz.
Kendisinde bulunan bu durum sebebiyle haber-i vahidin bilgi değeri için âlimlerin çoğu zannî bilgi olduğunu söylemişlerdir. Azınlıkta bulunan bazı kimseler ise –Mu’tezilenin bir kısmı- onun zannî olmasından hareketle onunla amel edilmesine karşı çıkar. O halde “haber-i vâhid ile amel edilir mi?” sorusuna geçmeden önce zannî bilginin tanımının ve gereğinin belirtilmesi gerekir.
Zannî Bilgi Nedir, Zannî Bilgiyle Amel Edilir mi?
Istılâhî olarak farklı tarifleri bulunmakla beraber yapılan tanımlar şu şekilde cem edilebilir: “İhtimaller arasında doğruya mutabakatında üstün görülen ve kesin olmayan taraf[4]/itikât[5] veya hüküm[6]dür”[7]
Bilginin sübjektif (âlim) ve objektif (malum) olmak üzere iki ciheti bulunmaktadır. Bilgi objektif cihete yaklaştırıldığı ölçüde doğruya mutabakatı artacaktır. Zannî bilginin tanımında görüleceği üzere “üstün görülen taraf/itikât/hüküm” gibi ifadeler ondaki sübjektif cihetin ağırlığını artırmaktadır. Bu tanımlar çerçevesinde kişinin herhangi bir istidlâli faaliyete başvurmadan üstün gördüğü taraf da zannın kapsamına girmektedir. Bu tür zanda ise objektif cihet neredeyse hiç yoktur. Diğer taraftan sahih bir istidlâli faaliyete dayanan bir bilgi ise objektif cihete daha yakın olacaktır. Dolayısıyla doğruya mutabakatı daha fazladır.
Bu çerçevede anlaşıldığı üzere zannın iki çeşidi bulunmaktadır: Delile dayanan zan ve delile dayanmayan zan. Bunlardan ilki delilsiz bir inançtan ibaret olduğu için herhangi bir hüküm doğurmaz. “Hâlbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.”[8], “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.”[9], “Onlar sadece zan (kuruntu) içerisindeler.”[10] gibi âyet-i kerîmelerde olumsuz olarak ifade edilen zan da zannın bu türünü ifade etmektedir.
Delile dayanmayan zannı, Hanefî usûl âlimlerinden Debûsî(430/1039): “Hakikate işaret eden bir delil olmaksızın nefsî arzulara dayanarak şekkin iki tarafından birisini diğerine üstün tutulması (tercih edilmesi) hususunda kalpte oluşan itikattır.” şeklinde tanımlar ve kâfirlerin, putların ilah, meleklerin de Allah’ın kızları zannetmelerini örnek verir. “Zan ise hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.” âyetine dayanarak zannın bu türünün hakkın zıddı olduğunu söyler. Bu şekilde herhangi bir delile dayanmayan zannî bilgiyle amel edilmesi ise ittifakla caiz değildir.[11]
Debûsî’ye göre[12] kişi kapsamlı bir şekilde teemmül ve tefekkür eder, delil olabilecek şeyleri delil olamayacak şeylerden ayırır, şekkin iki tarafındaki ihtimallerden üstün olanı tespit ettiği delillere arz eder. Nihâyetinde biri üstün gelir ve ona kalbi meylederse re’y-i galib ile bilginin başlangıç düzeyine erişilmiş olur. Bu tür bir zan ise delille sabit olduğu için hak olarak isimlendirilir. Debûsî’ye göre bu tür bilgiye ilim ifadesi de mecazen kullanılabilir.[13]
Delil ile desteklenmiş olsa da zannın hatalı olma olasılığı bulunmaktadır. Bununla birlikte delilin güçlü oluşu oranında zannın doğruya ihtimali artmaktadır. Bu sebeple âlimlerin çoğuna göre bu tür zan hüccettir ve onunla kesin bilginin gerektirdiği gibi amel edilmesi gerekir.
Zanda hata ihtimali bulunması sebebiyle tamamıyla terkedilmesi düşünülemez. Zira hayatın her alanında an be an çeşitli ihtimaller söz konusu olur. Bu ihtimaller bizi hayatı devam etmekten alıkoymaz. Örneğin binaların yıkılması ihtimali her zaman vardır. Ancak bu olasılığa rağmen insan bina içerisinde yaşamaya devam eder. Ne zaman ki binada çatlaklar görülür veya güçlü bir deprem olacağı uyarısı verilir, o vakit insan binanın yıkılma olasılığını göz önünde bulundurur. Kaza ihtimaline rağmen araba kullanımı devam eder. Ancak ne zamanki arabadan veya yol şartlarından kaynaklanan sebeplerle kaza ihtimali artar ise o vakit kişi kaza ihtimalini göz önünde bulundurarak araba kullanıp kullanmamaya karar verir. İnsanlık tarihinin en eski dönemlerinden bugüne dek şahitlik müessesi yalan ihtimali bulunsa bile toplumlar tarafından muteber bir delil sayılmıştır. Kısaca salt ihtimal amele mani değildir. İhtimal çeşitli sebeplerle arttığı zaman dikkate alınır.
Şer‘î konulardaki veriler değerlendirildiği takdirde zannî bilgiler, kesin bilgilere nazaran daha fazla yer kaplamaktadır. Zannîlik durumu sadece haber-i vâhid ile sınırlı olmayıp âyetlerin delaletinde de bulunmaktadır. Her ne kadar bütün âyetlerin sübutu kesin olsa da bazı nasların delaleti ictihadî faaliyet neticesinde yani müçtehidin gayreti sonucunda bilinir. İctihad neticesinde elde edilen bilgi de zannîdir. Zannî bilgi tamamıyla reddedildiği takdirde delaleti hususunda ictihadi faaliyete başvurulan ve farklı ihtimaller bulunan âyetlerin de -hâşâ- reddedilmesi söz konusu olur. Oysa: “Rabbinizden size indirilene tâbî olun.”[14] emri itibariyle Kur’ân-ı Kerîm’in bütün âyetlerine tâbî olunması gerektiği belirtilmiştir. Yine zannın, tamamıyla reddedilmesi yeni çıkan dinî meselelerde/problemlerde ictihad etmeyip susmayı, onları çözümsüz bırakmayı gerektirirdi.
Yine delaleti kat‘î bazı âyetler, şahit, maruf (örfe uygun olan) gibi zannî bilgi değeri taşıyan verilerle hüküm verilmesini emretmiştir: Şahit, kabul şartlarını ihtiva ediyorsa yalana ihtimali olsa bile hâkimin, emr-i ilâhîye göre[15] şahidin verdiği bilgiyle hükmetmesi gerekir. Yine Kur’ân’ı Kerîm’de çocuğu emziren kadının nafakasının tespiti[16], boşanan kadına verilecek olan mut’a[17] gibi birçok meselede maruf ile hüküm verilmesi emredilmiştir. Marufun tespiti ise ictihada yani zanna dayanır.[18]
Bütün bunların yanı sıra, dini ahkâmın çoğunluğunu oluşturması sebebiyle zannî bilgiyle amel kaçınılmazdır. Bu sebeple cumhur ulemaya göre aksine daha güçlü bir delil bulunmadığı müddetçe delile dayanan zannî bilgiyle amel gereklidir. Ancak yanlışa ihtimali bulunması sebebiyle itikada konu olamaz. Yani zannî bilgiyi reddeden kimse küfür ile itham edilemez.
Haber-i Vâhid ile Amel Edilir mi?
Görüldüğü üzere haber-i vâhidin zannî olmasından hareketle onun hücciyyetine dair yapılan itirazların yersiz olduğunu söyleyebiliriz. Kabul şartlarını ihtiva eden bir haber-i vâhide dayanarak verilen hükümdeki zannın, delilsiz olarak verilen bir hükümdeki zandan üstün olduğu açıktır. Dolayısıyla akıl da haber-i vâhid ile amel etmeyi gerektirir. Haber-i vâhiddeki hata ihtimali onun delil olarak kullanılmasına mani değildir. Ne zaman ki hata ihtimali çeşitli karinelerle artar o vakit hükme mesnet olamaz.
Haber-i vâhidin bilgi değeri çerçevesinde yaptığımız bu izahların yanı sıra cumhur ulema da sünnete ittibâyı gerektiren kesin delillerin[19] bulunması sebebiyle kabul şartlarını taşıyan haber-i vâhid ile amel edilmesi gerektiğini ve onun, dinde hüccet olduğunu söylemişlerdir.
Dinin aktarılması noktasında bir kişinin veya tevatür derecesinde olmayan bir çoğunluğun rivayet ettiği haber ile amel edileceğine dair dolaylı olarak işaret eden birçok âyet de bulunmaktadır. Biz bu âyetlerden iki tanesini zikretmekle yetineceğiz:
1- “Allah, kitap verilenlerden, onu insanlara beyan edeceksiniz ve gizlemeyeceksiniz, diye söz almıştı. Onlar ise, onu arkalarına atıp az bir değere değiştiler. Alışverişleri ne kötüdür!”[20] Burada Yahudilerin, dinî bilgileri gizlememekle ve açıklamakla emredildikleri ifade edilmiştir. Bu ayet çerçevesinde dinî bilgilere haiz kimse, bir kişi de olsa yüz kişi de olsa onu açıklaması gerekir. Bir kişi aktardığı zaman kendisine aktarılan açısından haber, âhad yolla sabit olmuştur. Buna rağmen bu durum kendisine aktarılan kimse için âyetin gereği olarak beyandır. Hanefî usûl âlimlerinden Cessas bu âyette zemmedilen güruhun tevatür derecesinde olmadığını söyler. Zira tevatür adedince kimsenin bildiği haberlerin gizlenmesi muhâldir. O halde âyet-i kerîme, âhad haberi de beyan olarak nitelemektedir. Dolayısıyla kabul şartlarını taşıyan kimsenin getirdiği bilgiyle amel edilmesi gerekir.[21]
2- “İnananlar toptan savaşa çıkmamalıdır. Her fırkadan (topluluktan) bir taifenin dini iyi öğrenmek ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı? Ki böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler.”[22] Âyette geçen “fırka” ismi topluluk ismi olup Arapçaya göre bunun alt sınırı üçtür. Dolayısıyla öğretici ve uyarıcı konumundaki taife üç kişiden de az olabilir. Buna rağmen geri dönenler için onların verdikleri bilgiler bağlayıcı kılınmıştır.
Kur’ân nasları dışında haber-i vâhidin hücciyetine dair gerek Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde gerekse sahâbe döneminde örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Bunlardan bazılarını şu şekilde zikredebiliriz[23]:
Peygamber Efendimiz (s.a.v) dönemi örnekleri;
1- “Allah, sözümü işiten, onu belleyen ve başkasına nakleden kimsenin yüzünü ağartsın. Olabilir ki nakledilen kimse nakleden kimseye göre daha anlayış sahibidir/daha fakihdir.” Efendimizin sözünü işiten, belleyen ve başkasına nakleden kimse bir kişi olsa dahi bu hadîs-i şerifin, müjdenin muhatabıdır.
2- Veda haccında “Burada bulunan bulunmayana aktarsın.”
3- Peygamber Efendimiz’in, bir bedevinin tanıklığı ile Ramazan hilaline hükmetmesi…(bu minvalde hadisler çoktur)
4- Kuba’da namaz kılan sahâbîlerin, bir kimsenin onlara kıblenin değiştiğini haber vermesiyle namaz gibi önemli bir ibadette kıble cihetini değiştirmesi.
5- Bazı sahâbîlerin içki içerken bir habercinin onlara içkinin haram kılındığını bildirmesi ile içki fıçılarını kırıp dökmeleri.
6- Peygamberimiz’in atadığı valilerin aynı zamanda dini işlerden de sorumlu olmaları. Tayin edilmiş oldukları şehir halkına göre valiler, haber-i vâhid konumunda olmalarına rağmen şehir halkı dinî işlerde de onlara ittibâ etmek zorundaydılar. Peygamberimiz, Muaz b. Cebel’i vali tayin ettiği zaman ona kendisine itaat etmeyenler ile savaşmasını söylemiştir. (Zekât görevlilerinin durumu da aynı şekildedir).
Sahâbe dönemi örnekleri;
1- Hz. Ebubekir’in, Muğire b. Şu‘be ve Muhammed b. Mesleme’nin naklettikleri hadîse istinaden kendi görüşünü terkedip nineye mirastan 1/6 hisse vermesi.
2- Hz. Ali’nin: “Benim dışımdaki bir kimse bana bir hadîs zikretse ondan yemin etmesini isterim, yemin ederse onu tasdik ederim” diyerek haber-i vahid ile amel edeceğini ifade etmesi.
3- Abdurrahman b. Avf, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in Mecusilerden cizye almasına dair rivâyeti naklettiği zaman Hz. Ömer’in onunla amel etmesi.
4- Bayanların, Peygamberimiz’in (s.a.v) eşlerinden kendilerine has dinî meseleleri öğrenmesi.
5- Sahâbenin bir konuda -gerekli şartları taşıyan- rivâyet bulunduğu zaman re’ye başvurmamaları (Hz. Ebubekir örneğinde olduğu gibi) ve bir meselede kendi aralarında ihtilaf ettiklerinde muhalif görüşe karşı haber-i vâhid ile ihticac etmeleri.
Sonuç olarak diyebiliriz ki Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz döneminde de sahâbe döneminde de haber-i vâhidle amel edildiği inkâr edilemez bir vakıadır. Tâbiîn ve tebe-i tâbiîn dönemlerinde de durum böyledir. Her ne kadar zikrettiğimiz her bir örneğin bizzat kendisi haber-i vâhid olarak gelse de onların hepsi haber-i vâhid ile amel edilmesi hususunda birleşmektedir. Bu sebeple birçok âlim, haber-i vâhid ile amel edilmesi hususunda icma olduğunu söylemektedir.[24]
* Arş. Gör., İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim Dalı.
[1] Apaydın, H. Yunus, İslam Hukuk Usûlü, Kimlik Yayınları, Kayseri 2016, 41.
[2] Zikrettiğimiz ihtimaller sebebiyle akla, duyulara ve habere dayalı olarak gelen veriler, doğruluk açısından farklı değerlere sahiptir. İslam hukuk usûlünde bilginin doğruluk değerleri için farklı ifadeler kullanılmıştır. Yakîn, ma‘rifet, itikâd, kat‘iyyet gibi ifadeler {e0a8e66316dc8f5d591ba55bcacf7338a4d87a0882161bf818f1807d6da55e8f} 100 doğru olan bilgiler için kullanılırken cehl, {e0a8e66316dc8f5d591ba55bcacf7338a4d87a0882161bf818f1807d6da55e8f} 100 yanlış olan bilgi için kullanılmıştır. Bir takım şüpheler bulunmakla beraber doğruluğu hakkında kalbe itmi’nan veren bilgi için ilmü’t-tuma’nîne kavramı kullanılmıştır. Doğruya olasılığı yüksek bilgi değeri için zan ve zann-ı galip kavramları; yanlışa olasılığı yüksek görülen bilgi değeri için vehm kavramı kullanılmıştır. Doğru veya yanlış olduğu hususunda eşit olasılığı bulunan bilgi için ise şekk kavramı kullanılmıştır. (Detaylı bilgi için bkz: Yıgın, Âdem, Klasik Fıkıh Usûlünde Bilgi Anlayışı, basılmamış doktora tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2013, 325-365).
[3] Apaydın, H. Yunus, İslam Hukuk Usûlü, 42-43.
[4] İsnevî, Ebû Muhammed Cemâlüddîn Abdürrahîm b. el-Hasen b. Alî el-Ümevî el-İsnevî, Nihâyetu’s-Sûl Şerhu Minhâci’l-Vusûl, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1999, 14.
[5] Zerkeşî, Ebû Abdillâh Bedrüddîn Muhammed b. Bahâdır b. Abdillâh et-Türkî el-Mısrî el-Minhâcî ez-Zerkeşî eş-Şâfiî, Bahru’l-Muhît fi Usûli’l-Fıkh, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1995, I, 103.
[6] Hüseyin el-Basri, Ebu’l-Hüseyn Muhammed b. Ali b. Tayyib el-Basrî, el-Mu’temed fi Usûli’l-Fıkh, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1404, II, 308.
[7] Yıgın, Klasik Fıkıh Usûlünde Bilgi Anlayışı, 339-341.
[8] Necm, 53/28.
[9] Hucurât, 49/12.
[10] Bakara, 2/78.
[11] Debûsî, Ebû Zeyd Abdullah (Ubeydullah) b. Muhammed b. Ömer b. Îsâ, Takvîmu’l-Edille fî Usûli’l-Fıkh, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 2007, 465; Yıgın, Klasik Fıkıh Usûlünde Bilgi Anlayışı, 343, 344.
[12] Debûsî, Takvîmu’l-Edille, 465, 466.
[13] Yıgın, Klasik Fıkıh Usûlünde Bilgi Anlayışı, 344.
[14] Araf, 7/3.
[15] Bakara 2/282; Mâide 5/106; Talak 65/2; Nûr 24/13; Nûr 24/4.
[16] “Sizin için (çocuğu) emzirirlerse (emzirme) ücretlerini de verin ve aranızda marufa göre anlaşın.” Talak, 65/6.
[17] “Boşanmış kadınların, marufa göre (kocalarından) menfaat sağlamak haklarıdır; bu, Allah korkusu taşıyanlar üzerine bir borçtur.” Bakara, 2/241.
[18] Yıgın, Klasik Fıkıh Usûlünde Bilgi Anlayışı, 348.
[19] “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ulû’l-emre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Rasûl’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisâ, 4/59); “Kim o peygambere itaat ederse muhakkak Allaha itaat etmiştir” (Nisa, 4/80).
[20] Âl-i İmrân, 3/187.
[21] Cessas, Ebû Bekr Ahmed b. Alî er-Râzî, el-Usûl fi’l-Usûl, Vizâratu’l-Evkâf ve’ş-Şuûnu’l-İslamiyye, Katar 1994, III, 75-77.
[22] Tevbe, 9/122.
[23] Zikredilen her bir örnek ve detaylı bilgi için bkz: Cessas, el-Usûl fi’l-Usûl, III, 78-93; Koçyiğit, Talat, “Ahad Haberlerin Değerleri”, AÜİFD, Cilt:14 Sayı:11, Ankara 1996, 132-137.
[24] Cessas, el-Usûl fi’l-Usûl, III, 93.