İçeriğe geç

HÂCE UBEYDULLAH AHRÂR (k.s)

Ya’kûb Çerhî’nin halîfesi ve evliyâullahın büyüklerinden olan Nâsıruddîn Ubeydullah Ahrâr, Hz. Ömer (r.a)’in nesebindendir. Gönlünün, dünya malından ve iki cihan kaygısından âzâde oluşundan kendisine Hâce-i Ahrâr (hürlerin şeyhi) denildiği rivayet olunur. Hicrî 806 senesinin Ramazan ayında (Mart 1404) Taşkent’in Bâğistân köyünde dünyaya gelmiştir.

Küçüklüğünde hem Taşkent’te mektebe devam eder, hem de ziraatle meşgul olan babasına yardım eder. Mâneviyâta meyilli bir mizacı olan Ubeydullah, gençliğinde, rüyasında Hz. Îsâ’yı görür. Bazı yakınları bu rüyayı, onun tıp tahsîli yapıp tabîb olacağı şeklinde yorumlasa da, o bunu, kendisine ölü kalpleri diriltme (halkı irşâd) kabiliyeti verileceği şeklinde te’vîl eder. Bir ara, geceleri Taşkent’teki meşhur kabirleri ziyaret edip onlardan feyz alır.

22 yaşına geldiğinde, dayısı Hâce İbrâhîm ilim tahsîli için onu Semerkand’a götürür. Burada Mevlânâ Kutbeddîn Sadr Medresesi’nde bir süre tahsîl gördüyse de, tasavvufa olan meyli sebebiyle tahsîlini ikmâl edemez. Bu arada Sa‘deddîn Kaşgârî ile tanışır ve onunla birlikte Nizâmeddîn Hâmûş’un sohbetlerine iştirâk eder.

Semerkand’daki iki yıllık ikametinin ilk senesinde Mâverâünnehr’in muhtelif şehirlerini de dolaşan Ubeydullah Ahrâr, bu şehirlerde Nakşbendiyye’nin önde gelen sîmâlarından istifâde eder.

24 yaşına geldiğinde Semerkand’dan ayrılıp Herat’a gider ve beş sene de burada ikamet eder. Herat’ta bulunduğu bu süre zarfında Ya‘kûb Çerhî’ye intisâb etmeye karar verir ve yola çıkar. Epey bâdirelerden geçerek nihayet Hülgâtû köyünde kendisine mülâkî olur. Birkaç gün sohbetlerinde bulunduktan sonra Hâce Çerhî’ye intisâb eder. Şahsî kabiliyeti ve daha önce görüştüğü şeyhlerden aldığı feyz sayesinde Ya‘kûb Çerhî’nin yanında kısa zamanda seyr-i sülûkunu tamamlar, şeyhinin iltifat ve sevgisine mazhar olup en gözde mürîdânı arasına dâhil olur. Tasavvuf yolunda kısa zamanda büyük merhaleler kat eder.

Bir rivayete göre, Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed Hân’ın ordusu düşman orduları ile savaşırken mânen beyaz atıyla savaş meydanına gelmiş ve Osmanlı ordusuna yardım ederek zafere katkıda bulunmuştur. Zaferden sonra Sultan Fatih, Hâce Ahrâr’a hediye olarak bir miktar para göndermiş, o da bu parayı hayır işlerinde kullanmıştır.

Ubeydullah Ahrâr, İslâmiyet’in emir ve yasaklarına son derece bağlı bir sûfîdir. Tasavvuf yolunda ilerlemenin ancak Kur’ân-ı Kerîm’e ve Rasûlullah (s.a.v)’ın sünnetine tâbi olarak elde edilebileceğine inanırdı. Rasûlullah’a tâbi olmanın da Ehl-i Sünnet ve cemâat çizgisinde olması gerektiğini söylerdi. Hâcegân yolunun da ruhsat değil, azîmet ve takvâ yolu olduğunu ifâde ederdi.

Hâce Ubeydullah, fütüvvet ehlinin özelliği olan el emeğiyle çalışıp kazanmaya önem verir, helâl lokma mevzûu üzerinde çok dururdu. Nitekim hocalarından Seyyid Kâsım Tebrîzî de ‘helâl lokma’ konusunda şu sözlerle kendisinin dikkatini celb etmişti: “Bu zamanda ma‘rifet ehl-i ve hakîkat eri kimselerin zuhûr etmeyişinin sebebi, bâtın tasfiyesinin (iç temizliğinin) yokluğudur. Bâtın tasfiyesi ise, herşeyden önce helâl lokma ile olur. Helâl yiyecek azalınca ma‘rifet ve hakîkat kaybolur.” Bu sebepten kendisi, el emeğiyle kazanıp harcamak için Taşkent’te ziraatle meşgul olmuştur.

Râbıta husûsunda, maddî uzaklığın mânevî yakınlığa engel olmadığını söyler, râbıtaya delîl sayılan “Sadıklarla beraber olunuz.” (et-Tevbe, 9/119) ayetindeki beraberliği şöyle anlatırdı: “Beraberlik iki türlü olur: hissî ve mânevî. Hissî beraberlik, onlarla (meşâyıh) oturup kalkmak, sohbetlerinde bulunmaktır. Onlara yakın olan, sohbetlerine devam eden kimsenin kalbi, onların bâtın nuruyla nurlanır, huyu da onların güzel huyları sayesinde güzelleşir. Mânevî beraberlik, kalbi onlara bağlayıp ruhaniyetlerine yönelmektir. Bu durumda onların yakınında da olunsa, uzaklarında da bulunulsa hep onlarla beraber olunur. Aradaki manevî bağ tam olunca, onların sırları, bu manevî bağa ve râbıtaya sahip olanlara yansır.”

Mürîdin bazen mânevî hâlini yitirebileceğini söyleyen Hâce Ahrâr, bunu şöyle îzâh eder: “Sâlik bazen mânevî hâlini yitirebilir. Bunun sebebi, İslâmî kâidelere muğâyır söz ya da fiil olabileceği gibi, bir insanın gıybetini yapmak veya sebepsiz yere bir hayvanı rahatsız etmek de olabilir.”

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri 859 senesi Muharrem ayı başlarında hastalanır ve uzun süren bir rahatsızlıktan sonra aynı senenin 29 Rabî‘ul-evvel’inde (20 Şubat 1490) Semerkand’ın Kemângerân köyünde Hakk’a yürür. Hicrî yıl hesabıyla 89 sene muammer olan Hâce Ubeydullah Ahrâr vefât yeri olan Semerkand’da defnolunur.

Hâce Ahrâr vefât ederken geriye birçok vakıf eseri, çok sayıda mürîd, (ikisi kerîme, ikisi mahdûm) dört evlat ve birkaç telif kitab bırakmıştır. Bu telif eselerden bazısı şunlardır:

Fıkarât: Tevhîd, fenâ, kurb, tecellî, zikir gibi mevzulara dair kaleme aldığı Farsça bir eserdir.

Risâle-i Vâlidiyye: Babasından gelen taleb üzere tahrîr ettiği muhtelif konulardan (ma‘rifetullah, ibâdet, zikir…) müteşekkil küçük bir risâledir.

Risâle-i Havrâiyye: Ebû Sa‘îd-i Ebu’l-Hayr’ın ‘Havrâ’ diye başlayan rubâîsine yazdığı şerhtir.

Ruka‘ât (Mürâselât): Dostlarına yazdığı mektupların toplanmasıyla oluşmuş mecmualardır.

Maddî ve mânevî himmetlerini Hakk yolunda sarf eden Ubeydulah Ahrâr Hazretleri mürîdânına şu tenbîhâtta bulunmuştur: “Tenhâda yahut kalabalıkta bu yola lâyıkıyla riâyet lâzımdır. Tenhâda ayıp ve günah işleyen bu yolda değildir. Bu yolun şaka ve ihmâle gelir tarafı yoktur. Kişi kendini, eşini dostunu gözetmeli, noksan görürse nasîhat etmelidir.”

Nakşbendiyye yolunu ise şöyle tarif etmiştir: “Bu yol ihlâs, ihsân, istikâmet ve edep yoludur.”

 

* Bu yazının hazırlanmasında Doç. Dr. Necdet Tosun’un Bahâeddîn Nakşbend, Osmânzâde Hüseyin Vassâf’ın Sefîne-i Evliyâ ve Muhammed b. Abdullah el-Hânî’nin Âdâb isimli eserinden istifâde edilmiştir.