İçeriğe geç
Anasayfa » HACEGÂN İMAM-I RABBANÎ AHMED FARUKÎ

HACEGÂN İMAM-I RABBANÎ AHMED FARUKÎ

Nakşibendiyye tarikatı Müceddiyye kolunun kurucusu olan Ahmed b. Abdülehad Farukî Efendi, 14 Şevval 971’de (26 Mayıs 1564) Doğu Pencap’taki Sirhind’de doğdu. İmam-ı Rabbani (İlâhî ilimlere sahip âlim) ve Müceddid-i elf-i sânî (hicrî II. bin yılın müceddidi) lakaplarıyla tanınır. Soyunun Hz. Ömer’e dayanmasından dolayı kendisine Farukî denirdi.

Çocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulan ve vefât edeceği zannedilen İmâm-ı Rabbânî Hazretleri ailesi tarafından o zamânın meşhûr velîlerinden Şâh Kemâl Kihtelî Kâdirî’ye götürülür ve hocaefendinin duâsı istenir. Şâh Kemâl Kâdirî, İmâm-ı Rabbânî’yi görünce büyük bir hayranlıkla bakarak babasına; “Hiç üzülmeyiniz. Bu çocuk çok yaşayacak, ilmiyle âmil, büyük bir âlim ve eşsiz bir velî olacak.” demiş ve çocuğun elinden tutup, öpmüştü.

Kadiriyye ve Çeştiyye şeyhi olan babası Abdülehad Efendi, din ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da yüksek mertebelere ulaşmıştı. Tahsiline babasının yanında başlayan İmam-ı Rabbanî, Arapça öğrenip, hıfzını tamamladı. İlminin büyük bölümünü babasından almıştır. Siyalkut’a giderek Şeyh Yakub Keşmirî’den hadis-i şerif, Kadı Behlül Bedahşanî’den tefsir, Mevlana Kemal Keşmirî’den aklî ilimler okudu. Bu sırada Kübrevî şeyhi olan hocası Yakub Keşmirî’ye intisab etti. On yedi yaşında iken tahsîlini tamamlayıp, icâzet aldı. Tahsîli sırasında, Kadirî ve Çeştî büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, talebelere ilim öğretmeye başladı.

Bundan üç yıl sonra Agra’ya gidip Ekber Şah’ın sarayına girip, Feyzî-i Hindî ve Ebü’l-Fazl el-Allamî ile dostluk kurdu. Ebü’l-Fazl’ın akılcı felsefeye çokça ehemmiyet verip, nübüvvetin lüzumiyetinden şüpheye düşecek dereceye gelmesi sebebiyle, onunla arası açıldı. Bu tartışmalarda Ebü’l-Fazl’ın Sünnî âlimlere hakaret ettiği rivayet edilir. İmam-ı Rabbanî “İsbatü’n-nübüvve” adlı eserini bu sırada telif etti. Sirhind’e dönerken bir müddet kaldığı Şanesar’da babasıyla buluştu ve orada Şeyh Sultan’ın kızıyla evlendi. Sirhind’e döndükten sonra seyr-i sülûküne babasının gözetiminde devam etti.

Üstün olgunluğu ve tevâzûsu ile elde ettiği bu derece ilmi yanında,  kalbi, Nakşibendiyye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının öldüğü yıl (1007/1598) Hacca gitmek üzere Sirhind’den ayrıldı. Delhi’de Hâce Muhammed Bakî-billah Hazretleri ile tanıştı. Teklifi üzerine yanında kalıp, Nakşibendî tarîkini ondan aldı. Üstâdının da lütuf ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hâllere kavuştu. Hatta Muhammed Bakî-billah hazretlerinin mahbubu olup kamil ve mükemmil olduğuna şehadet ederek müridlerin irşadını ona bıraktı. Muhammed Bakî-billah hazretleri onun “kutb-ı azam” olduğuna hükmetti.

Muhammed Bakî Hazretleri bazı müritleriyle tekrar Sirhind’e döndüğünde İmam-ı Rabbanî onunla mektuplaşmaya başladı. Bu mektuplar onun “Mektubat”  adlı eserinin temelini oluşturmuştur.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin dîne yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, iknâ edici delîllerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehl-i Sünnet îtikâdının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid’atlerin kalktığını gören bâzı sapık kimseler, ona cephe aldılar hased ve iftirâ etmeye başladılar. Bu gibi söylentiler neticesinde İmam-ı Rabbani, Babür Hükümdarı Cihangir tarafından, sorguya çekilmek üzere Agra’ya getirtildi ve hapse atıldı.

Bu durum karşısında isyan etmeye kalkışan talebelerine engel olmuş ve dua etmelerini tavsiye etmiştir. “Sultânı incitmek bütün insanlara zarar verir.” buyurdu. Vezir koyu bir muhâlif olduğundan, zindanda, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin başına kardeşini tâyin etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti. O ise, İmam’dan çeşitli kerâmetler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hattâ neşe görerek tövbe etti. Bozuk itikadını terkedip Ehl-i Sünnet’i seçti ve hâlis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan birçok kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile Müslüman olmakla şereflendi. Birçok günahkâr tövbe etti

Kendisine yapılan iftirâlara karşı sultâna güzel ve doyurucu cevaplar verdi. Sultan bu cevaplar karşısında İmam-ı Rabbanî’yi serbest bırakıp ondan özür diledi. İmam’ı ikrâm ve ihsân ile karşıladı. Hattâ halis talebesinden ve sadık dostlarından oldu. İmam, kendi isteğiyle bir müddet sarayda kaldı. Burada, sultanla kendi ifadesiyle İslam’ın prensiplerinden, “bir kıl kadar bile olsa” ayrılmadan sohbetler yaptı. Aklın sınırlılığı, ahiret inancı, sevap ve ceza, peygamberliğin sona ermesi ve her asırda bir müctehid gelmesi gibi konular bu sohbetlerin mevzularından bazılarıydı. İmam, saraydan ayrıldıktan sonra, kendisini sultanın dua ordusunun bir neferi olarak tanıtarak sultana sadakatini gösterdi.

İmam-ı Rabbanî Hazretleri 8 Safer 1034 (20 Kasım 1624)’te Sirhind’de vefat etti. Talebeleri henüz o hayattayken görüşlerini ve Müceddiye kolunu yaymaya başladılar. Muhammed Numan, Lahorlu Şeyh Muhammed Tahir, Patnalı Şeyh Nur Muhammed, Muhammed Ahmed Berkî talebelerinden bazılarıdır. Başta Muhammed Masum Hazretleri olmak üzere, Muhammed Sadık, Muhammed Yahya, Muhammed Said adlı dört oğlu, İmam’ın manevî mirasını nakletmek hususunda mühim rol ifa etmişlerdir.

Zamanının âlimleri, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ne “Sıla” ismiyle hitab ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü o, tasavvufun İslâmiyetten ayrı bir şey olmadığını İslâmiyet’e uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufun bir olduğunu göstermiştir.

İmam Rabbanî, ilminin derinliği, feraseti, samimiyeti ve hikmeti ile, materyalist felsefenin etkisiz hale getirilmesinde ve Allah’ın varlığı ve birliği konusunun geniş kitlelere anlatılmasında çok etkili olmuştur. Yaşadığı zamanda ittifaken İslâm âlimlerinin en büyüğü olarak kabul edilmiştir.

Zamanının dinsizliğine, Hindistan bölgesindeki sapkın fikirlere, özellikle dönemin devlet adamlarının ehl-i sünnet düşmanlığına, Sihizm, Hindu milliyetçiliği, sahte mehdilik akımları neticesinde yaşanan ahlaki çöküntüye karşı Kur’an ahlakını ve Peygamber Efendimiz (sav)’in sünnetlerini savunmuş, din ahlakını hurafelerden arındırmak için büyük bir fikri mücadele vermiştir.

Nasihatlerinden bazıları şunlardır:

  • Edebi gözetmek, zikirden üstündür. Edebi gözetmeyen Hakk’a kavuşamaz
  • Farzı bırakıp, nafile ibâdetleri yapmak boşuna vakit geçirmektir.
  • Kafirlere kıymet vermek, Müslümanlığı aşağılamak olur.
  • Mübahları gelişi güzel kullanan, şüpheli şeyleri yapmağa başlar. Şüphelileri yapmak da harama yol açar.
  • Sohbeti ganîmet bilmelidir. Sohbetin üstünlüğü, bütün üstünlüklerin ve kemâllerin üstüdür.
  • Saadet, ömrü uzun ve ibâdeti çok olanındır.

Eserlerinden bazıları:

  • İsbatü’n-nübüvve
  • Teyid-i Ehli’s-sünne (Redd-i Revafız)
  • Mektubat
  • Mükaşefat-ı Ayniye
  • Havaşî ve Ta’likat ber Şerh-i Rubaiyyat-ı Hace Bakî-Billah
  • Maarif-i Ledünniye
  • Mebde ve Mead
  • Risale-i Tehliliyye
  • Adab-ül-Müridin,
  • Cezbe ve Süluk Risalesi.