İçeriğe geç

Hadis İlmi Nebevî Emanettir

 

Mülâkat: Ahmet Er – Ahmet Çinar

Bir Müslümanın akaidinde, ibadetinde ve ahlâkî gelişiminde hadîs-i şerîflerin yeri nedir? Bu itibarla hadîs-i şerîf okumanın önemi nedir?

Müslüman olarak Allah’a kul olmakla görevliyiz. Kulluğumuzun ölçüsü, Allah’ın Kitabı Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm’in en müstesna açıklaması, en güzel yorumu ve en seçkin uygulaması Sevgili Peygamberimiz sallâllahu aleyhi vesellem’in Sünnet-i Seniyye’sidir. Sünnet-i Seniyye’nin yazılı şekli ise hadîs-i şerîflerdir. Dolayısıyla hadîs-i şerîfler, Müslümanın inancı, ibadeti, ahlâkı ve muamelâtı açısından çok önemlidir.

Kur’ân-ı Kerîm’i açıklamak, tefsir etmek istiyorsanız hadîs-i şerîfe muhtaçsınız. Fıkıh ahkâmını öğrenmek, öğretmek, uygulamak istiyorsanız hadîs-i şerîfe muhtaçsınız. İslam ahlâkını öğrenmek için hadîs-i şerîfe muhtaçsınız. İslam tarihini öğrenmek için hadîs-i şerîfe muhtaçsınız. Peygamber Efendimiz’in siyerini, hayatını öğrenmek için hadîs-i şerîfe muhtaçsınız. İslâmî İlimlerden hangisiyle meşgul olursanız olun mutlaka hadîs-i şerîfe muhtaç olduğunuzu bilmek durumundasınız.

Kur’ân-ı Kerîm’deki iman ile alâkalı âyet-i kerîmeleri en güzel şekilde açıklayan Sevgili Peygamberimiz’dir. İbadette, ahlâkta muamelatta nezih uygulamalarıyla ahkâmı gösteren, tebliğ eden bizzat Efendimiz’dir. Peygamber Efendimiz’in ahlâkı Kur’ân ahlâkıdır. Baştan sona Kur’ân’ın ahlâkını en güzel şekilde yaşayan aleyhissalâtü ve’s-selâm Efendimiz’dir.

Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’i hadîs-i şerîflerden, hadîs-i şerîfleri de Kur’ân-ı Kerîm’den koparmak asla mümkün değildir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in neresinde, “Allah’a itaat ediniz”, âyeti varsa onun ardından, “Rasûl’e itaat ediniz”,[1] buyurulmuştur. “Rasûl’e itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.”[2]

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Kesinlikle hayır, Rabbine yemin olsun ki onlar şu üç şartı taşımadıkları müddetçe gerçek anlamıyla iman etmiş olamazlar. (Ey Rasûlüm!) Kendi aralarında geçen olaylarda seni hakem tayin etmedikleri, verdiğin hükme karşı gönüllerinde sıkıntı duydukları ve tam anlamıyla teslim olmadıkları müddetçe gerçek anlamıyla iman etmiş olamazlar.”[3]

İmanımızın kâmil olması için Allah Rasûlü’nün hakemliğine başvurmamız ve verdiği hükme karşı sevgi, saygı ve teslimiyet göstermemiz isteniyor. Buna göre hadîs-i şerîfler, Kur’ân-ı Kerîm’in bizlere tavsiye ettiği, Kur’ân-ı Kerîm’in emri olarak mutlaka öğrenmemiz gereken hususlardır.

Muhterem Hocam, özellikle ilim talebeleri için soracak olursak, hadîs-i şerîf okumalarında nasıl bir usûl takip etmeleri gerekir? Hangi kitaplardan veya nereden başlamalı, onlardan nasıl istifade etmelidir?

Sevgili Peygamberimiz sallâllahu aleyhi vesellem buyuruyor ki: “Allah, benim sözümü -hadisimi- işiten, bunu iyice kavrayan, ezberleyen ve başkalarına duyuran kişinin yüzünü nurlandırsın.[4]

Hadîs-i şerîfleri öğrenmek, anlamak, ezberlemek, tebliğ etmek, en önemlisi de yaşamak. Bu sonuncusu zikredilmemiş. Çünkü zaten hadisler yaşansın, uygulansın diye emrediliyor. Dolayısıyla hadîs-i şerîfleri okuyan bir öğrenci önce kısa, özlü hadîs-i şerîflerden başlayacak. el-Erbaîn en-Neveviyye ile başlanması tarih boyunca medreselerde bir gelenek olarak kabul edilmiştir. Önce bu kırk iki hadis ezberlenmiş. Sadece hadis talebeleri değil, bütün ilim talebeleri önce İmam Nevevî’nin kırk iki hadisten meydana gelen kimisi uzun, kimisi kısa olan iman, ibadet, ahlâk, muamelat ile ilgili en önemli hadisleri ihtiva eden bu kitabı ezberlemişlerdir.

el-Erbaîn en-Neveviyye’den sonra ikinci bir eser olarak Riyâzü’s-Sâlihîn okunabilir. Özellikle Erkam Yayınları’nın baskısı olan sekiz ciltlik açıklamalı, şerhli kısmıyla beraber okunabilir. Bundan sonra Meşariku’l-Envar, el-Lü’lü’ ve’l-Mercân, Muhtasaru’t-Tergîb ve’t-Terhîb, et-Tâc, Mişkâtü’l-Mesâbîh… gibi hadisleri sadece sahâbî isimleriyle ama isnadsız nakleden ikinci derecedeki hadis kitapları okunabilir.

…Ve sonra hadisleri isnadıyla nakleden temel hadis kaynakları okunmalı, en sonunda Buhârî ve Müslim’in Sahih’leri okunmalıdır. Hadis kitapları mutlaka şerhleri ile beraber okunmalıdır.

Ahkâm Hadisleri’nde Bülûğu’l-Merâm kitabı, Nureddin Itır hocamızın dört ciltlik (Arapça veya Türkçe) şerhiyle beraber okunmalıdır. Gayet tabiî hadis kitapları okunurken Usûl-ı Hadîs kitapları da en basit olanından başlayarak tedricî bir şekilde okunmalıdır.

Metin okunacak, üstad şerh edecek veya talebe kendi kendine okuyor ise mutlaka şerhine müracaat edecek veya üstad kendi kendine okuyorsa bile elinde şerh ile hadîs-i şerîfleri okuyacaktır.

Hadîs-i şerîfler okunmalı, ezberlenmeli ama daha da önemlisi hadis sevgisi aşılanmalıdır. Aleyhissalâtü ve’s-selâm Efendimiz ile bir gönül bağı kurulmalıdır. Onun için hadîs-i şerîfleri seven, sevdiren üstadları bulmak, onlardan hadis okumak gerekir. Hadis kaynakları icazetli, itikadı ve ameli müstakîm bir hocadan okunmalı ve neticede hadis okuyan kimse de icazet almalıdır.

Muhterem Hocam, tam bu noktada şöyle bir soru da soralım: Hadisleri tek başına okumanın bir mahzuru var mıdır? Bir kimseden mi okunmalı mıdır? Okutan kişide veya bir kimse kendi kendine okuyor yahut okutuyorsa kendinde nelere dikkat etmelidir?

Herkes elbette kendi başına evinde hadis okumalıdır. Her ailede haftada bir gece dar anlamda aile içi “Hadîs-i Şerîf Gecesi” olmalıdır. Kendimize ait hadis programı, hadis ezberi mutlaka olmalıdır. Bu, Rasûlullah sevgisinin gereğidir. Ona ümmet olmanın gereğidir.

Hadis üstadı Abdullah Siraceddin el-Halebî 1988 yılında Medine-i Münevvere’de kendisini evinde ziyaret ettiğimizde her akşam üç hadîs-i şerîf okumadan yatmadığını söylemişti.

İlim, mutlaka fem-i muhsin dediğimiz ehil, icazetli, müstakim bir üstadın ağzından alınmalıdır. Bu, kıraat ilimlerinde özellikle şart koşuluyor. Her ilim de böyledir. Mutlaka üstadından alınmalıdır. İlme sevgi duyan, muhabbet duyan, muhabbet aşılayan, ders anlatırken gözü yaşaran, gönle hitap eden bir üstaddan ders okunursa onun tesiri elbette farklı olur.

İlim, Allah rızası için okunmalıdır. Derece almak, diploma almak, sınıf geçmek, not almak, hatta bilgi ve kültür sahibi olmak için değil; sadece ve sadece Allah rızası için okunmalıdır, hedef Allah rızası olmalıdır. Okuyan kişide de ve okutan kişide de ihlas olmalıdır. Bizim “Hadis İlimlerinde İlk Ders” diye bir makalemiz var, oraya bir atıfta bulunalım.[5]

İlim talibi, ihlaslı olmalı, vefakâr olmalı, hürmetkâr olmalı, tederrüc denen adım adım ilerleme metodunu takip etmeli, arkadaşlarıyla yardımlaşmalı, sürekli hadîs-i şerîf ezberlemeli. Her gün bir hadis ezberlese senede 365 hadis ezberlemiş olur. Ama kısa kısa, iman, ibadet, ahlâk ile ilgili anlaşılması ve anlatılması kolay hadislerden başlayarak ezberlenirse çok uygun olur.

Tek başına okuyan kimseye “sahafî” denmiştir. Hadisleri sahîfelerden rivâyet edenlere sahafî denmiş ve onların rivâyeti makbul sayılmamıştır.[6]

Tek başına hadis okuyan kimse hadis ilimlerinde, gurur ve kibre kapılabiliyor, yanlış ve eksik anlayabiliyor. Çünkü kitaplarda “eda” yoktur. Kitaplarda üstadın sesindeki hassasiyet ve duyarlılık tonu yoktur. Üstadınızın hassasiyeti kitaba belli bir ölçüde yansır. Sünnet-i Seniyye hasssasiyeti üstaddan alınır. Muhammed İkbal’in bir tesbiti var: “Modern ilim, iki şeyi öğretemedi: Gözyaşı duyarlılığı ve gönül hassasiyeti.”[7]

Emin Saraç Hocamız, Ali Haydar Efendi’den ders alırken yaşadığı bir hatırasını anlatırken şöyle diyor: “Ali Haydar Efendi, Şifa’yı okutuyordu, her, “Rasûlullah” dediğinde gözleri yaşarır, ağlar ağlar sonra devam ederdi.” Ben de; “Hocam, Şifa’da her iki-üç satırda bir Rasûlullah ifadesi geçiyor,” dedim. “Anlayın işte, nasıl ders yaptığımızı.” dedi Emin Saraç Hocamız. Kadîm ulema gönül adamlarıydılar. Oryantalist ile âlim arasındaki ana fark budur. Her ikisi de okur, her ikisi de araştırır. Biri imanı “kuşku ve tereddüt” ile çürütmek için çalışır, diğeri imanı “hikmet ver irfan” ile güçlendirmek için çalışır. Oryantalistlerin bizden çok daha fazla çalışıyor olmaları bizi düşündürmeli, utandırmalı ve heyecanlandırmalıdır.

Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem ile sürekli gönül irtibatı olanların ders vermeleri başka; kuru, donuk, sönük ifadelerle “Hazreti Peygamber diyor ki…” diyerek ders anlatan kişilerin durumu elbette başkadır. Hadis dersleri canlı, heyecanlı, coşkulu, sevgi dolu olması lazım. Üstad da talebe de duyarlı olmalı, duygulu olmalıdır.  Peygamber Efendimiz’in de tavsiyesi budur: “Allahım!.. Yaşarmayan gözden, ürpermeyen kalpten sana sığınırım.”[8] Göz yaşarmalı, gönül duyarlı olmalı ki istifade çok olsun. Kendi başına bu mümkün değil; satırları okur, orada kalır. Hocanın ilmî ve irfanî hassasiyeti çok önemli.

Rivâyete göre; Ebû Hanîfe’nin (rahmetullâhi aleyh) bir yakını vefat etmiş. Demişler ki, “Üstad bugün ders yapacak mıyız?” “Bir günde iki musibet bir araya gelmemeli.” diye cevap vermiş. Musibetlerin biri yakının vefat etmesi, diğeri dersin ihmal edilmesi. Ders ihmal edilmemeli. Şimdi bu eda, bu tavır talebeye yansıyor. İmam Ebû Hanîfe’nin talebelerinde, talebelerinin talebelerinde nesiller boyu tevarüs eden bu güzel geleneği görüyoruz. Tek başına okuyanlarda bunu göremiyoruz. Mutlaka bir üstad olmalı; üstad ehil olmalı, icazetli olmalı, ihlaslı olmalı, takva sahibi olmalı. Bu durum,  ifadelere ve talebelere yansımalıdır.

Muhterem Hocam, hadîs-i şerîfler tercümelerinden okunabilir mi, bu yeterli olur mu? Ayrıca, Arapça bilmek hadisleri, içerdikleri bütün mânâları ile anlayabilmeyi, onlardan hüküm çıkarabilmeyi mümkün kılar mı? Başka ilimlere ihtiyaç var mıdır?

Hadislerin tercüme edilmesi, takdir edilmesi gereken güzel bir çalışmadır. Hadislerin anlaşılması, bilinmesi lazım. Ama kesinlikle tercümeler yeterli değil. Arapça bilmek de hadisleri anlamak için yeterli değil kesinlikle. Hadislerin kendine mahsus bir üslûbu vardır. Dil farkı vardır. Tercüme edilen dil ile Arapça arasındaki farklılık vardır. Ayrıca, hadislerden hüküm çıkarabilmek için mutlaka fıkıh ilmine ihtiyaç vardır. Tefsir ile ilgili hadislerde tefsire başvurmak gerekir. Birçok hadisi tercüme ederken aynen tercüme ettiğinizde hiç bir şey anlaşılmaz.

Mesela, (…كُلٌّ النَّاسِ يَغْدُو )[9] hadisini aynen tercüme ettiğinizde, “İnsanların hepsi sabahlar ya nefsini azad eder ya helâk eder,” dediğinizde karşınızdaki, ne demek istiyor, diye düşünür. Ne demek azad eder, helâk eder? Anlaşılmıyor. Oysa bu hadisi açıklamalı tercüme etmeliyiz. Meselâ şöyle tercüme edilse hadis daha iyi anlaşılır: “Her insan her sabah yeni bir hayata başlar. Nefsi ile baş başa kalır. Ya nefsine uyar, kaybeder,  ya nefsanî arzularına karşı gelir, kazanır.[10]

Hatta bazı tercümelerde hadisler sanki özellikle çarpıtılıyor. Aynen tercüme ettiğinizde verilen mânâ farklı oluyor. Mutlaka hadisin hangi anlamda, hangi mânâ gözetilerek söylendiği dikkate alınarak tercüme edilmesi lazım.

Mesela bir hadîs-i şerîf nakledeyim size: “Dünya mel‘undur, içindekiler de mel‘undur, ancak zikrullah ve zikrullah’a yardımcı olanlarla âlim veya müteallim hâriç.[11]

Hadis böyle tercüme ediliyor. Sonra biri kalkıp şöyle diyor: “Bu tür hadisler bizi geri bıraktı. Siz, “Dünya mel‘undur”, derseniz, birileri dünyaya sahip çıkar, ilerler.” Halbuki tercüme yanlış. Hadîs-i şerîfi parçalayarak tercüme ederseniz, yanlış bir noktaya varıyorsunuz. “Lâ ilâhe illallah” ifadesini tercüme ederken parçalayarak; “İlah yoktur, ancak Allah vardır.” demiyoruz. “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur,” diye tercüme ediyoruz. Bu hadis şöyle tercüme edilmelidir: “Allah’ın adı yoksa, Allah’ın adı olmazsa, insanı Allah’a, İslam’a bağlayan değerler olmazsa, ilim öğreten ve öğretenler olmazsa; böyle bir dünya me‘lundur, ilahî rahmetten mahrumdur. Böyle bir dünyanın içindekiler de ilahî rahmetten mahrumdur.”[12]

Başka bir hadîs-i şerîf daha misal vereyim: Ebu Hureyre radıyallahu anh diyor ki: “Peygamberimiz, güzel falı severdi, ama uğursuzluktan hoşlanmazdı.”[13] Bu ifadedeki “fal” kelimesi yanlıştır. Zira buradaki “el-fe’l” kelimesi “fal” anlamında değildir. Bunun anlamı tefâul etmek, olaylardan hayır ummak, hayra yormak ve hayır beklemek demektir. Mesela, sabah ilk karşılaştığınız bir kardeşinize; “Bu sabah ilk defa sizi gördüm, bugün iyi geçecek, elhamdülillah.” demek, tefâüldür. Mütefâil olmak, her şeyi hayra yorumlamak, anlamındadır. Yoksa Peygamberimiz’i falcılığa bir referans olarak vermek anlamına gelir, Allah korusun. Hadiste geçen “el-fe’l”, tefâül sahibi olmak demektir. Dolayısıyla hadîs-i şerîfin hangi bağlamda söylendiğini, hadîs-i şerîfte verilen arka planı, ana mesajı iyi görmek gerek. Sadece kuru tercüme etmek kesinlikle yeterli değil.

Hadîs-i şerîflerde iki ayrı mânâ var: Haberî mânâ, İnşaî mânâ. Hadîs-i şerîfi okuyorsunuz: “Allahım!.. Yaşarmayan gözden, ürpermeyen kalpten sana sığınırım”, Haberî mânâya göre; Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem böyle bir dua ediyordu, siz de böyle dua edin, demektir. Ama bu dua ile asıl verilen mesaj şu olmalıdır: Gözlerimiz yaşarmalı, kalplerimiz duyarlı olmalıdır.

“Allah’ım!.. Acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten sana sığınırım.”[14] Haberî mânâya göre; Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem böyle bir dua ediyordu, siz de böyle dua edin. Ama bu dua ile asıl verilen mesaj şu olmalıdır: Aciz olmayın, tembel olmayın, korkak olmayın, cimri olmayın. Peygamber -hâşâ- aciz olur mu, tembel olur mu, korkak olur mu, cimri olur mu? Yani bırakın Peygamberi, herhangi bir kimse için, “Bu kimse aciz, tembel, korkak, cimri biri” desek… o kimseyi tahkir etmiş oluruz. Normal bir Müslüman için bile asla caiz olmayan bu düşük sıfatlar, Peygamberimiz için asla söz konusu olamaz. Peygamberimiz, kesinlikle böyle düşük vasıflara sahip olmayacağına göre; bu dua bize ders olması için yapılmış olmalıdır. Sanki, “Aciz olmayın, korkak olmayın, cimri olmayın, tembel olmayın,” der gibi.. Ama Peygamberimiz, emir olarak söylemiyor, dua olarak uyarıyor. Dolayısıyla buradaki inşaî mânâ göz önünde bulundurulmalıdır.

Abdullah b. Abbas radıyallâhu anhümâ anlatıyor: “Rasûlullah, insanların en cömerdi idi. Ramazanda ise son derece cömert idi.”[15] Bu gâyet tabiî bir durum. Haberî mânâya göre; Abdullah b. Abbas bunu söylerken Peygamberimiz’in ahlâkını, ahlâkının güzelliğini cömertliğini anlatıyor ama aynı zamanda bir de mesaj veriyor: Müslüman, Ramazan’da Peygamber’inin çizgisinde yürüyerek cömert olmalı, demek istiyor. Rasûlullah (s.a.v), Ramazan’da Cebrail aleyhisselâm ile karşılaştığında, mukabele okuduğunda rahmet yüklü bulutların gelmesine vesile olan o rüzgârlardan daha cömertti. Müthiş bir benzerlik var. Cömertliğin sebebi de mukabele okumak. Sevgili Peygamberimiz sallallâhu aleyhi sellem’in Cebrail aleyhisselâm ile görüşmesi sebebiyle son derece cömert oluyor. Sen de kuru kuru mukabele okumamalısın, Kur’ân-ı Kerîm’in bereketi sebebiyle cömert olmalısın.

Biz “Ey Ebâ Umeyr! Senin serçe kuşuna ne oldu?”[16] hadîs-i şerîfini okuyoruz. Bu hadisten; kafiyeli konuşma, kuş beslemek, küçük çocuğu ziyaret etmek, kuşu öldü diye çocuğa taziyede bulunmak, Allah Rasûlü’nün çocuklara şefkatle davranması gibi o kadar çok sonuç çıkarılıyor ki!.. Ve hiçbiri de zorlama ürünü değil, gâyet tabi olarak bu mânâlar anlaşılıyor.[17]

Dolayısıyla hadîs-i şerîfleri tam mânâsıyla anlamak için Arapça bilmek yeterli değil. Çünkü hadislerin kendisine mahsus bir Arapçası var. Kendine mahsus bir üslubu var. Kur’ân’ı Kerîm’in o beliğ üslûbu, mucizevî, icaz dolu o üslubundan sonra hadîs-i şerîflerin de elbette kendine mahsus üslûbu ve belagati vardır.

Mesela, “Gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayınız,[18] âyetini tefsir ederken; Peygamberimiz: (القُوَّةَ الرَّمْیُ اَلَا إنَّ) buyuruyor. Tercüme edelim: “İyi bilin ki, kuvvet, atmaktır.[19] Kuvvet, silah atmaktır. “Atmak” şeklinde genel bir ifade kullanılıyor. O gün ok atmak, gülle atmak gerekliydi. Sonra silah atmak oldu, bomba atmak oldu, füze atmak oldu. Yani âyet-i kerîme, “Düşmanlarınızı ürkütecek, korkutacak, caydıracak kuvvet hazırlayın.[20] diyor ya; Peygamberimiz, “atmak” kelimesini kullanıyor, ok atmak demiyor. İşte burada, silah kullanmayı böyle bir kelime ile ifade ediyor.

Peygamberimiz sallallâhu aleyhi vesellem “Cevâmiu’l-Kelim” sahibiydi. Az sözle çok mânâ ifade ediyordu. “Savaş hiledir.[21] ifadesi, bugün bütün dünya savunma stratejilerinde en önemli ifadedir. Sadece iki kelime ile birçok şeyi özetliyor. Bu hadis bütün dünyada kabul gören evrensel bir ifadedir. Tüm zamanların en büyük askerî teorisyeni sayılan Çinli ünlü filozof ve General Sun Tzu (doğ. MÖ 500) Savaş Sanatı kitabında “Savaş hiledir.” demiştir.[22]

Muhterem Hocam, hadîs-i şerîfleri okurken hadis metniyle alâkalı olarak bazı soru işaretleri oluşabiliyor akılda. Okuduğumuz bir hadîs-i şerîf akılla, Kur’ân’la, tarihi gerçekliklerle çelişkili gözükebiliyor. Buradan da hareketle şöyle bir soru sorsak: Genel olarak hadislerin doğru anlaşılmasında nasıl bir usûl takip edilmeli?

Hadîs-i şerîf okutan kimse asla şüphe ve tereddüt verecek ifadeler kullanmamalıdır. Şüphe, tereddüt, kuşku, temel İslam ilimlerinde olmamalıdır. Bazı hadîs-i şerîfler muhkem, son derece açıktır. Mesela, “Hayâ imandandır.[23] gibi hadîs-i şerîflerin büyük çoğunluğu yanlış yorumlanması mümkün olmayan muhkem hadislerdir

Müteşâbih hadisler ise aynen tercüme edildiğinde yanlış anlaşılabilir, yanlış yorumlanabilir. Dolayısıyla tercümede yanlış anlamaya ve yanlış anlaşılmaya müsait ifadeler kullanılmamalıdır. Ya ilâve ara cümleler kullanılmalı ya da geniş açıklama yapılmalı, yanlış anlamaya fırsat verilmemelidir. Kur’ân-ı Kerîm ile tarihi gerçekliklerle, akılla hadîs-i şerîfler asla çelişmez. Çelişkili gibi görünen hadisler varsa, Muhtelifu’l-Hadîs ilmi ile ilgili eserlerde bu hususlar çözüme kavuşturulmuştur.

Mesela, Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz bize sahih isnadla nakledilen bir hadisinde “Bulaşma diye bir şey yoktur.[24] buyuruyor. Bulaşıcı hastalık reddediliyor bu hadiste. Bir başka hadisinde ise, “Bir yerde bulaşıcı bir hastalık gördüğünüzde oraya girmeyin, Bulunduğunuz yerde bulaşıcı hastalık çıkarsa oradan çıkmayın.[25] buyuruyor.

Bu iki hadîs-i şerîf dış görünüş-zahiri itibariyle çelişkili gibi görünüyor. Bunların arasının cem edilmesi, telif edilmesi, aralarının bulunması mümkündür. Bu telif yolu  “Allah’ın takdiri olmaksızın bulaşma diye bir olay yoktur.”[26] şeklinde bulunmuştur. Mesela, kızamık hastalığı bulaşıcı bir çocuk hastalığıdır. Kızamık hastalığına yakalanan bir çocuk on çocukla oynuyor. Üçüne bulaşıyor diğerlerine bulaşmıyor. Sebep nedir? Bu durum tıpta şöyle açıklanabiliyor: Kızamık mikrobu diğer çocuklara da bulaşmıştır ama onların bağışıklığının güçlü olması, alyuvarlarının güçlü olması sebebiyle çok fazla etkisi ortaya çıkmamıştır. Daha sonra nüksedebilir. Peki… O ortamda hiç mikrop bulaşmayan çocuk da olabiliyor.

Burada şöyle düşünmek zorundayız: Bulaşıcı hastalık, Cenâb-ı Hakk’ın takdiridir, ancak buna karşı kul olarak biz ne yapmalıyız? Nasıl tedbir almalıyız? Bunun gereğini yerine getirmek zorundayız. Hadisler bu şekilde cem edilmesi mümkünse cem edilir. Edilmezse söylendiği tarihe bakılır.

Meselâ: Bugün Fatih Camii’nde biri bana şu soruyu sordu: “İmam herhangi bir mazereti sebebiyle oturarak namaz kıldırsa cemaat ayakta durabilir mi?” Bu konuda Sahih-i Buhârî’de iki hadîs-i şerîf var. Birinde şöyle deniyor: Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm attan düşmüştü, yaralanmıştı oturarak kıldırdı. Cemaat arkada ayakta durdu. Peygamberimiz bunun üzerine; “İmam uyulsun diye imam olmuştur. İmam oturduğunda siz de oturun, ayakta namaz kıldırırsa siz de ayakta kılın.[27] buyurdu. İkinci hadise göre; Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm hayatının sonunda, son hastalığında oturarak namaz kıldırmış, cemaat ise ayakta namaz kılmıştı.[28]

Her ikisi de Buhârî hadisi. Sahih-i Buhârî’de bu hadislerden birini okuyan kimse, birinci hadise uyarsa imam oturduğunda oturması; ikinci hadise uyarsa ayakta durması gerek. İki hadis arasında çelişki var gibi görünüyor. Hâlbuki bu iki hadis arasında çelişki yok. Birinci hadis tarihî bir olayı anlatıyor. İkinci hadis ise bu konudaki son uygulamayı anlatıyor. Birinci hadis mensûh, ikinci hadis nâsihtir, yani ikinci hadis birinci hadisin hükmünü kaldırmıştır. Ama İmam Buhârî, Sahih’inde böyle bir açıklama yapmıyor. Hadis ve Fıkıh ilmiyle meşgul olanlar önceki olayı, sonraki olayı gayet iyi bildikleri için aradaki tarih farkından nâsih-mensuh irtibatını görüyorlar.

Sadece mücerred hadis okumak yeterli değil. Hadislerle birlikte Nâsihu’l-Hadîs ve Mensûhuhu, Sebebü Vurûdi’l-Hadîs, Te’vilü Muhtelefi’l-Hadîs gibi ilimlerin de bilinmesi gerekiyor.

Bir hadisin, Kur’ân ile çatışması mümkün değil, tarihî gerçeklerle çatışması mümkün değil. Bir çelişki olduğunu iddia edenler kendilerine yazık ediyor, bu mümkün değil. İşte burada “metin tenkidi” gündeme gelir, sorduğunuz hususlar metin tenkidi ile ilgilidir. Hadislerin metin tenkidi yapıldığında bu gibi neticeler ortaya çıkıyor. Tarihte isnad tenkidi gibi metin tenkidi yapılmıştır. Ancak metin tenkidi, hadis şerhi bünyesinde yapılıyordu. Şu anda metin tenkidi ayrı bir ilim dalı şeklinde incelenmektedir. Metin tenkidinde nefsanî his olmamalı, hadis metin, bilgi ve birikimi güçlü olmalı.

Mesela, Aliyyü’l-Karî, ezandan sonra okunan duada[29] (ed-Derecetü’r-Rafîa) ilâvesinin mevzû olduğunu söylemiş, Sehavî’nin: “Bu ilâveyi rivâyetlerin hiç birinde görmedim.” ifadesini nakletmiştir.[30] Sehavî’nin üstadı Hafız İbn Hacer el-Askalânî de, et-Telhîsu’l-Habîr’ de; “Bu hadisin rivâyetlerinden hiç birinde (ed-Derecetü’r-Rafîa) ifadesi zikredilmemiştir.” demiştir.

Ezandan sonra okunan duada; “Ve’d-deracete’r-rafîa” ifadesi hiçbir rivâyette yok. Hiçbir rivâyette olmayan bu ifade Peygamberimiz’e yamanırsa ne olur? Mevzû hadis olur. Hadis âlimleri; “Bu ifade, hiçbir rivâyette yoktur, diyebilmek için Şamile’ye başvurmadılar, bütün hadis kitaplarını taradılar, sonunda böyle bir neticeye vardılar. Bir ifadenin temel hadis kaynaklarının hiçbirinde bulunmaması, yani temel hadis kitaplarında bulunmaması o ifadenin sıhhatine gölge düşürmektedir.

Süyûtî bu konuda, “Ehli nezdinde araştırılan, ama râvîlerin gönüllerinde ve kitapların bağrında bulunamayan rivâyetler, yalan olduğu kesin olan rivâyetlerdendir.” demiştir.[31]

Hadislerin doğru anlaşılmasında nasıl bir usûl takip edilmelidir? Hadislerin doğru anlaşılması için Kuran-ı Kerîm’e, sahih hadislere ve şerhlere başvurmalıdır. Yolumuz Ehl-i Sünnet yoludur. Çizgimiz, müstakîm ilim erbabının çizgisidir. Sahih-i  Buhârî’nin yüzden fazla şerhi var. Hadisler, Arapça olduğu halde niçin yüzden fazla Arapça şerhe ihtiyaç duyulmuştur? Arapça bilen kimseler Sahih-i Buhârî’yi okuyup anlıyor. Şerhleri de Arapça… Bu kadar şerhin olmasının sebebi, hadislerin çok yönlü incelenmesinin gerekliliği sebebiyledir. Mesela: Sahih-i Buhârî şerhi olan Umdetu’l-Kârî 25 cilttir. Sahih-i Buhârî’nin diğer şerhi Fethu’l-Bârî 13 cilttir.

Mesela: Sahâbeden bir gelin hanım (Ümmü Üseyd), şıra hazırlıyor ve Ebu Üseyd Malik b. Rebîa el-Ensarî (r.a) ile evleneceği düğün günü Peygamberimiz’e ve onunla birlikte olan birkaç sahâbîye şıra ikram ediyor. Bu hadis Sahih-i Buhârî’de[32] bulunuyor. Hadisin şerhine bakıyorsunuz, İbn Hacer, Fethu’l-Bârî’de[33], ve Aynî, Umdetu’l-Kârî’de[34]; “Fitneden emin olduğu takdirde gelin hanım, misafirlere hizmet edebilir.” diyor. Yine Umdetu’l-Kârî’nin bir başka yerinde[35] aynı hadisle ilgili olarak; “Bu olay tesettür ve hicab âyetinin nüzûlünden önce olmuştur.” denilmektedir. Dolayısıyla o gün için caiz olan bir konu, hicab âyetinin nazil olmasından sonra caiz olmayacaktır.

Bu hadisi şerhiyle birlikte okumazsanız, hatta bir şerhe bakar diğerine bakmazsanız, gelin hanım düğün günü misafirlerine hizmet edebilir, diyebilirsiniz. Derinliğine incelemeyip böyle diyenler de var. Hadisleri şerhiyle okuduğunuz zaman yanlışa düşme ihtimaliniz ortadan kalkacaktır.

Muhterem Hocam, hadîs-i şerîflerle ilgili belli söylemleri olan bazı kimseler veya gruplar ifade ettiğimiz tarzda hadisleri belli mecralarda çeşitli akıl oyunları, dil oyunları, algı yönetimi vs. ile genel itibariyle hadîs-i şerîflerin güvenilirliğine ve onlarla amel etmeye yönelik kafalarda ciddi soru işaretleri ve şüphe bırakıyorlar. Böyle kişilere karşı tutumumuz nasıl olmalı, onları nasıl tanırız?

Evet, bugün hadis âlimleri için en önemli iki tehlike; akılcılık (rasyonalizm) tehlikesiyle, şüphecilik (septisizm) tehlikesidir. Olayları rasyonel inceleyen ve sürekli yıkıcı şüphe üretenler 1400 senedir İslam âlimlerinin kabul ettiği hadisler üzerine sürekli birtakım yeni kuşkular, yeni tereddütler ortaya koymaktadırlar. Kaderi inkâr, şefaati inkâr, kabir azabını inkâr, Hz İsa’nın (a.s) nüzulünü inkâr, Hz. Mehdi’nin gelişini inkâr, Deccal’i inkâr gibi böyle bir inkâr listeleri var.

Her konuşmasında, vaazında, konferansında mutlaka bir veya birkaç şeyi inkâr etmeyi hedef haline getirmiş bu insanlar. Burada isim vermeyeceğiz. Bugün bunları diyen filan kimse olabilir, başka bir gün filan kimse olabilir. Biz hadisleri sevdirmekle yükümlüyüz. Hadisleri anlamak ve yaşatmakla yükümlüyüz. Ama birileri herhalde hadisleri dinamitlemekle yükümlü. Bu mânâda akılcılıkla günümüz insanına hitap ediyorlar. Altyapısı, arka planı olmayan insanlar da kolayca ikna oluyorlar, aldanıyorlar. Dolayısıyla biz, hadisleri öğretmeliyiz. Hadis bilgi ve birikimi arttıkça bu insanların sözlerinin yanlışlığı açığa çıkacaktır. Bunların art niyetli oldukları, samimi olmadıkları, “Kur’ân İslam’ı” söylemlerinin masum olmadığı ortaya çıkacaktır. Önce Peygamberimiz’i devreden çıkarmak istiyorlar, sıra Kur’ân-ı Kerîm’e de gelecek, ondan sonra Kur’ân-ı Kerîm de devreden çıkarılacak. Nitekim günümüzde Kur’ân-ı Kerîm âyetlerini çarpıtan kimselerin varlığı da bir gerçektir.

Tarih boyunca böyle kimseler gelmiş, birçok bâtıl mezhep, sapık cereyan, hurafeci akımlar ortaya çıkmış; Mutezile, Cebriye gibi bid’at mezhepleri türemiş. Bunlar âyetlerle, hadislerle insanları kandırmaya çalışmışlar. Tarihte de böyle çarpık düşünceli kimseler vardı. İsimleri unutuldu, gitti. Ümmet böylelerini rahmetle anmamış, rahmetle anmayacaktır.

“Aramızda Kur’ân hakem olsun.” diyenlere karşı Hz. Ali’nin verdiği cevabı biliyoruz: “Bu cümle doğru bir sözdür ama bununla batıl murad edilmiştir.[36] Yani siz, birtakım doğru cümleler kullanarak yanlış bir neticeye insanları sürükleyebilirsiniz.

Hakikatlerin zaman zaman istismar edildiği bilinmektedir. Kendisinin Peygamber olduğunu iddia eden yalancılar gibi, Mehdî olduğunu iddia eden sahtekârlar çıkmış, bir kısım insanlar aldatılmıştır. Cahil insan her şeyle aldatılır. Dinle de aldatılır, hısımlıkla da aldatılır, menfaatle de aldatılır. İslam âlimleri ve davetçileri sürekli uyarmış, asıl göreve dikkat çekmişlerdir. Bediuzzaman Said Nursî Barla’dayken, “Hocam, merak etmeyin, Mehdî gelecek, her şeyi düzeltecek.” diyen sâfî kalbli bir zata; “Mehdî geldiğinde seni vazife başında bulsun.” şeklinde cevap vermiştir.[37]

Biz, sahih hadislerle bildirilen Mehdî’nin geleceğine inanırız, ama oturup Mehdî beklemeyiz, İslâmî ve insanî görevlerimize devam ederiz. Bizim görevimiz, Mehdî’yi beklemek değil, bizim görevimiz takdir edilen zamanda gelip ümmetin başına geçecek olan Mehdî’nin cemaati olabilmektir.

Bediuzzaman Said Nursi’nin bu sözü Peygamber Efendimiz’in şu hadîs-i şerîfini de açıklamış oluyor:  Peygamberimiz Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem buyuruyor ki: “Kıyamet kopacağını bilseniz elinizdeki fidanı dikiniz.[38]

Seni, kıyametin kopması ilgilendirmiyor, elindeki fidanı dikmek ilgilendiriyor. İster bu hadisi hakikat olarak alın, ister mecaz olarak. Hakikat olarak aldığımızda şöyle anlarız: Bir fidan aldınız, dikeceksiniz, etraf karıştı, darbe söylentileri var, sen fidan dikeceksin. Ama mecaz olarak aldığımızda, başladığınız bir hayrı tamamlayın, şartlar ne olursa olsun, hayır işlemeye devam edin, şeklinde anlaşılır.

Mesela şimdi Katar ile Körfez ülkeleri arasında siyasî huzursuzluk var. Körfez ülkeleri geçtiğimiz Ramazan ayında Katar’a ambargo uyguladılar. Katar’lı bir doktor Ramazan’da Afrika’ya gitmeye, masrafı kendisine ait olarak Afrika’lı çocukları tedavi etmeye niyet etse, şartlar ne olursa olsun bu niyetini bu hayrı gerçekleştirmelidir. Katar karışmış, darbe olacak, siyasî durumda belirsizlik var, söylentilerine aldırış etmemelidir. Onu ilgilendiren nokta, niyet ettiği hayrı tamamlamasıdır.

Kıyamet alametlerini bu hadîs-i şerîfe göre yorumlamamız lazım. Ama kıyamet alametlerini, klasik ve cahilâne bir yorumla, “Küçük alametler çıktı, büyükleri çıkıyor. Kardeşim, hiç boşuna uğraşmayın. Cihada, tebliğe, hakkı tavsiyeye gerek yok, Zaten adım adım kıyamete yaklaşıyoruz. Oturun kıyameti bekleyin.” diyenler, kıyamet alametlerini yanlış yorumlamaktadırlar.

Bir başka husus, mesela, “Kadere İman” konusunu birileri yanlış anlatıyor, diye kaderi inkâr edemeyiz. “Çarpık kadercilik” anlayışı sebebiyle bizim, kaderi inkâr etmemiz gerekmez. Kaderi inkâr (kaderiyye) fitnesi, ilk çıkan ehl-i bid‘at mezheplerindendir.[39]

Biz kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanırız. Bizim kader anlayışımıza göre; bize verilen irade-i cüz’iyyemizi kullanır, sebeplere sarılır, neticeyi Allah’a havale ederiz. Tevekkül anlayışımız budur. Her şey Allah’ın takdiriyle olur. Doktor ne kadar gayret ederse etsin, hasta ölecekse kendi oğlu da olsa, annesi de olsa ölecektir. Doktorun üzerine düşen, tıbbî açıdan görevini yerine getirmektir. Hasta yakınlarının üzerine düşen, tedavisini yaptırmaktır. Hastanın üzerine düşen de tedavi olmak, ilaçları kullanmak ve şifayı Allah’tan beklemektir. Herkes kendi görevini yerine getirmekle yükümlüdür. Birileri, İslam’ı çarpıtıyorsa, birileri İslam’ı sadece camiye hapsediyorsa suç İslâm’ın değildir.

Bugün İslam dünyasında son yaşanan olayların sebebi, ümmet bilincinin kaybolması, İslam kardeşliği şuurunun zayıflaması, dış düşmanlara karşı birlik beraberlik içinde olunamamasıdır. Şu Ramazan’da yaşanan olaylara bakın. İslam Dünyası ciddî bir kriz yaşadı. Aralarında hiç problem görünmeyen Körfez ülkeleri arasında hiç beklenmeyen olaylar yaşandı.

Biz İslamî şuurlandırma çalışmalarını “Kur’ân ve Sünnet” ağırlıklı olarak gerçekleştirmek durumundayız. Hakikatleri çarpıtmaya çalışan kimselere karşı tutumumuz “ilmî” olmalı. Şiddet içeren ters ve sert ifadeler, suçlayıcı sözler, tekfir ifadeleri kullanılmamalıdır. Birilerini bidatçı, birilerini fasık, birilerini kâfir olarak ilan etmekle hiçbir şey kazanamayız. Biz, “Ya Rabbi! Bizi doğru yola ilet.[40] deriz. Peki, doğru yol nedir? “Kendilerine nimet verdiğin, ikram ettiğin kişilerin yolu.[41]  Yani, “Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerin yolu.[42] Bizim yolumuz açık. Birileri bilerek veya bilmeyerek çarpıtıyorlar. İslam âlimlerini kötülüyorlar. Müslümanların zihin kodlarıyla oynuyorlar. Şüphecilikle İslâm’dan ve ibadetten bizi soğutuyorlar. Bunlara dikkat çekeriz, kardeşçe uyarırız, ikna etmeye çalışırız. Ama başında ve sonunda bize ve öylelerine hidâyeti, doğru düşünmeyi nasib edecek olan Allah’a yönelir, Ona iltica ederiz.

Biz niyet okuma durumunda değiliz. Kalpleri ve niyetleri en iyi bilen Allah’tır. Ama görünen odur ki, birileri hadîs-i şerîfin güvenilirliğiyle oynamaya çalışıyor ve bizim hadislere olan bağlılığımızı ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Kur’ân hatmi diye bir mesele yok, dersiniz; milleti hatimden soğutursunuz. Hatimle namaz kılmak da yok, dersiniz; ondan da soğutursunuz. Kazancınız ne olur? Herhangi bir konuda Peygamberimiz zamanında bu var mıydı yok muydu sorusu yanlış. Bu, Peygamber Efendimiz’in sünnetine uygun mu, değil mi? sorusu sorulması lazım. Peygamberimiz zamanında olmayan ümmetin alimlerinin takdir ettiği ne güzel sünnet-i haseneler var!…

Peygamberimiz zamanında İlahiyat Fakültesi de yoktu, İmam Hatip Lisesi de yoktu. Kur’ân Kursu da yoktu. Ama Erkam vardı, Suffe vardı. Dolayısıyla bizim için önemli olan; bir uygulamanın Peygamber Efendimiz’in -sallallâhu aleyhi vesellem- sünnetine uygun olup olmamasıdır.  Sünnet-i Seniyye’nin ruhuna, özüne uygun mu? Yani bugün kuraklık, kıtlık ve susuzluk çeken Afrika’da kuyu açmanız Sünnet-i Seniyye’nin ruhuna uygun mu? Evet uygun.

Kırım’da bazı İslâmî kuruluşlar, sütünü sağıp satmaları ve geçimlerini temin etmeleri için fakir ailelere inek veriyorlar. “Böyle bir sünnet var mı?” diye sorma yerine, “Sünnet-i Seniyye’nin ruhuna ve özüne uygun mu, değil mi?” diye sormalıyız. Yoksul aileye; bu ineğin sütünü sağ, iç, sat, bununla geçimini temin et ama bu ineği satmayacaksın, deniyor. Balık ikram etmiyor, balık tutmayı öğretiyor, Müslüman kardeşini iş sahibi yapıyor. Sünnet Seniyye’nin ruhunu, özünü kavramak, bizim için çok önemlidir.

Muhterem Hocam, normalde gâyet tabii hadîs-i şerîfleri kabul ettiklerini fakat bu sözlerin hadis olamayacağını ifade eden bazı kimseler var. Bu durumda isnad sisteminin önemi daha da öne çıkıyor. İslam ümmetine has bir usül olan “isnad sistemi”nin öneminden bahseder misiniz?

Hadiste isnad sistemi bu ümmete has bir sistemdir. İsnad sistemi, haberi nakleden kimsenin Sevgili Peygamberimiz’e kadar rivâyet zincirini kesintisiz olarak nakletme sistemidir. Günümüzde basın yayın ve iletişim alanında “haberi kaynağıyla birlikte nakletme” metodu son iki yüzyılın metodudur. Oysa hadis âlimleri bu metodu 1400 yıldır kullanmaktadırlar. Sened zincirinin nakledilmesiyle bu zincirde yer alan râvîler araştırma ve tartışılmaya açılmakta; isnad zincirinde bulunan bütün râvîlerin tek tek güvenilirlik dereceleri, hafıza seviyeleri, üstadları ve talebeleriyle olan irtibatları derinliğine araştırılmaktadır. Zira Hadis Tenkidi İlmi’nde “yapıcı şüphecilik” hâkimdir. Kriminoloji (Suç Bilimi)’de olduğu gibi gerçeğe ulaşabilmek için her ihtimal düşünülmelidir.

Önemli olan, Allah Rasûlü’nün yüksek hatırıdır. Hadis ilimlerinde ana gaye;  Allah Rasûlü’nün söylemediği bir şeyi Onun adına naklederek Onun huzurunda mahrum ve mahcup olmama gayesidir. Uygulanan isnad sistemiyle, yapılan titiz ve hassas çalışmalarla hadis diye uydurulan sözler, uydurmacılar, kötü niyetliler, hurafeciler ve yalancı kıssacılar tesbit edilmiş, hadisler ayıklanmış, hadis naklinde güven tesis edilmiş, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ile ümmeti sahih ve makbul hadislerde buluşmuşlardır.[43]

Muhterem Hocam, hadîs-i şerîflerin güvenilirliğine dair bu şekilde şüphelerle onları yok saymaya çalışanlar olduğu gibi 1400 küsur yıllık geleneği, ilmi birikimi yok sayarak hakkında neler söylendiğine dahi bakmadan kendilerine göre yorumlayanlar var. Bu kimseler nerelerde hata yapıyorlar? Bunlara karşı nasıl davranılmalıdır?

Ülkemizde ilahiyat alanında çok seçkin akademisyenler mevcuttur. Eserleri ve öğrencileriyle güzel hizmet yapmaktadırlar. Ancak yıkıcı şüphecilikle, hadisler hakkındaki şüphe ve kuruntularıyla hadislere duyulan güveni zedeleyen “akılcı ve şüpheci bazı medyatik akademisyenler” gerçekten son yıllarda hadislere olan güveni sarsan konuşmalar yapmaktadırlar. Bizim yolumuz, niyet okumak değildir. Gönülleri Allah bilir. Ama kaderi, kabir azabını, şefaati, nüzûl-i İsa aleyhisselamı ve Mehdi’yi… inkâr eden, sürekli ehl-i sünnetin kabul ettiği bazı hususları reddeden bu kimselerin masum olmadıkları, samimi olmadıkları, kadîm uygulamalara karşı çıkmalarından ve geçmiş müstakîm alimlere kin ve nefret aşılamalarından bellidir. Konuşmalarına başlarken; acaba bugün neyi inkâr edecek, diye beklediğiniz bu kimselerin yeni ve farklı şeyler söyleme adına şöhret, itibar, menfaat kazanma peşinde oldukları açıkça görülmektedir. Bilgi alt yapısı iyi olanları kandıramayacaklarını ve şuurlu insanları aldatamayacaklarını gayet iyi bilen bu çeşit kimseler sürekli yıkıcı, yıpratıcı ifadelerle zihin kodlarımızla ve gönül dünyamızla oynamaya çalışmaktadırlar.

Böylelerine karşı en etkili mücadele, ilim ve irfan silahıyla yapılacak mücadeledir. Yasaklama, engelleme ve suçlama ile bir yere varmak mümkün değildir. Biz burada sadece yangına işaret etmek istiyoruz. Her ormanda her kötü niyetli insan yangın çıkarabilir. Önemli olan; yangınlara karşı tedbirli olmak, yangın tehlikesine karşı insanımızı bilgilendirmektir. Caydırma veya cezalandırma yöntemi yetkililerin görevidir. Dolayısıyla şu noktaya dikkat çekmek elzemdir: Kâfir, münafık… gibi her çeşit ağır suçlamalardan kaçınılmalıdır. Muhataba göre şurup ve şerbet verilmelidir. Yanlış anlaşılabilecek ve yanlış yorumlanabilecek ifadelerden uzak durulmalıdır. İhtilaf ve tartışma konuları uluorta gündeme getirilmemelidir. Ancak ilahiyat ve diyanet camiası olarak akademik anlamda her konu ilim meclislerinde ilmî ölçüler çerçevesinde tartışılmalı, sonuçlar halka duyurulmalıdır. Derin bilgisi olmayanların kolay anlayamayacakları konular panel şeklinde çok geniş bir şekilde çok yönlü olarak ele alınmalıdır.

Muhterem Hocam, bunlarla birlikte yine çeşitli şekillerde ve amaçlarla halkın dine, sünnete bağlılığını sömürmeye çalışanlar, hadisleri kullanarak hurafecilik yapanlar var. Böyle durumlarda niyet okuması yapmaya çalışmak doğru olur mu? Bu kimseleri nasıl tanırız? Tutumumuz nasıl olmalı?

Gerçekten radyo ve TV’lerde güzel irşad programları yayınlandığına şahit olmaktayız. Ancak medyada gördüğümüz diğer bir grup olan “hurafeci medya vaizleri”ne de dikkat çekmek gerekmektedir. Bunlar “akılcı ve şüpheci medyatik akademisyenler” grubuna sürekli eleştiri malzemesi vermekte, hadisleri kollama ve koruma adına hadislere duyulan güveni dinamitlemeye çalışmaktadırlar. Bu çeşit kimselerin uydurma hadisleri fütûrsuzca kullandıkları, aşırı mübalağalı bir üslupla konuştukları görülmektedir. Zaman zaman akaid konularında bile problemli olacak ifadeler kullandıkları görülmektedirler. Nafile ibadetleri tavsiye etmek güzeldir. Ama sünnette ve selef âlimlerinde hiç görülmeyen ibadet çeşitleriyle,  bid‘at ve hurafelerle samimi duyguları rencide etmek, batıl sözlerle Allah Rasûlü’nü müdafaa etmek Onun mümtaz çizgisine yapılacak en büyük hakarettir. Rahmet Peygamberinin sevgi ve müsamaha dolu çizgisi bizim çizgimiz olmalıdır.

Muhterem Hocam, hadisleri sert bir üslupla yorumlayan bir üçüncü grup olan tekfirciler grubu hakkında da bilgi verir misiniz?

Bu üçüncü grubun “Tekfirciler” ismiyle anılması çok doğru bir isimlendirmedir. Bir parça haricî, bir parça zahirî, bir parça selefî olan bu kimseler, maalesef sert ve katı söylemleriyle, kin, nefret ve şiddet dolu üsluplarıyla İslâm kardeşliğini dinamitlemektedirler. Bunlar Kur’ân-ı Kerîme ve Sünnet-i Seniyye’ye göre hareket ettiğini söyleyen ama “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel şekilde mücadele et.[44] âyetini ve  “Kim Müslüman kardeşine, ey kâfir, derse bu söz ikisinden birine döner.[45] yani bu sözü isabetli değilse kendisi kâfir olur, hadisini sanki hiç duymamış gibiler.

Tekfirciler, kendinden olmayanı Müslüman bile görmeyen, Müslüman kardeşine selâmı çok gören, yakınlarıyla irtibatını koparan eylemci bir gruptur. Son yıllarda İslâm dünyasında silahlı eyleme kalkışan bu grup tehlikeli gruptur. İlk silahları, Müslümanı bid‘atçilikle yaftalamalarıdır. Bid‘at -İmam Şâfiî’nin tarifine göre- “Dinde icad edilen, Kur’âna, Sünnete, esere veya icmaa aykırı şeydir.[46] Bu tarife göre dinin özüne uygun, İslâm ümmeti için faydalı,  güzel âdet ve gelenekler sünnet-i hasene kabilinden olup Sevgili Peygamberimiz tarafından tavsiye edilmiş, uygulamalardır, bid‘at diye adlandırılmaz. Suçlama ile başlayan davet ve tebliğ metodu nebevî metotla çelişmektedir.

Muhterem Hocam, şu sorumuzu da burada sormuş olalım: Her hadisle amel edebilmek mümkün müdür?

Her sahih hadis her zaman amele açık değildir. Hadis şerhleri bunun için çok önemlidir. Şerhsiz hadis okumak çoğu zaman yanıltabilir. Mesela: “Faiz ancak gecikme sebebiyle verilen faizdir,[47] şeklindeki sahih hadis hakkında Nevevî: “Sahih olduğunda âlimlerin ittifak ettikleri bir hadis olmasına rağmen amel etmemek üzerine ittifak ettikleri bir hadistir.” demiştir. Nevevî, ikinci yorumunda ise bu hadisin; “En şiddetli faiz, gecikme zammı olarak verilen faizdir.” şeklinde anlaşılabileceğini ifade etmiştir.[48]

Çünkü bu hadisi zahirine göre kabul etmemiz mümkün değildir. O takdirde “Ribe’l-Fadl” denilen; “Aynı cins ve miktardaki malların peşin olarak birbiriyle değiştirilmesinden alınan fazlalık” anlamındaki faiz çeşidi reddedilmiş olmaktadır. Bu sebeple bu hadis aynen alınmayan, yorumlanmaya muhtaç hadislerden biri olarak kabul edilmiştir.

Hadis ilimleri gerçekten ayrıntıları ve incelikleri çok derin ilimlerdir. Rical İlmi, Cerh ve Ta’dil İlmi, Tahric İlmi, Sened Tenkidi İlmi, Metin Tenkidi İlmi, İlel İlmi, Hadis Istılahları İlmi, Nâsih-Mensûh İlmi, Muhtelefü’l-Hadîs İlmi, Garibü’l-Hadîs İlmi, Ehâdîsü’l-Ahkâm İlmi, Esbâbu Vurûdi’l-Hadîs İlmi, Hadis Şerhi İlmi ve diğer hadis ilimleri bilinmeden hadisler hakkında konuşmak sorumsuzluk olur. Bu ilimlerin isimlerini bile duymayanlar tercüme hadis kitaplarını bir parça okumaktan cesaret alarak hadisler hakkında konuşmaya çalışacak olurlarsa kendilerine yazık etmiş olurlar. Kendilerini ömür boyu hadis ilimlerine veren münekkid ve müdakkik hadis âlimlerinin bilgi ve birikimi bizim için çok önemlidir. Ahlâk ve fezâil hadisleriyle amel etme konusunda problem yoktur.

İman konusundaki “Kalpler Allah’ın parmakları arasındadır. Kalpleri dilediği gibi çevirir.[49] benzeri müteşabih hadislerde kullanılan kelimelerden çok, verilmek istenen mesaj iyi anlatılmalıdır. Hadislerde geçen mecaz, istiare ve teşbih gibi edebî sanatlar iyi işlenmelidir. Kaderle ilgili konular, gelecekte meydana gelecek olaylarla ilgili fiten hadisleri, kıyamet alâmetleriyle ilgili hadisler iyi açıklanmalı, özellikle ana ilkeler iyi verilmelidir. Yanlış anlamaya sebep olacak konular, hadis arka planı olmayanlara anlatılmamalıdır. İbadet konularında farklı mezheplerin uygulamalarıyla kafa karıştırılmamalıdır.

Muhterem Hocam, aslında bu gruplarla ilgili sorduğumuz soruları şöyle özetlemiş olalım: Hadîs-i şerîflerin hayata yansımasında temel kriterler nelerdir?

Hadis ilmi, İslâmî ilimlerin mayasıdır. Hadis âlimi, takva ve ihlası aşılama görevlisidir. Toplumun harcı olan irşad erbabının en önemli birikimi, Kur’ân ve Hadis ilimlerindeki bilgi ve birikimdir. Hadis kitapta kalmamalı, yaşanmalı ve uygulanmalıdır. Hadîs-i şerîflerin hayata yansımasında temel kriterler; hadislerin iyi anlaşılması, iyi uygulanması ve başkalarına iyi duyurulmasıdır. Bu da ancak ümmetin imamlarının, âlimlerinin ve salihlerinin bakış tarzını iyi kavramakla mümkündür. Hadisler, Allah Rasûlü’nün ümmetine miras bıraktığı muazzez hatıralarıdır. Hadisler, Peygamberimiz sallallâhu aleyhi vesellem’in kıyamete kadar ümmetine verdiği nebevî mesajlarıdır. Dolayısıyla bu mesajın ana hedefi ve arka planı üzerinde önemle durulmalıdır.

Kelimelere takılmadan hadisin ana gayesi iyi anlaşılmalıdır. Kulluğumuzu, ibadetimizi, ubudiyetimizi, imanımızı, ahlâkımızı, aileyi, eğitimi, yönetimi, her şeyimizi ama her şeyimizi Kur’ân-ı Kerîm’e ve Onun en güzel açıklaması ve uygulaması olan hadislere göre düzenlemek zorundayız. Bunun için hadisler çok okunmalı, ezberlenmeli ve özellikle iyi kavranmalıdır. Hadisler bir “ilaç” gibi değerlendirilmeli, yerinde zamanında kullanılmalıdır. İstisnaî durumlar, fıkhî meseleler, özel şartlar, ümmetin menfaat ve maslahatı dikkate alınmalıdır. Bugün ilk vurgulanacak konular ibadet hassasiyeti, İslam kardeşliği, infak ve ikram, ilim ve irfan hamlesi, ümmet bilinci, helal lokma duyarlılığı, kul hakkı sorumluluğu, siyasî şuur, emperyalizm ve siyonizmin hedefleri, İslam Dünyası’nın kalkınması, sevgi ve rahmet mesajı olmalıdır.

Muhterem Hocam, bu konuda son tavsiyeleriniz nelerdir?

Bu güzel temenniler, bu güzel hedefler ancak hadis ilimlerinde uygulanacak ciddî program, ihlaslı üstadlar ve gayretli talebelerle mümkündür. Bunun için tarihimizde çok önemli yeri olan Daru’l-Hadis’ler ihyâ edilmelidir. İlahiyat Fakülteleri veya İslâmî İlimler Fakülteleri programlarındaki sınırlı ders saatleriyle bu ulvî hedeflerin gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Artık ülkemizde “İslâmî İlimler Üniversiteleri” açılmalıdır.

Bünyesinde Kur’ân İlimleri Fakültesi, Hadis İlimleri Fakültesi, İslam Hukuku Fakültesi, Tebliğ ve İrşad Fakültesi, İslam İnancı ve Düşüncesi Fakültesi, İslam İktisadı Fakültesi ve İslam Siyaseti Fakültesi gibi bölümleri barındıran İslâmî İlimler Üniversitelerinin ana hedefi; ihlas ve takva sahibi aynı zamanda ufuk ve vizyon sahibi ilim adamlarının yetiştirilmesi olmadır. Kaliteli ve seviyeli ilim ve irşad erbabının eksikliğinin acısını gönlünde hissedemeyenler yeni yepyeni bir nesil yetiştiremezler.

Son söz olarak; İslâmî ilimlerde kalite ve seviyeyi yükseltmek için sabah-akşam gayret eden ilim erbabının muvaffakıyeti için dua ediyor, bizim istikametten ayrılmamamız için ilim erbabının ve talebelerimizin hayır dualarını bekliyor, âlimlerimizden ve irşad erbabından vefat edenleri rahmetle ve minnetle yâd ediyorum.

Bu münasebetle Reyhan Dergisi’nde müstesna yazılarını okuduğumuz, irşadından müstefîd olduğumuz, geçen yıl ebedî aleme uğurladığımız merhum Ahmet Yaşar Hocaefendiyi de rahmetle anıyorum. Makamı Cennet olsun. Rabbim Cennet’te buluştursun.

Muhterem Hocam, teşekkür ederiz, Allah razı olsun. Dualarınızı bekleriz.

* Doç. Dr., Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Hadis Anabilim Dalı.

[1] bkz. Âl-i Imrân, 3/31,132; Nisâ, 4/59,69,80; Enfâl, 8/20,46; Nûr, 24/51,52,56; Ahzâb, 33/71; Haşr, 59/7 v.d.

[2] Nisâ, 4/81.

[3] Nisâ, 4/65.

[4] Tirmizî, İlim 7; Ebu Davud, İlim 10; İbn Mace, Mukaddime 18.

[5] http://www.hadishalkalari.net/?aType=sayfa&id=ilkders

[6] http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=350510&idno2=#1

[7] https://adabislami.org/magazine/2016/12/2773/14

[8] Müslim, Zikr 73; Ebu Davud, Vitr 32; Tirmizî, Deavât 68; Nesaî, İstiaze 2; İbn Mace, Mukaddime 23.

[9] Müslim, Taharet 1.

[10] a.g.e

[11] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, İstanbul, VII, 238.

[12] Tirmizî, Zühd 14; İbn Mâce, Zühd 3.

[13] İbn Mâce, Tıb, 43.

[14] Müslim, Zikir 73.

[15] Buhârî, Bedü’l-Vahy 5, 6, Savm 7, Menâkıb 23, Bed’ul-Halk 6, Fezâilü’l-Kur’ân 7, Edeb 39.

[16] Buhârî, Edeb 81, 112; Müslim, Edeb 30; Tirmizî, Birr 57; Ebû Dâvud, Edeb 69; İbn Mâce, Edeb 24.

[17] bkz. http://www.quran-m.com/quran/printarticles/2477

[18] Enfâl, 8/60.

[19] Müslim, İmare 167; Tirmizî, Tefsir, Enfâl; Ebu Davud Cihad 24.

[20] Enfâl, 8/60.

[21] Buhârî, Cihad 157; Menakıb 25; İstiâze 6; Müslim, Cihâd 17, Zekât 153; Tirmizî, Cihâd 5; İbn Mâce, Cihâd 28.

[22] http://www.kitapyurdu.com/kitap/savas-sanati/41818.html

[23] Buhârî, İman 16; Müslim, İman 59.

[24] Buhârî, Tıb 19.

[25] Müslim, Selâm 32.

[26] Salih Kesgin, “(Hastalıkta) Bulaşıcılık Yoktur” Hadisinin İsnad ve Metin Açısından Tahlili”, http://dergipark.ulakbim.gov.tr/hititilahiyat/article/view/5000109580

[27] Buhârî, Ezan 132, 72, 74, 76; Müslim, Salât 124, (433, 434); Ebu Davud, Salat 94.

[28] Buhârî, Ezan 46, 94; Müslim, Salât 98; Nesaî, Cenaiz 7.

[29] Yani ezanı dinledikten sonra okunması sünnet olan dua demektir. Bu duayı Buhârî (Ezan 8) Cabir’den (r.a) rivâyet etmiştir: Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi vesellem buyuruyor ki: “Kim ezanı dinledikten sonra, “Ey bu tam davetin ve kılınmakta olan namazın Rabbi olan Allahım!.. Muhammed’e vesileyi, fazileti ver. Onu, kendisine vadettiğin Makâm-ı Mahmûd’a ilet.” derse; kıyamet günü ona şefaatim helal olur.

[30] bkz. Sehavî, Makâsıd: s.212; İbnü’d-Deyba’, Temyiz: s.90; Aliyyü’l-Karî, Kübra: s.205; Aclunî, Keşf: I, 483.

[31] Süyûtî, Tedrîbu’r-Râvî, thk. Muhammed Avvâme, I.bsk, III, 437.

[32] Buhârî, Nikâh 71.

[33] İbn Hacer, Fethu’l-Barî, XI, 554; Nikâh 77, hadis no: 5182.

[34] Aynî, Umdetu’l-Kari, XX, 233; Nikâh 77 hadis no: 5182.

[35] Aynî, Umdetu’l-Karî, XX, 225; Nikâh 71, hadis no: 5176.

[36] Müslim, Zekât 154

[37] Said Nursî, Kastamonu Lahikası, s.148

[38] Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, s. 168, Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IV, 63. Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, III, 30

[39] DİA, XXIV, 64

[40] Fatiha, 1/5

[41] Fatiha, 1/6.

[42] Nisâ, 4/69.

[43] Geniş bilgi için bakınız. Halil İbrahim Kutlay, Hadiste Sened Tenkidi, Elif Yayıncılık, İstanbul, 2015

 

[44] Nahl, 125.

[45] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111.

[46] Bkz. Beyhakî, Menakıbü’ş-Şafiî, I, 469; İbn Hacer, Fethu’l-Barî,  XIII, 253.

[47] Buhârî, Büyû‘ 79; Müslim, Müsâkât 101.

[48] Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, VI, 10; İbn Hacer, Fethu’l-Barî: 4/378.

[49] Müslim, Kader 3.