İçeriğe geç
Anasayfa » HADİS OKUTULAN HUSUSİ MEDRESELER DÂRU’L-HADİSLER

HADİS OKUTULAN HUSUSİ MEDRESELER DÂRU’L-HADİSLER

Sekizinci hicri asrın fıkıh âlimi ve biyografi yazarı Tâceddin Sübkî, Şâfiî âlimi ve müctehidlerinden olan babası Takıyyüddin Sübkî’nin terceme-i halinde şu hadiseyi nakleder: “Babam, Şam’daki Eşrefiyye Dâru’l-Hadisi’nde kalıyorken, Dâru’l-hadis’in ders salonu olan mescide teheccüd namazı kılmak için çıkar, yüzünü gözünü, muhaddisîn kürsüsüne serili örtüye sürerdi. Bu örtü, müesseseyi vakfeden Melik Eşref’ten kalmadır. Üstünde ismi yazılıdır. Nevevî ders okuturken onun üzerine otururmuş. Sonra, babam bana yazdığı şu şiiri okudu:

Dâru’l-hadisteki lâtif mâna

Namaz kıldığım, sığındığım yer

Ümidim o ki değer yanağıma

Nevevî’nin ayak bastığı yer.”

Bu şiirin ilk mısraındaki “lâtif mâna”ya sonra işaret etmek üzere bir “mim” koyalım ve devam edelim: Baba Sübkî’nin, Mısır’dan gelerek verdiği eğitim, hoca ve yetiştirdiği talebelerle şöhreti İslâm âlemine yayılmış. Şam’daki Eşrefiyye Dâru’l-Hadisi’ne geldiğinde dönemin meşhur muhaddis ve fıkıh imamı, Riyâzü’s-Sâlihîn diye meşhur eserin de sahibi Nevevî’yi orada bulamaz. O, Şam’ın güneyinde, Havran bölgesinde yer alan köyü Nevâ’ya gitmiştir. Ancak İmam Sübkî, kendisine yol gösterecek birisini ister ve Nevevî’yi köyünde ziyaret etmek üzere atına binip, kılavuzu yaya yola koyulurlar. Yolda delil anlatır:

“Bir gün Nevevî şöyle yaptı, şöyle dedi.” İmam Sübkî, gencin o büyük âlimle alakasını öğrenmek maksadıyla sorar:

“Sen onu nereden tanıyorsun?”

“O benim hocamdır. Şu kadar senedir ondan ders okuyorum.”

Bu cevap karşısında İmam Sübkî irkilir, derhal atından iner ve deliline;

“Lütfen bininiz.” der. “Ben onun talebesinin yanında; o yaya ben binekte yolculuk yapmaktan hayâ ederim.”

Bu hâdise, âlimlerinin birbirlerine duydukları saygı ve tevazuun bir göstergesi olduğu kadar o dönem Eşrefiyye Dâru’l-Hadisi’nde vazife yapan büyük fakih ve muhaddis Nevevî’nin kadrine işaret etmesi bakımından da önemlidir.

Şam’da 1989-1992 yılları arasında kaldığımız dönemlerde eski Şam’ın hemen dış tarafında içerisinde sahâbe kabirlerinin de yer aldığı Bâbü’s-Sağîr Mezarlığı’nı zaman zaman ziyaret ederdik. Ziyaretlerimizin birinde yolun ortasında kalmış bir kabir dikkatimizi çekmişti. Mezarın sağından solundan akan trafiğe bakıldığında kabristanlığa bitişik bu yerin eskiden mezarlığa dâhil olduğu sonradan kaldırılıp yola dönüştürüldüğü anlaşılıyordu. Ancak bir mezar kaldırılamamış yolun ortasında kalmıştı. Yeşile boyanmış parmaklıklı bu mezarın mermer taşında sülüs yazı ile “İbn Asâkir” yazısını net biçimde okumuştuk. Bu mezar, resmî ilk dâru’l-hadis olma hüviyetine sahip Şam’daki Nûriyye Dâru’l-Hadisi’nin ilk şeyhi, 80 ciltlik meşhur Dımaşk Tarihi isimli eserin yazarı büyük muhaddis İbn Asâkir’e aitti.

Önceleri dârü’s-sünne adıyla özel teşebbüs şeklinde açılan hadis müesseseleri, hicri altıncı asırda devlet eliyle dâru’l-hadis ismiyle kurulmaya başlanmıştır. Nûriyye Dâru’l-Hadisi’ni de 566/1170 tarihinde Şam yöresine hükmeden Nûriyye Devleti’nin kurucusu bir Türk hükümdarı atabek Nureddin Mahmud Zengi, Dımaşk’ta İbn Asâkir adına inşa ettirmiştir. Öyle ki bu dâru’l-hadis, İslâm tarihinde, o dönemin muhaddislerini yetiştiren ve mezun eden bir müessese olmasının yanı sıra, şeyhleri ve müderrisleri ile de Dımaşk medreseleri arasında en fazla ilmî hareketliliğin yaşandığı bir medrese olarak kendini göstermiştir. Burası hadis ilmini yayan önemli, büyük bir merkez olmuştur. Evvelâ İbn Asâkir, sonra oğlu Kâsım ve daha sonra da Asâkir ailesinden muhaddislerin görev yapması onun önemini arttırmıştır. Hicrî altı ve yedinci asırlarda büyük âlimlerin birçoğu buradan mezun olmuşlardır.

Hadis ve hadise dair ilimlerin tahsil edildiği bir ihtisas müessesesi olan dâru’l-hadisler hiç şüphesiz, ilhamını Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in eşsiz hayatında mühim bir yere sahip olan Mescid-i Nebevî’nin ders halkalarından ve o halkaların daimi öğrencileri Suffa Ashâbı’ndan almıştır. Sevgili Peygamberimiz, mescidinde sahâbesine namaz kıldırmanın yanı sıra İslâm dinini de öğretiyordu. Derslerinde O (s.a.v.), mü’minleri Allah’a itaate dâvet ettiği gibi, cemaatin ictimaî hayatı ile alâkalı nizamlar da koymakta, bu şekilde dinî ve siyasî Müslüman topluluğunu mescitten idare etmekte idi. Genelde kendisine sorulan sualler bu ders halkalarında cevabını bulur, o dönemde mescid, daimî talebeleriyle (ehlu’s-suffa) adeta bir medrese hüviyetini aksettirirdi. Bizzat Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) burada dersler vermiş, sahâbîler de sabah namazından sonra halka halka oturup, Kur’ân-ı Kerîm tilâvet etmişler, fıkıh ve sünneti öğrenmekle meşgul olmuşlardır. İşte bu gelenek zamanla medreselerin kurulması ve onların bir uzantısı olmak üzere içlerinde dâru’l-hadislerin de bulunduğu ihtisas müesseselerinin açılmasıyla gelişim göstermiştir.

Nûriyye Dâru’l-Hadisi tüm İslâm coğrafyasına örnek olmuş peşinden Kahire’de Kâmiliyye Dâru’l-Hadisi yine Şam’da -yazımızın başında zikrettiğimiz- Eşrefiyye Dâru’l-Hadisi açılmıştır. Anadolu’da da dâru’l-hadisler tesis edilmiş, Anadolu’nun ilk dâru’l-hadisi olma şerefini Nûriyye Dâru’l-Hadisi’nden yetmiş yıl kadar sonra 640/1242’de Çankırı’da açılan Cemaleddin Ferruh Dâru’l-Hadisi ve ondan otuz beş yıl sonra da Konya’da yaptırılan İnce Minare Dâru’l-Hadisi hak kazanmıştır. Selçuklular döneminde Anadolu’da inşa edilen pek çok dâru’l-hadisi, Osmanlı Devleti zamanında aynı isimle yaptırılanlar takip etmiştir. İlk devir Osmanlı dâru’l-hadislerinin en meşhuru. Fatih Sultan Mehmed’in babası II. Murad’ın 828/1425’te yaptırdığı Edirne Dâru’l-Hadisi’dir. Bundan sonra Kânûnî Sultan Süleyman’ın 964/1557 yılında inşa ettirdiği Süleymaniye Dâru’l-Hadisi o dönemin şöhretli dâru’l-hadislerindendir. İslâm medeniyetinin son kalesi Osmanlı Devleti’nde dâru’l-hadis yaptırma geleneği on dokuzuncu yüzyılda da devam etmiş onlarca dâru’l-hadis, ülkenin bir başından bir başına kurulmuş ve eğitim-öğretim faaliyetini sürdürmüştür. Bu da söz konusu İslâm devletlerinin hadis ve sünnete verdikleri yüksek önemin bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

İslâm’da sünnetin yeri ne kadar önemli ise onun öğretilmesi de o kadar mühim bir yere sahiptir. Kur’ân’dan sonra ikinci kaynak olan ve mübarek kitabımızın tefsiri mahiyetindeki sünnetin İslâm’daki bu konumu, onun öğretimini de gerekli kılmış, üzerinde itina ile durulan bir seviyeye yükseltmiştir. Zira sünnetsiz İslâm olmayacağı gibi sünnetsiz Müslüman da olmaz.

Bugün ilahiyat fakültelerinin Temel İslam Bilimleri’nin hadis bölümlerinde yüksek lisans ve doktora programlarında hadise dair okutulan dersler ve yaptırılan tezler bir parça ihtiyacı karşılasa da bu çalışmalar, dâru’l-hadisler gibi müstakil ihtisas müesseselerinin bünyesinde yapılan hadise dair eğitim-öğretim faaliyetlerinin daha derin ve yüksek kalitedeki seviyesine ulaşabilmiş değildir. Hâlihazırda mevcut program ve kurumların bir İbn Asâkir, bir İmam Nevevî, bir İbn Hacer, bir İbnü’s-Salâh’ı çıkaramayışları da bunun en önemli göstergesidir. Dolayısıyla günümüz şartlarına uygun hadis ihtisas müesseselerinin kurulmasına ihtiyaç vardır.

Ancak bu şekilde dâru’l-hadislerdeki “lâtif mâna” yakalanmış olur. Bu, o mekânların ya sünnetle nurlanmasından ya da rivayete göre Eşrefiyye Dâru’l-Hadisi’ni yaptıran Eyyûbî hükümdarı Melik Eşref’in, bânîsi olduğu müessesenin anlamına yakışacak şekilde oraya vakfettiği güzeller güzeli Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in pabucunun sol tekinden kaynaklansa gerektir.

Timur belası o zaman Eşrefiyye Dâru’l-Hadisi’ni ve beraberinde dâru’l-hadisteki “lâtif mâna” ile onun kütüphanesini bir yangınla yok etmişti. Ancak İslâm ümmeti çabucak toparlandı ve yaralarını sarmayı bildi. Günümüzde hadise ve sünnete yönelik saldırılar dikkate alındığında aynı toparlanmaya ne kadar da çok ihtiyacımız var!

Bu, sırtımızda ifa edilmesi gereken büyük bir sorumluluk olarak hâlâ duruyor.

* Yrd. Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.