İnsanın diğer mahlûkâttan ayrıldığı en önemli noktalarından biri de konuşma özelliğidir. Bu konuşma özelliği sayesinde gönlünden geçeni diğer insanlara duyurma fırsatı yakalamış olur. Bu, hayır işinde kullanıldığı zaman bir ayrıcalık olduğu gibi, şer işinde kullanıldığı zaman onun cezalandırılmasına sebep olacak bir meziyettir. Dil, insanın sürekli mesûl olduğu organıdır. Hatta bir hadîs-i şerîfte ifade edildiğine göre diğer organlar kendilerinin korunması için lisân-ı hâl ile dile ricâda bulunurlar ve “Bizim hakkımızda Allah’tan kork. Çünkü bizler sana bağlıyız. Şayet sen dosdoğru olursan biz de dosdoğru oluruz, eğrilirsen biz de eğriliriz.”[1] derler. Bu, “İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında gözetleyen, dediklerini kaydeden bir melek hazır bulunmasın.”[2] ayetinde belirtildiği üzere onun her daim kontrol altında olması gerektiğine bir işarettir.
İnsanın, dilini muhâfazada en çok dikkat etmesi gereken mevzulardan biri de söylediklerinin “doğru” olmasıdır. Pek çok ayette doğru sözlü insanlar övülmüş olup, insanların doğru söz söylemesi, hatta doğru insanlarla beraber olması emredilmektedir.
Doğru söylemenin emredildiği ayetlerin yanında yalan söylemenin kötülüğü de tekrar tekrar zikredilmiştir. Hatta yalan söylemekten sakındıran ayetlerin birinde “…putlara tapma pisliğinden kaçının, yalan sözden kaçının.”[3] buyrularak yalan, puta tapma yani şirk ile yan yana zikredilerek günahının büyüklüğüne işaret edilmiştir.
Yalan söylemek başlıbaşına büyük bir günah iken daha büyüğü ise Rasûlullah (sav) adına yalan uydurmaktır. Hadis âlimlerinin en büyük hedefi de Peygamberimiz (sav)’den sonra, onun adına yalan söz isnad edilmemesidir. Zira Rasûlullah’ın Müslümanlar arasındaki konumu o kadar üstün idi ki o konuşurken sahâbîler başlarının üzerinde kuş varmışçasına, bir kelimesini dahi kaçırmadan dinlemek istemişlerdir. Veda haccına gelmiş olan Müslümanların dinledikleri veda hutbesinde, zikredilen yaklaşık 100.000 kişi hep Peygamberimiz (sav)’in sözlerine verdikleri ehmemiyyetten orada bulunmaktaydı. Rasûlullah (sav)’ın vefatından sonra Müslüman olanlar ise onun hakkında ashâba sorular sormuş, her durumda nasıl davrandığını öğrenmeye gayret ederek kendilerine “örnek almak” istemişlerdir. Hz. Âişe, Ebû Hureyre, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbâs (ranhm) gibi, Efendimiz (sav) ile uzun süre geçirmiş ashâbın yanında halkalar oluşturarak onun sîret ve hayatını öğrenmeye gayret etmişlerdir. Abdullah b. Abbâs’ın, kendisine sonraki dönemlerde bir hadis rivayet edildiği halde kayıtsız görünmesini eleştiren bir talebesine verdiği cevap ilk dönemlerde sahâbe ve tabiûn âlimlerinin Rasûlullah (sav)’ın sözlerine verdikleri önemi göstermesi açısından önem arzetmektedir. O: “Biz eskiden ‘Rasûlullah şöyle şöyle dedi’ denildiği zaman kulak kesilir, o sözün ne olduğunu ezberlemeye gayret ederdik. Ne zaman ki onun adına yalan sözler uydurulmaya başlandı biz de yalnızca güvendiğimiz insanlardan hadis dinlemeye başladık.” demektedir.
Gerçekten de Peygamber Efendimiz (sav)’in ashâb ve diğer insanlar nezdindeki bu müstesnâ konumu, daha sonra İslâm toplumuna fitne düşüp de ayrılık tohumları ekilince ve insanlar gruplara ayrılınca bazı sorumsuz insanlar tarafından istismâr edilmeye ve kendi menfaatleri için kullanılmaya başlandı. Bu insanlar kendi görüşlerini güçlendirmek ve karşı oldukları grubu tenkîd etmek için Rasûlullah (sav)’ın söylemediği şeyleri ona isnad etmeye başladılar. Hadis ilminden istifade etmemiş bazı insanlar ise iyi niyetle, insanları doğru yola ve ibadete teşvik etmek için Cennet’in güzellikleri ve Cehennem’in korkunçluğu ile ilgili hadisler uydurmaya başladılar. Bunu neden yaptıkları sorulduğunda ise “Biz hayır için hadis uyduruyoruz, bununla insanların daha çok ibadet edip Allah’tan daha çok korkmalarını sağlıyoruz.” diyerek kendilerini savunmuşlardır.
Hadis âlimleri/Muhaddisler, insanlar arasında ortaya çıkan bu durumdan son derece rahatsız oldular ve Peygamberimiz (sav)’den nakledilen sözlerin, güvenilir olanla olmayanını birbirinden ayırmak için “isnad” sistemini oluşturdular. Bu isnad sisteminin hedefinde/merkezinde, hadislerin “güvenilir” ve “ezberi güçlü” insanlardan nakledilmesi bulunmaktadır. Zira bu, hadislerin sıhhatinin sorgulanabilmesi için en makbul yoldur.
İsnad sisteminin en temel unsuru ise “râvî”lerdir. Hadis âlimleri, bu ümmete has bir meziyet olan isnad sistemini kurarak aynı zamanda râvîleri inceleyen “cerh-ta’dîl” ilminin de temellerini atmışlardır. Cerh-ta’dîl ilmi ise râvînin hem “adâlet” bakımından güvenilirliğini hem de rivayetleri koruyup koruyamama açısından “zabt”larını araştırarak bu konudaki kusurlarını çeşitli başlıklar açısından sınıflandırmışlardır. Bu kusurlar hadis usûlünde “metâ’in-i aşara” olarak bilinmekte olup en ağırından en hafifine doğru tasnîfi yapılmıştır. Bu tasnîfe göre, bir râvî hakkında yapılacak en ağır tenkîd Rasûlullah’a yalan bir söz isnad ettiğinin tespit edilmesidir. Bu kusuru sâbit olan râvî artık hadis ilminde asla muteber sayılmamakta ve bütün rivayetleri reddedilmektedir.
Rasûlullah (sav)’a yalan isnad etmekten hemen sonra gelen kusur ise bir râvînin günlük hayatında yalan söylediğinin bilinmesidir. Böyle bir râvî de Rasûlullah adına yalan söyleme ihtimali bulunduğu için reddedilir ve naklettiği bütün hadisler merdûd sayılır. Böyle râvîler tevbe etseler dahi bir daha asla güvenilir kabul edilmezler. Dinden çıkan insanların bile tevbelerinin kabul edilmesi karşısında yalancıların rivayetlerinin kabul edilmemesi çok ağır bir cezâ gibi dursa da âlimler tevbenin manevî bir duygu olduğunu ve kişi ile Allah arasında olduğunu ifade ederler. Hadis rivayeti ise böyle ağır bir suça karışmış kimsenin tevbesini bozma riskini kabul edememektedir.
Muhaddislerin bu konudaki hassasiyetlerinin temelinde Peygamberimiz (sav)’den “mütevâtir”[4] olarak nakledilen bir hadis bulunmaktadır. Bu hadîs-i şerîfe göre Rasûlullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kim benim adıma kasten yalan uydurursa o, Cehennem’deki yerine hazırlansın.”[5] Bu hadîs, sahâbe döneminden itibaren hadis âlimlerinin tedirgin olmasına yol açmış ve bilmeden veya unutarak dahi olsa Peygamberimize söylemediği bir şeyi isnad etmekten sakınmışlar ve rivayetlerinin peşinde “Böyle veye buna benzer bir ifade kullandı.” demişlerdir.
İşte hadis âlimlerinin bu ve benzeri büyük gayretleri neticesi Rasûlullah (sav)’tan nakledilen haberler, hadis eserlerine/kitaplarına girmiş ve sonraki nesiller bu rivâyetleri güvenle okuma imkânına kavuşmuşlardır.
[1] Tirmizî, Zühd, 60.
[2] Kâf; 50/18.
[3] Hac; 22/30.
[4] Baştan sona kadar her nesilde, yalan üzere birleşmeleri aklen ve âdeten mümkün olmayacak kadar çok kimsenin rivâyet etmiş olduğu hadis (Aydınlı, Abdullah, Hadis Istılahları Sözlüğü, İstanbul 2009).
[5] Buhârî, İlim, 38, Cenâiz, 33, Enbiyâ, 51, Edeb, 109; Müslim, Mukaddime, 3, 4, Zühd, 72; Ebû Dâvûd, İlim, 4; Tirmizî, Fiten, 70, İlim, 8, 13, Tefsîru’l-Kur’ân, 1, Menâkıb, 20; İbn Mâce, Mukaddime, 4. Hadis, burada zikrolunanlar dışında pek çok kaynakta (bazen farklı lafızlarla) da yer almaktadır.