Cenab-ı Hak, İki Cihan Serveri Hazret-i Muhammed aleyhisselâm ümmetinin bütün insanlık için yeryüzüne çıkarılmış en hayırlı ümmet olduğu gerçeğini şöyle ifade buyurmaktadır:
“Siz, insanlar(ın faydası) için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız. Çünkü Allah’a inanıyorsunuz.”[1]
Bu ümmeti iki dünyada aziz kılan; iyilikleri emretmesi, kötülüklerden vazgeçirmeye çalışması ve Efendimiz aleyhisselam’a olan vefasıdır.
Allah varlıklar âleminde insanoğlunu en mükerrem/üstün olarak yaratmış ve çeşitli nimetleriyle donatmıştır. İnsanı üstün kılan temel özelliklerden biri de hiç şüphesiz vefası olmuştur.
Vefa ise;verilen sözü yerine getirmek, görülen iyilikleri unutmamak, iyilikte bulunanlara misliyle veya daha güzeliyle karşılık vermektir. Vefa, dostluğun kaynağı, muhabbetin ilk durağı ve güvenin en mühim dayanağıdır. Bu güzel haslete sahip olanlara vefakâr denir.[2]
Vefakârlık hissi insan fıtratında esasen mevcut olan bir histir/haslettir. Vefakârlığını kaybeden, insanlık nişanesini de kaybetmiş olur. Kâmil bir imanın; tadı güzel, kokusu güzel meyvesi ve insanlığın nişanesi olan bu güzel haslet, Hakk’ın nimetlerinin artmasına, azabının kalkmasına ve iki cihanın saadetine vesiledir. Cenab-ı Hak Sözlerin En Güzeli Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz, bir toplum kendi özlerindekini (güzel hal, haslet ve ahlakını) değiştirip bozmadıkça Allah da o topluma verdiği nimeti değiştirmez.”[3]
Ebu’l-Hasan En-Nedvi Yeniden İslam’a isimli eserinde, içinde bulunduğumuz buhranın; adam kıtlığı değil, iman ve ahlak buhranı/ krizi olduğunu belirtmektedir.
Hiç şüphesiz güzel hal ve ahlakımız düzelince dünyamız da düzelecek, Hakk’ın nimetleri artarak devam edecektir.
Fert ve toplumları buhrandan kurtarıp kurtuluşa götürecek, insanî ilişkilerde denge unsuru olacak güzel hal ve hasletlerimizi Rasûl-i Ekrem (sav.) Efendimiz Hazreti Muaz’ın 4 şahsında biz ümmetine haber vermektedir:
“Ey Muaz! Sana takvayı, doğru sözlülüğü, ahde vefayı, emaneti yerine getirmeyi, hıyaneti bırakmayı, yetime şefkat göstermeyi, komşu hakkını gözetmeyi, öfkeyi yutmayı, yumuşak sözlü olmayı, selamı yaymayı, devlet başkanına itaati, Kur’an’ı inceden inceye anlamaya çalışmayı, ahireti sevmeyi, hesaptan korkmayı, dünya emelini azaltmayı ve işini en güzel şekilde yapmayı tavsiye ederim.”[4]
Vefakâr;verdiği sözü daima yerine getiren, vefayı kendine şiar edinen kimse demektir ki, insana yakışan özde, sözde ve davranışta vefakâr olmasıdır. Kuran-ı Kerim’de vefasızlık yerilmekte, buna mukabil ahde vefanın bir iman borcu olduğu şöyle ifade edilmektedir:
“Verdiğiniz sözde durun. Çünkü herkes verdiği sözden mutlaka sorguya çekilecektir.”[5]
“Bana verdiğiniz sözde durun ki, Ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Bir de (vefasızlık konusunda) Benden korkun!”[6]
“O mü’minler ki; üzerlerindeki emanetleri gözetirler, verdikleri söze de bağlılık gösterirler.”[7]
En büyük vefakârlık; Yüce Yaratıcıyı tanımak, verdiği nimetlerin kadr u kıymetini bilmek, kulluk görevlerini eksiksiz yerine getirmektir.
Kulluk ise: Allah’ın her taktirine rıza göstermek, bütün emirlerini tereddütsüz yerine getirme ve tüm yasaklarından itirazsız kaçınma çaba ve gayretidir.[8]
İnsan, bir nimet ve ikramı, iyilik ve ihsanı takdir edecek ki onun sahibine vefa göstersin. Hiç şüphesiz, Hakk’ın her emri ve Rasûl-i Ekrem’i; bizim için vefa gösterilmesi gereken birer nimet ve lütuf olduğu Kuran-ı Kerim’de şöyle ifade edilmiştir:
“Allah, mü’minlere kendilerinden, onlara Allah’ın âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara Kitap ve hikmeti/sünneti öğreten bir Peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur.”[9]
İkinci büyük vefakarlık; Allah’a olankulluk görevlerimizi bize öğreten, uygulayıp gösteren, Hakk’a niyazında biz ümmetine öncelik veren Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e gösterilecek olan vefadır. En güzel ahlakın sahibi Efendimiz’in ümmetine olan vefa ve düşkünlüğü Kur’an-ı Kerim’de bize şöyle anlatılmaktadır:
“And olsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız (zahmet çekmeniz) O’na çok ağır gelir (O’nu üzer). Çünkü O, size çok düşkündür. Mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.”[10]
Peygamber-i Zişan Efendimiz’i candan çok sevmek, Kur’an-ı Azimuşşan’ı ve ehadis-i şerifelerini can u gönülden dinlemek ve gereği ile amel etmek, Peygamberimiz’in getirdiğini ve verdiğini almak, yasakladıklarından itirazsız kaçınmak, hiçbir konuda önüne geçmemek, verdiği hükme gönülden razı olmak, O’na (sav.) itaat edenin Allah’a 9 itaat etmiş olacağının İlahî bir ferman olduğuna iman etmek, yad edildiğinde O’na (sav.) salat ü selamı, tahiyyat ü ikramı ve her türlü ihtiramı arz etmek imanımızın ve vefamızın bir gereğidir.
İki Cihan Güneşi Efendimiz’in (sav.) ahlakını, sünnet hayatını bize yansıtan güzîde ashabı; O’na (sav.) olan vefa ve bağlılıklarını bize örnek olacak şu sözleriyle dile getirmişlerdir.
“Lebbeyk ve sa‘deyk ya Rasûlallah: Emrin baş üstünde ya Rasûlallah, saadetler içinde olunuz.”
Ashab-ı kiram başta olmak üzere bütün mü’minler, vefa örneği Peygamber-i Zişan (sav.) Efendimiz’e karşı gönüllerinde yer etmiş olan özlem, muhabbet ve vefalarını şu davranışlarıyla ifade etmişlerdir:
Abdullah ibn-i Ömer 4 sünnet-i seniyyeye uyan, bidatten kaçınan, sahib-i ilm ü irfan olan, isr-i Rasûlillah’a (sav.) kesretle ittibâ üzere yaşayan vefakâr mübarek bir sahabidir. Seyyidü’l-enâm (sav.) Efendimiz Hazretleri her nerede ve hangi ağacın altında oturmuşlar veyahut namaz kılmışlar ise orada oturup namaz kılmışlardır. Bunun için kendilerine “Rasûlullah’ın isr-i mübarekinde kaim ve daim olan” manasında “vakkâfun alâ isr-i rasûlillâh” denir.[11]
Hazret-i Bilal-i Habeşi 4, Hazret-i Sultan-ı Enbiya (sav.) Efendimiz’in “âlem-i illiyyin”e teşriflerinden sonra Medine-i Münevvere’de aşk-ı Peygamberi sebebiyle daha fazla oturamayıp Hazret-i Ömer’in 4 halifeliği döneminde izin alıp Şam cihetine giderek Peygamber-i Zişan Efendimiz’e kavuşmak için şehadet niyetiyle birçok muharebeye katılmış ve 63 yaşında Şam’da hicrî 20 tarihinde vefat emişlerdir.
Hazret-i Bilal 4 tulu-i fecirden evvel seheri bir ezan okuyarak ashab-ı kiramı teheccüde uyandırır, sabah ezanını ise vakti girdiğinde İbn-i Ümm-i Mektum 4 okurlardı.
Bilal-i Habeşi 4, Hazret-i Fahr-i Kâinat (sav.) Efendimiz’i alem-i manada görüp kendisine “Ya Bilal nedir bu cefa!” diye buyurmaları üzerine hemen Medine-i Münevvere’ye avdet ederek Ravza-i Mutahhara hakine/toprağına yüz sürüp ağlamakta iken Reyhane-i Nebi olan Hasan ve Hüseyin radıyallâhu anhümâ Efendilerimiz geldiler. Bilal-i Habeşi 4, Rasûlullah’ın (sav.) Cennet reyhanları diye bağrına bastığı sevgili torunlarını karşısında görünce bağrına basıp öpmeye başladı. Efendimizin torunlarının ısrarı üzerine Mescid-i Nebi’de bir ezan okuyarak hem kendi ağlamış hem de Medine halkını ağlatmıştı.[12]
Peygamber Efendimizin hidayet yıldızları olarak tanıttığı güzide ashabının hayatları, bizi, Hakk’ın rızasına ve Habib-i Ekrem’inin şefaatine eriştiren sayısız vefakarlık örnekleri ile doludur.
Allah ve Rasûlü’nden sonra öncelikli vefa göstereceklerimiz şüphesiz; anne-babamız, hocalarımız ve bize emeği geçenlerdir. Nitekim Sözlerin En Güzeli’nde anne-babamıza vefa borcumuzu ancak; onlara karşı güzel davranış, tatlı sözlerimiz ve niyazımızla yerine getirebileceğimiz şöyle vurgulanmaktadır:
“Eğer ana-babandan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara «Öf» bile deme ve onları azarlama. Onlara daima güzel ve tatlı söz söyle.”[13]
“Ey Rabbim! Beni gerek bana ve gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın salih ameller yapmaya muvaffak kıl! Rahmetinle beni sâlih kullarının arasına kat!”[14]
İmam-ı Azam Ebu Hanife rahimehullâh, hocası Hammad bin Süleyman rahimehullâh’a olan vefa ve hürmetini şöyle ifade eder:
“Hürmetimden dolayı hocam Hammad’ın evine doğru hiç ayağımı uzatmadım. Benimle onun evi arasında yedi sokak vardı. Kıldığım her namazın peşinden anne-babamla birlikte onun için de dua ettim. Kesinlikle ilim aldığım herkes için dua ederim.”[15]
Hastalıklarında ziyaretlerine gittiğimiz hocalarımızdan, hayır dualarının yanında hep şu sözü duymuşuzdur: “Cenab-ı Hakk’ın huzurunda tek güvendiğim şey hocalarıma olan vefa ve hürmetimdir.”
Vefakâr olmak insanî ve İslamî bir görevimizdir. Şahsımıza hizmet ve emeği geçenlere vefakarlığı bir borç biliriz. Hayatta oldukları sürece; arayıp sorarak, takdir ve teşekkürle, vefatlarından sonra da yakınlarını ziyaretle, kendilerini hayırla anarak borcumuzu ödemeye çalışırız.[16]
Bir toplumun efendisi ona hizmet edenleridir hükmünce hizmeti bir görev bilip karşılığını sadece Allah’tan bekleriz.
“Yemeği, kendi ihtiyaçları varken seve seve yoksula, yetime ve esire yedirirler. “Biz sizi sırf Allah rızası için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz” derler.”[17]
Vefakârlığın zıddı nankörlük olup, iyilik ve nimetin kadrini bilmemek veya iyiliğe kötülükle karşılık vermek demektir. En büyük nankörlük ise; kulun, kendisine hayat verecek şeylere davet ettiği zaman Allah ve Rasulü’nün (sav.) davetine kulak vermemesidir.[18]
Yunus Emre zamane Müslümanlarından şikâyet etmekte ve vefasızlıklarını şöyle dile getirmektedir:
Müslümanlar zamane yatlı oldu,
Helal yenmez, haram kıymetli oldu.
Okunan Kuran’a kulak tutulmaz,
Şeytanlar semirdi, kuvvetli oldu.
Haram ile hamir tuttu cihanı,
Fesat işler eden hürmetli oldu.
Şakirt üstat ile arbede kılar,
Oğul ata ile izzetli oldu.
Tutulmaz oldu Peygamber hadisi,
Halayık cümle Hak’tan utlu oldu.
Peygamber Efendimizin şefaati, iki cihanın saadet rehberi olarak gönderilen Kur’an-ı Kerim’e uymakla elde edilir. Peygamber-i Zişan Efendimiz, Kuran-ı Azimuşşan’a karşı vefasız olanları Yüce Rabbine şu İlahî sözlerle ifade etmektedir:
“Peygamber dedi ki: “Ey Rabb’im! Benim kavmim, bu Kur’an’ı terk edip dışladılar.”[19]
Kur’an-ı Kerim’e olan vefa borcumuzu, O’na iman etmek, hükümleriyle amel etmek, ahlakıyla ahlaklanmak, O’nu tutkuyla okumak, okunuşunu can u gönülden dinlemek, her hükmünü bütün dünyalıklardan daha hayırlı bir nimet bilip yaşamak suretiyle ancak ödeyebiliriz.[20] Çünkü Kur’an-ı Kerim’i okumaktan, dinlemekten ve anlamaktan gaye bu gerçekleri öğrenerek yaşamaktır. Kur’an’ın yeryüzüne gönderiliş gayesi de hayatın her alanında söz sahibi olması[21], böylece Allah’ın kullarının huzur bulması ve huzurlu bir dünyada izzetle yaşamasıdır. Çünkü huzur ve saadete Kur’an-ı Kerim’le kavuşulur.[22]
Ne mutlu Hakk’ın ve Rasûl-i Ekrem’inin yadıyla bir ömür geçiren, Kur’an ve sünneti uyulması gereken en büyük nimet ve emanet olarak bilen, vefakar bir ümmet olarak Peygamber-i Zişan’ının şefaatine erişenlere..
“Sade sözdür fakat hikmetlerin en mücmeli.
Bir halas imkânı var, ahlakımız yükselmeli!..” (Mehmet Akif Ersoy/Safahat)
[1] Âl-i İmrân, 3/110.
[2] bkz. İslam Ansiklopedisi, Şamil Yayınevi.
[3] Enfâl, 8/53.
[4] et-Terğîb ve’t-Terhîb, Hadis no: 4826.
[5] İsrâ, 17/34.
[6] Bakara, 2/40.
[7] Mü’minûn, 23/8.
[8] Prof. Dr. Osman Öztürk, Müslümanın Değişmez Mesleği Kulluk, s. 20.
[9] Âl-i İmrân, 3/164.
[10] Tevbe, 9/128.
[11] bkz. Mahmud Sami Ramazanoğlu, Ashâb-ı Kirâm-2.
[12] bkz. İbn-i Esîr, Üsdül- Ğabe, 1/244 ; Mahmud Sami Ramazanoğlu, Ashab-ı Kiram-2.
[13] İsrâ, 17/23.
[14] Neml, 27/19.
[15] Mukaddem, el-İ’lam bi-Humeti Ehli’l-İlmi ve’l-İslam, s:195; bkz. Prof. Dr. Ali Bulut, İslam Medeniyetinden Örneklerle Kişiliği İnşa Etme Sanatı, s. 131.
[16] bkz. Prof. Dr. Osman Öztürk, İmanı, Heyacanı, İdeali, Kimliği ve Hedefleriyle Genç Adam.
[17] İnsân, 76/8-9.
[18] bkz. Enfâl, 8/24.
[19] Furkân, 25/30.
[20] bkz. Yûnus, 10/58.
[21] bkz. Nisâ, 4/105.
[22] bkz. Ahmed Yaşar, İlim Nuruyla Kemale Ermek, Kalem Yayınevi, s. 103.