İçeriğe geç

HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ’NİN İSMÂİL-İ ŞİRVÂNÎ’YE VERDİĞİ HİLÂFETNÂME

Bilindiği gibi İbnülemîn Mahmut Kemal İnal’ın eserleri genel olarak kültürümüz ve özellikle de yakın tarihimiz için paha biçilemez kaynaklardır. Aslında onları takdir etmeye kendimi ehil görmüyorum. Onların takdirini ehline bırakıyorum. Ancak dikkatimi çeken bu eserlerden Son Sadrazamlar’a bakarken İbnülemîn’in Amasya’da bulunan İsmâil-i Şirvânî’nin kabrini ziyaret ettiğini ve Hâlid-i Bağdâ-dî’nin ona verdiği hilâfetnâmeyi (tasavvufî anlamda icâzetnâme) türbenin duvarında asılı gördüğünü okudum. Bunun üzerine bu kıymetli eseri bulma ve neşre hazırlayarak kaybolmaktan kurtarma düşüncesi aklıma geldi. 2000 yılında Amasya’ya gittim ve kıymetli dostum Amasya Lisesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğretmeni Mehmet Yüksek’in fedâkarca yardımlarıyla türbeye ziyaret ettik. Fakat levhayı duvarda asılı bulamadık. İlgililerden de sadra şifa bir cevap alamadan dönmek üzereyken çarşıda o zaman Taşova müftüsü olan Ali Aslan beye rastladık. Ali Bey kendisinin o mescitte imamlık yaptığını ve hilâfetnâmenin 1981 yılına kadar orada durduğunu söyledi. Bunun üzerine aramalarımız üzerine hilâfetnâme levhasının kabrin yanına konulmuş olduğunu bulduk ve bir resmini alarak yine bulunduğu yere koyduk. Bunun neşre hazırlanması şimdi nasip oldu.

İcâzetnâme geleneğinin İslam öğretim tarihinde önemli bir yere sahip olduğu ehlince bilinmektedir. İslam ilim adamları, icâzetnâme geleneğine ilimlerinin nesebi olarak bakacak kadar önem vermişlerdir. Nitekim bu hususa başka bir vesile ile de temas etmiştim. (Bkz. “Gümüşhânevî’nin verdiği bazı icâzetnâmeler”, Ahmed Ziyâuddin Gümüşhânevî Sempozyum Bildirileri, Yayına hazırlayan: Necdet Yılmaz, Seha Neşriyat, İstanbul 1992).

İsmâil-i Şirvânî’ye verilen hilâfetnâmenin tercümesini vermeden önce Hâlid-i Bağdâdî ve İsmâil-i Şirvânî’nin kimlikleri hakkında özetle bilgi vermemiz uygun olacaktır:

Hâlid-i Bağdâdî:

Ebü’l-Behâ Ziyâüddîn Hâlid b. Ahmed b. Hüseyin eş-Şehrezûrî, 1193’te (1779) Irak’ın Süleymaniye şeh­rine bağlı Karadağ kasabasında dünyaya geldi. “Şeşangost” (altıparmak) lakabıyla tanınan babası Pir Mîkâil muhtemelen Kâdirıyye tarikatına bağlı bir sûfî idi; an­nesi de bu bölgenin ünlü bir sûfî aile­sine mensuptu. Soyunun baba tarafın­dan Hz. Osman’a, annesi tarafından ise Hz. Hüseyin’e ulaştığı rivayet edilir. Hâlid-i Bağdâdî, Nakşibendiyye mensupları arasın­da “Mevlânâ” unvanıyla tanınmaktadır. Karadağ’da, Berzenc ailesinden Şeyh Abdürrahim ve kardeşi Şeyh Abdülkerim başta olmak üzere çeşitli hocalardan ders alıp öğrenimini tamamladı. Daha sonra mantık ve kelâm ilmi üzerine yo­ğunlaşarak bölgedeki diğer ilim merkez­lerini dolaştıktan sonra Bağdat’a gitti. Şeyh Abdülkerim Berzencî’nin 1213’te (1798-99) vebadan ölmesi üzerine onun Süleymaniye’deki medresesinin sorumluluğunu üstlenerek burada yaklaşık yedi yıl müderrislik yaptı.

1805’te hac niyetiyle çıktığı yolculuk sırasında tasavvufa ilgi duymasını sağ­layan olaylar yaşadı. Medine’de, şeriata zahiren muhalif gördüğü şeyleri alelace­le kınamaması hususunda kendisini uya­ran Yemenli bir zatla karşılaştı. Mekke’­ye ulaştığında Kâbe’ye giden Hâlid-i Bağdâdî, yüzü kendisine, sırtı Kabe’ye dönük vaziyette oturan birini görünce, Medine’de kendi­sine yapılan tavsiyeyi unutarak, Kabe’ye saygısızlık olarak düşündüğü bu tavrı se­bebiyle içinden adamı kınadı. Bu zâtın kendisine “Allah indinde mümin bir ku­lun değerinin Kabe’nin değerinden daha yüksek olduğunu bilmiyor musun?” de­mesi üzerine hayret ve pişmanlık duy­guları içinde ondan af diledi ve kendisini mürîd olarak kabul etmesini rica etti. Söz konusu kişi, mürşidinin kendisini Hindistan’da beklediğini söyledi. Hâlid hacdan sonra medresedeki vazifesine döndü. 1809’da Süleymaniye’yi ziyaret eden Mirza Rahîmullah Azîmâbâdî adındaki Hindistanlı bir derviş kendisine Hindis­tan’a giderek Delhili Nakşibendî şeyhi Abdullah-ı Dihlevî’den el almasını tavsiye etti. Bunun üzerine derhal yola çıkan Hâlid, İran ve Afganistan üzerinden altı ay kadar sonra Delhi’ye ulaştı. Delhi’de Abdullah-ı Dihlevî ile görüşerek ona intisap etti. Nakşibendiyye’nin seyr ü sülûk mertebelerini beş ayda katetti ve şeyhi tarafından halife olarak Kuzey Irak’ta bulunan Süleymaniye’ye geri gönderildi. Kendisine Nakşibendiyye’nin yanı sıra Kâdiriyye, Sühreverdiyye. Kübreviyye ve Çeştiyye tari­katlarından da irşad için izin verildi.

Muskat, Yezd, Şîraz, İsfahan, Hemedan ve Senendec’de Şiî ulemâ ile giriştiği tartışmalar sebebiyle aksayan dönüş yolculuğu yaklaşık elli gün sürdü. Süley­maniye’ye vardıktan sonra Bağdat’a gi­dip kısa bir süre orada kaldı. Mevlânâ Hâlid’in Nakşibendiyye tarikatını yaymaya başlaması Süleymaniye’deki Kâdirî şeyhlerini ra­hatsız etti; bunlar valiyi ona karşı kullan­maya çalıştılar. Bu durum karşısında Hâ­lid, 1813’te tekrar Bağdat’a gitti; orada satın aldığı bir medreseyi Nakşibendî zâviyesine çevirerek irşad faaliyetine baş­ladı ve çok sayıda mürid topladı. Süleymaniye’de Şeyh Ma’rûf Berzencî onu sahtekâr, sapık olmakla suçladı; bu arada Tahrîrü’l-hitâb fi’r-radd ‘alâ Hâlidi’l-kezzâb adlı bir de risale yaza­rak bunu Bağdat valisi Said Paşa’ya gön­derdi. Ancak Hâlid’in sâlih bir kişi oldu­ğuna inanan Said Paşa, Hille müftüsü Topukçulu Muhammed Emin Efendi’ye, Mevlânâ Hâlid aleyhindeki suçlamalara reddiye olarak el-Kavlü’s-savâb bi-reddi mâ sümmiye bi-Tahrîri’1-hitâb adıyla bir risale yazdırdı. Bu olaydan sonra Süleymani­ye’ye giden Hâlid için Vali Mahmud Paşa bir zaviye yaptırdı. Ancak Hâlid-i Bağdâdî, bir süre sonra Bağdat’a dönerek irşad faaliyetle­rini yine burada sürdürdü. Osmanlı top­raklarında sayıları gün geçtikçe artan mensuplarını irşad etmeleri için birçok halife tayin etti. Şam’a gönderdiği Şeyh Ahmed Kâtib el-Erbîlî, Şam müftüsü Hüse­yin Murâdî Efendi’yi Hâlid’e intisap ettir­meye muvaffak oldu. Murâdî, 1823’te Hâlid’i Bağdat’tan Şam’a gelmeye ikna etti. Burada saygıyla karşılanan Hâlid, Ümeyye Camii’ndeki Benî Gazzî Halvethânesi’ne yerleşti. Bu arada Şeyh İsmail Gazzî’nin kız kardeşi Ayşe Hanım’la ev­lendi ve daha sonra satın aldığı bir eve taşındı. Halifelerinden Abdülvehhâb es-Sûsî’yi bağımsız bir şeyh gibi hareket et­mesi üzerine hilâfetten azletmesi, Sûsî’nin şeyhi aleyhinde bulunmasına ve onu ağır bir şekilde suçlamasına sebep oldu. Ünlü Hanefî fakihi İbn Âbidîn, Sellü’l-hüsâmi’l-Hindî li-nusreti Mevlâna’ş-Şeyh Hâlid en-Nakşbendî adıyla yaz­dığı risalede bu suçlamaları reddederek onu savundu.

Ömrünün geri kalan yıllarını Şam’da geçiren Mevlânâ Hâlid, sadece ikinci de­fa hac yapmak için Şam’dan ayrıldı ve halifesi Şeyh Abdullah Ferdî ve cemaati tarafından büyük bir coşkuyla kar­şılandığı Kudüs’e gitti. 1826’da Şam civarında yayılan veba salgınından öleceğini anlayınca İs­mail Enârânî, Muhammed en-Nâsıh ve Abdülfettâh el-Akrî’nin kendisinin yerine geçmelerini, Karadağ’daki emlâkinin ye­ğeni Mahmûd es-Sâhib’e verilmesini va­siyet etti. Gömüleceği yerin tesbiti ve defniyle ilgili hazırlıkların tamamlanma­sından sonra 14 Zilkade 1242’de (9 Hazi­ran 1827) vefat etti. Bahâeddin ve Abdurrahman adındaki çocukları da aynı yıl vebadan öldüler. Şam yakınlarındaki Cebelükâsiyûn’un tepelerinden birine def­nedilen Hâlid-i Bağdâdî’nin kabrinin üzerine daha sonra bir bina inşa edildi. Günümüzde ziyaret edilmektedir. Şam’da Hâlid-i Bağdâdî değil de Hâlid-i Nakşibendî olarak tanınmaktadır. (Ziyaret ettiğimizde türbedâr kendisinin Mevlânâ Hâlid’in soyundan olduğunu söyledi).

Mevlânâ Hâlid’e nisbet edilen ve Nak­şibendiyye’nin bir kolu olan Hâlidiyye ta­rikatın geleneksel inanç ve uygulamaları yanında şeriata bağlılığa ve cehrî zikir­den kaçınmaya özel bir önem vermesiyle tanınmıştır. Bununla beraber Hâlid-i Bağdâdî’nin görüşlerinde Nakşibendîler arasında bile ihtilâf konusu olan yeni unsurlar da var­dır. Bunların başında râbıta yorumu ge­lir. Tasavvufî meselelerle ilgili tek risale­sinde rabıtayı “şeyhin suretinin müridin gözleri arasında (zihninde) tasavvur edil­mesi” olarak tanımlamış ve rabıtanın irtihâlinden sonra bile sadece kendine ya­pılabileceğini söylemiştir. Hâlidî kolunun kimliği açısından aynı derecede önemli olan bir diğer husus da bu kolun benim­sediği siyasî tavırdır. Hâlidîler, müslümanların birlik ve kuvvetinin odak nokta­sı olarak Osmanlı Devleti’ne kesin bağlı­lık göstermişler ve bunun sonucunda Avrupa’nın sömürgeci güçlerine karşı daha uyanık olunmasını tavsiye etmişlerdir. Bundan dolayı Dağıstan’dan Sumatra’ya kadar Hâlidiyye’nin yayıldığı hemen her yerde tarikat mensupları Osmanlılar le­hindeki faaliyetleriyle öne çıkmışlardır.

Hâlidiyye, Mevlânâ Hâlid’in yüzlerce halifesi aracılığı ile son derece geniş bir alana yayıldı, Balkanlar ve Kırım’dan Gü­neydoğu Asya’ya kadar ulaştı. Ancak ta­rikatın asıl etki alanı Osmanlı Devleti’ne bağlı Kuzey Irak, Güneydoğu Anadolu ile Kuzeybatı İran bölgeleriydi. Aralarında İbn Âbidîn. Rûhu’l-me’ânî adlı tefsirin müellifi Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî, II. Mahmud’un şeyhülislâmı Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendi gibi tanınmış isim­lerin de bulunduğu pek çok Osmanlı ule­mâsı Hâlidiyye’ye mensuptu. Bu şekilde Hâlidiyye hem Anadolu’da hem de İs­tanbul’da çok büyük bir yayılma gösterdi. Yi­ne bu kol sayesinde Nakşîler Suriye, Filis­tin ve Irak’taki tasavvuf ehli arasında ilk defa önemli bir yer edindiler.

Hâlid el-Bağdâdî. Kürtler’in yoğun ola­rak yaşadığı Kuzey Irak’ın dinî hayatı üzerinde özel bir etkiye sahipti. Tarih bo­yunca hâkim tarikat olarak Kâdiriyye’nin faaliyet gösterdiği bu bölgede Hâlidiyye’­nin doğuşuyla hâkimiyet Nakşibendiyye’ye kaymıştır.

Eserleri:

  1. Dîvân (Bulak 1260). Ağır­lıklı olarak Farsça, ayrıca Arapça ve Kürt­çe şiirlerden oluşur. Farsça şiirler, Sadrettin Yük­sel tarafından Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin Divan ve Şerhi adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir (İstanbul 1977)
  2. Risale fî isbâti’r-râbıta (İstanbul 1284; Kazarı 1890; Şam 1289). Eser Türkçe’ye tercüme edil­miştir (Tercüme-i Reşehât kenarında, İs­tanbul 1291).
  3. Buğyetü’l-vâcid fî mektûbâti’t-Mev-lânâ Hâlid (Şam 1334). Hâ­lid el-Bağdâdî’nin mürid ve halifelerine hitaben yazdığı bir kısmı Farsça, çoğu Arapça mektuplardan oluşur. Yeğeni Muhammed Es’ad Sâhibzâde tarafın­dan derlenen eser Mektubât-i Mevlânâ Hâlid adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir (trc. Dilaver Selvi – Kemal Yıldız, İstan­bul 1993).
  4. Risale fî âdâbi’z-zikr (Buğyetü’l-vâcid içinde).
  5. Risale fî âdâbi’1-mürid ma‘a şeyhih (Kazan, ts.).
  6. Risale fi’t-tarîk (Bulak 1262). 1257’de (1841) Şerif Ahmed b. Ali tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.
  7. Cilâ’ü’l-ekdâr: Bedir gazilerinin isimlerini ihtiva eder. (İstanbul’da İhlas Vakfı tarafından 1991 yılında neşredilmiştir).
  8. Ferâ’idü’l-fevâ’id: Cibril hadisinin Farsça şerhidir.
  9. Vasiyyetü’ş-Şeyh Hâlid (İstanbul 1284).
  10. Risâletü’l-’ikdi’l-cevherî (İstanbul 1259; Şam 1334). Eş’arîler’le Mâtürîdîler’in kesb ve irâde-i cüz’iyye konusundaki gö­rüşlerini inceleyen bir risaledir. Hâlid-i Bağdâdî’nin bunların dışında akaid, fıkıh ve kelâma dair birkaç sayfalık risale, ha­şiye ve şerh tarzında yazıları bulunmak­tadır. Mevlânâ Hâlid’in Arapça, Farsça ve Kürtçe bütün eserleri Molla Abdülkerîm Müderris tarafından Kürtçe uzun bir girişle birlikte Yâd-ı Merdân: Mevlânâ Hâlid-i Nakşibendî adıyla yayımlan­mıştır (Bağdat 1979).

Hâlid el-Bağdâdî ve tarikatı hakkında müstakil eserler de yazılmıştır:

  1. Şeyh Osman b. Sened el-Basrî, Asfa’l-mevârid min selsâli ahvâli’î-îmâm Hâlid (Kahire 1313). Eser, Ebû Bekir el-Ahsâî tarafından en-Neşrü’l-verdî bi-ahbâri Mevlânâ eş-Şeyh Hâlid en-Nakşbendî el-Kürdî adıyla kısaltılmış­tır.
  2. İbrahim Fasîh el-Hayderî, el-Mecdü’t-tâlid fî menâkibi’ş-Şeyh Hâlid (İstanbul 1292). Yenişehir Fener Mekteb-i İdâdî Müdürü Mahmud Hamdi tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş Hüdavendigar Vilâyet-i Celîlesi matbaasında 1307’da basılmış, Yakup Çiçek tarafından da yeni harflerle neşredilmiştir. (İstanbul, ts.).
  3. Şehâbeddin Mahmûd el-ÂIûsî. el-Fey-zü’1-vârid ‘alâ ravzi mersiyyeti’1-Mevlânâ el-Hâlid (Kahire 1278). M. Cevâd Siyahpûş’un yazdığı mersiyenin şerhidir.
  4. Dâvûd b. Şeyh Süleyman b. Circîs (George), Müsellî’l-vâcid ve müşîrü’t-tevâcüd fî taştîrî merşiyyeti Mevlânâ Hâlid. İbn Âbidîn’in yazdığı mersiyenin taştiri olup her ikisi birlikte yine İbn Âbi­dîn’in Sellü’l-hüsâmi’l-Hindî adlı ri­salesinin sonunda basılmıştır (Dımaşk 1331).
  5. Muhammed b. Süleyman el-Bağdâdî, el-Hadîkatü’n-nediyye fi’t-tarîkati’n-Nakşiben-diyye ve’1-behceti’1-Hâlidiyye (Aşfa’l-mevârid’in kena­rında. Kahire 1313; İstanbul 1986).
  6. Muhammed b. Abdullah el-Hânî, el-Behcetü’s-seniyye fî âdâbi’t-tarîkati’l-‘aliyyeti’l-Hâlidiyyeti’n-Nakşbendiyye (Kahire 1303, 1319).

Şimdi de burada, derli toplu bir tercüme-i hâl olarak gördüğümüz için İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın Son Sadrazamlar adlı eserinde İsmail-i Şirvânî hakkında verdiği malumâtı nakledeceğiz:

İsmâil-i Şirvânî:

“Seyyid İsmail Sirâcuddîn Efendi, Hicrî 1197 senesinde Şirvân muhâfazasının Şemahî kasabasına tabi Kürdemir karyesinde doğdu.

Âbâ u ecdâdının isrine ittibâ ile Şemahî ulemâsından Mehmed Nuri Efendi’den tahsil-i ilme başladı. 1215’te Erzincan’a gitti. Meşhur fâdıllardan Evliyâzâde Abdurrahman Efendi’nin dersine devam ederek icâzet aldı. Müahharen Tokad’a ve birkaç sene sonra Bağdat’a azimetle Şeyh Yahya el-Mervezî el-İmâdî’den ilm-i hadîs ve Molla Mehmed b. Âdem’den ulûm-i hikemiyye okudu.

1220’de Burdur’a gitti. Erbâb-ı ilimden bazılarına fıkıh okudu. Memleketine avdetinde yedi sene tedris ile meşgûl olduktan sonra farîza-i haccı edâ ve ravza-i mutahharayı ziyâretle 1228’de İstanbul’a geldi. Birkaç ay oturduktan sonra Mevlânâ Abdullah-ı Dihlevî –kuddise sirruhu- enfâs-ı kudsiyyesinden istifâde etmek üzere Basra’ya gitti. Vaki olan şikayet üzerine Bağdat’a azîmet ve Mevlânâ Ziyauddîn Hâlid’i –kuddise sirruh- ziyaret etti. Seyr ve sülûktan sonra ulûm-i zâhire ve bâtına ile halkı irşâda mezuniyet ve hilâfet-i mutlaka aldı. Mürşidinin emriyle 1233’te Şirvan’a giderek dokuz sene havas ve avâmı irşâd ve tedris ile meşgul oldu. Orada evlendi.

Şirvânî, Muhammedü’l-Yerâgî’ye o da meşhur Şeyh Şamil’e hilafet verdi. Bu zatlarla ve yirmi bin müridi ile beraber Rus harbinde bulundu. Ruslar tarafından habs olundu. Halifelerinden Ahmed Efendi, ona bedel kendini hapsettirdi. Hazret, ıtlâk olunarak 1242’de Ahısha’ya ve Ruslar, orayı işgal edince Amasya’ya gitti. Orada dört ve Sıvas’ta dokuz sene ikâmet ve neşr-i marifet etti. Bilâhare Amasya’ya döndü. 17 Ramazan 1264’de irtihâl eyledi. Kasabanın üstündeki mahalle defnolundu. Oğlu Rüşdi Paşa tarafından müahharan türbe yaptırıldı.

Tarikat-ı Hâlidiyye meşâyihinin her suretle ekâbirinden bir mürşid-i kâmil ve mefhar-i efâdıldır. Mürşidi Mevlânâ Halid Hazretleri hilâfetnâme’de

“el-âlimu’l-fâdıl, merciu’l-urafâ ve’l-efâdıl, habîbune’l-ecellu’l-ekram”

Vasıflarıyla izâz ediyor.

Büyük oğlu Abdülhamid Efendi 1262’de garîkan (soda boğularak) vefat etti. İkinci oğlu Rüşdi Paşa’dır. Üçüncü oğlu Anadolu kadıaskerliği payelülerinden Ahmed Hulûsî Efendi’dir. Mecelle cemiyetinde ve meclis-i tedkîkât ve intihâb-ı hükkâm riyâsetinde bulunduktan sonra suret-i teb‘îdde (başkentten uzaklaştırılarak) Dıyarıbekir niyâbetine (kadı naibliği) tayin olundu. Niyâbet müddetinin hitâmında Amasya’ya gitti. 1306’da vefat etti. Dördüncü oğlu Mustafa Nuri Bey ticaret ve nafia muhasebecisi iken 1316’da vefat etti.  Kızı Şerife Fatma Hanım, Haremeyn payelülerinden Şirvânî İsa Ruhi Efendi’nin zevcesidir. Oğlu Mehmed Nuri Efendi’nin Safranbolu niyâbetinde bulunduğu esnada 1321’de vefat etti.”

(Bkz. İbnu’l-Emin, Mahmud Kemal İnal, Son Sadrazamlar, Dergah Yayınları, İstanbul, 1982 (Üçüncü Baskı), I, 436)

Şeyh İsmail-i Şirvânî Efendi’nin, günümüzde Amasya’da Yukarı Türbe Camii diye bilinen yerde inşa ettirdiği Tekke Camii halen mevcut olup son senelerde tamir edilmiştir. Ancak Amasya Müftülüğü’nden öğrendiğimize göre tekke kütüphanesinde bulunan kitaplar ve bazı levhalar, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nin 9.5.1996 tarih ve 1817 sayılı yazısına cevaben Amasya Müftülüğü’nün 31.05.1996 tarihli tutanağıyla Vakıflar Genel Müdürlüğü Kültür ve Tescil Dairesi Başkanlığı’na gönderilmiştir. (Teslim alanlar: Ali Çakır [mütercim] ve şoför İbiş Şentürk).

 

HİLÂFETNÂMENİN TERCÜMESİ

Bismillahirrahmânirrahîm

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

Allah’a, kendi zâtına lâyık gördüğü şekilde hamd olsun…

Salât ve selâm, vahyi ve hitabı için seçtiği (ve) Allah’ın yarattıkları içinde halîfesi olan Muhammed’e ve O’nun âline ve ashâbına olsun!

Bundan sonra (derim ki): Şefkatli kardeş, çok dürüst yoldaş, âriflerin ve fazîlet sahiplerinin başvurduğu kişi, Nakşibendî tarîkatinin efendilerinin imdâdıyla desteklenmiş olan en büyük ve en değerli dostumuz Hacı İsmail Efendi’ye, -ki Allahu Teâlâ lütfuyla (manevî) derecelerini ve hallerini arttırsın ve talebelerine olan feyzini ve nasîbini bol bol ve noksansız eylesin!- talebelere nazarının tesîrini, nurlârı öğretmeye (ilkâu’l-envâr) ve (manevî) perdeyi kaldırmaya (ref‘u’l-hicâb) güzelce muktedir oluşunu denedikten sonra pek yüce Nakşibendî Tarîkati’nde zikir telkîni, teveccüh ve irşâd husûsunda icâzet verdim. Ona bu icâzeti ancak, silsile-i ‘aliyye(yi teşkil eden) Efendiler(im)den izin aldıktan ve sünnete uygun şer‘î istihâreden sonra verdim. Bu sebeple evliyânın yoluna sarılıp yapışmak isteyen herkes ona dost ve arkadaş olmayı (sohbetini) ganîmet bilsin. Onun emrini tutup hizmetinden ayrılmayan herkese akıllıların aklının kuşatamayacağı ve âlimlerin ilminin yetmekten âciz kalacağı (manevî) nimetleri elde edeceğine kefil olurum.

Kendisine (de) Kitap ve Sünnete sımsıkı sarılmasını ve keşf ve vicdan imamlarının ittifak ettiğine göre fırka-i nâciye (kurtulan fırka) olan ehl-i sünnetin görüşlerine uygun olarak akâidi (inançları) tashîh etmeyi emretmesini tavsiye ederim. (Yine) ona Kur’ân’ı ezberleyen (ve onunla amel ederek Kur’ân ehli olanlara), fakîhlere (âlimlere), (ihtiyacını Allah’a arz eden) fakirlere/dervişlere saygılı olmayı, gönlün (manevî kirlerden) arındırılmasını, nefsini itaatkâr kılmayı, eli açık ve güler yüzlü olmayı, iyilik severliği, kimseye eziyet etmemeyi, kardeşlerin hatalarını affetmeyi, büyük küçük herkese nasihat etmeyi (onlara karşı samimi olmayı), düşmanlıkları ve tamahkârlığı (dünyaya düşkünlüğü) terk etmeyi tavsiye ederim. Ayrıca ona ihtiyaçların giderilmesinde Allahü zü’l-celâl’e güvenmesini –zira O’na güvenen asla ziyan etmez!-, kurtuluşu ancak doğrulukta, Allahü Teâlâ’ya vâsıl olmayı ise ancak Muhammed –sallallâhu aleyhi ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellem-’e tâbi olmakta ummasını, kendisinin hiç kimseden daha üstün olduğunu zannetmemesini hatta nefsi için bir varlık görmemesini, söz taşıma ve hasetle kendisine karşı büyüklenen herkesin durumunu Allah’a havâle etmesini ve onun şerrini gidermek için yok yere gayretini harcamamasını tavsiye ederim. Zira bu pek yüce tarîkatın meşâyıhı içinde öyle adamlar vardır ki, dileseler Allahü Teâlâ’nın kudretiyle onun fesâdına (sebep olan) şeyi olabilecek en süratli bir şekilde kökünden söküp atarlar.

Allah ümmî peygamber Muhammed’e ve O’nun âline ve ashâbına, mahlûkâtın sayısınca ve kendisinin rızâsına uygun şekilde, Arşı’nın ağırlığınca, kelimelerini yazılması için kullanılan mürekkep miktarınca salât eylesin ve aynı şekilde selâm eylesin.

Hamd âlemlerin rabbi Allah’a mahsustur.

Ben bîçâre derviş

Hâlid en-Nakşibendî el-Müceddidî el-Mazharî, kerem sahibi Mevlâ’dan (gelecek) büyük lütufla affedilsin!

(Mühürde yazılanlar):

Hâlid

en-Nakşibendî el-Mücediddî

el-Kâdirî

es-Sühreverdî

el-Kübrevî

el-Çeştî

BİBLİYOGRAFYA :

  • Algar, Hamid, “Hâlid el-Bağdâdî”, DİA, İstanbul 1997, c. XV, s. 283–5.
  • Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1333, c. I, s. 66-7.
  • Hânî, Abdülmecid, el-Hadîkatü’l-verdiyye, (Nakşi-bendîlerin Kitabı), Çeviren: Abdülkadir Akçiçek, Rehber Yayıncılık, İstanbul, 1986, s. 971.
  • Hür Mahmut Yücer, Tasavvuf, İnsan Yayınları, İstanbul 2003.
  • Hüseyin Vassaf (Osmanzâde), Sefîne-i Evliyâ, (Hz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Kitabevi, İstanbul 2006, c. II, s. 304-6; 363.
  • İnal, İbnulemin, Mahmud Kemal, Son Sadrazamlar, Dergah Yayınları, İstanbul, 1982 (Üçüncü Baskı), I, s. 436-482; IV, s. 2181.
  • Pakalın, Mehmed Zeki, Sicill-i Osmânî Zeyli Son Devir Osmanlı Meşhurları Ansiklopedisi, (Haz: Cengiz Karten), Türk Tarih Kurumu, Ankara 2008, c. XII, s. 106-7.
  • Server Revnakoğlu Koleksiyonu, Dosya no: 181 (İstanbul’da Divân Edebiyatı Müzesinde iken Süleymaniye Kütüphanesine Nakledildi).