Bir mezhebe müntesip olduğunu söyleyen kişinin her şeyden önce genel olarak “mezheb”in ne anlama geldiği ve ihtiva ettiği birikimin nasıl oluştuğu konusunda fikir sahibi olması gerekir. Bilgiye ulaşmanın çok kolay olduğu ve en müsellem hakikatlerin bile sorgulamaya tabi tutulduğu modern çağda bu gereklilik kendisini her zamankinden daha fazla hissettirmektedir. Bu konuda en azından ana hatlarıyla bilgi sahibi olmamızın bizlere faydası yadsınamaz. En basitinden mezhebi salt evvelki insanların keyfî yorumlarından ibaret gibi görme cehaletine düşmekten emin oluruz.
Mezheplerin birer ilmi ekol olarak tezahürü h. IV. yüzyılın başlarına tekabül eder. IV. yüzyıla kadar devam eden tedris faaliyetleri halkalardaki talebelerin ve tâbilerinin çokluğu nispetinde müesseseleşmişlerdir. İmam Evzâî, Süfyân-ı Sevrî, Leys b. Sa‘d gibi tedvin edilmediği yahut tâbileri kalmadığı için mezhepleri günümüze kadar ulaşmayan birçok müctehid vardır.
Tarih boyunca insanların şeriata muvafık amelleri en doğru şekilde icra edebilmeleri noktasında mezhepler mühim bir vazife ifa etmişlerdir. Fakat modern döneme gelindiğinde şer‘î ahkâmın hukukî sahada tatbiki mümkün olmadığından, mezheplerin icra ettiği vazife de tam olarak anlaşılamamaktadır. Zira hukuk, sanılanın aksine durağan değil, aktif bir yapıya sahiptir. Bugün ise belli bazı faaliyetlerin dışında mezhepler hemen hemen hayatımızda yok gibidir.
Mezhebi oluşturan mesâil ve ictihadların mesnetsiz birer yorum olduğu düşünülmemelidir. Aksi takdirde herkes kendince bir yorum yapmaya muktedir olur. Bugün Kur’ân-ı Kerîm’in mealini okuyan kendine göre bazı çıkarımlarda bulunabilir. Bunun yol açacağı en vahim sonuç ise yüzlerce nefsânî din anlayışının ortaya çıkması olacaktır. İşte tam burada Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesi mühim bir vazife ifa etmektedir. Kelâmullâh’ta yer alan ve gerçekte ne manaya geldiği anlaşılamayan (mücmel, mübhem ve muhtemel) lafızlar sünnet-i Nebî ile tefsir, tebyîn ve tayîn edilerek ortaya sayısız din anlayışının çıkmasının önü kapanır. Ashâb-ı kirâm ve onları takip eden İslam âlimleri Rasûlullah’ın (s.a.v) sünnetine ittibâyı “Peygamber size ne verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan sakının.”[1] ayeti gereği Allah Teâlâ’ya itaatin bizatihi kendisi olarak görmüşlerdir. Bu konuda onların dayanağı “Kim Rasûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.”[2] ayetinde de açıkça ifade edilen hakikatlerdir. Kur’an ile Peygamber Efendimiz arasındaki bu ayrılmaz irtibat nedeniyledir ki sünnet-i Nebî, Kur’ân-ı Kerîm’le beraber İslam hukukunun aslî şer’î delillerinden sayılmıştır. Zaten Peygamber Efendimiz’e iman etmek onun getirdiklerine iman ve itaati gerektirir. Ona itaat ise onun kavlî, fiilî ve takrirî sünnetine ittibâ ile tahakkuk eder. Sünnete ittiba, Kur’ân-ı Kerîm’de sükût edilen konularda onun inşâî hükümlerine de uymayı gerektirir. Aksi halde Peygambere iman etmenin manası olmaz. Bu nedenledir ki ashâb-ı kirâm sünnete ittibâ konusunda azami gayret sarf etmişlerdir.
Halkadan Halk’a Hanefî Mezhebi
Mezhepler, camilerde cem olan talebelerin hocalarının etrafında oluşturdukları halkaların kabule mazhar olması ve adeta kartopu gibi büyüyerek gelişmesi ile teşekkül eden yapılardır. Bunlardan büyük çoğunluğu ise farklı nedenlerle günümüze ulaşmamıştır. Peygamber Efendimiz döneminde başlayan bu faaliyetler ashâb-ı kirâm, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn âlimlerinin ders halkalarıyla devam etmiştir. Bu halkaların büyük allâmeleri hocalarından öğrendikleri ilmi ve usûlü kendisinden sonrakilere aktarmışlardır. Bu faaliyetlerin devam ettiği Mekke, Medine, Kûfe ve Basra gibi şehirlerde ciddi bir ilim ve kültür ortamı oluşmuştur.
Hazret-i Ömer Efendimiz tarafından kurulan Kûfe şehrindeki ders halkası, etkisini günümüze kadar devam ettiren ders halkalarındandır. Bu halkanın başında bulunan zât ise, birçok kez Peygamber Efendimiz’in medhine mazhar olan büyük sahâbî Abdullah İbn Mes‘ûd’dur. Bunun yanında tâbiînin büyüklerinden Mesrûk b. Ecda‘’ın “Hz. Muhammmed (s.a.v) ve ashabının ilmi Ali ve İbn Mes‘ûd’da nihayet bulmuştur.” ifadeleri Abdullah İbn Mes‘ûd’un ilmî derinliğini ortaya koyması açısından önemlidir.[3]
Abdullah İbn Mes‘ûd, Hazreti Osman Efendimiz’in hilafetinin sonlarına kadar Kûfe ehline muallimlik yapmıştır. Nitekim ilim ehlinden bazıları, onun ve ashâbının yetiştirdiği talebelerin sayısının yaklaşık olarak dört bine ulaştığından söz etmektedir.[4] Mezhepleri oluşturan birikimin zeminini işte bu halkalarda tartışılan fıkhî meseleler oluşturmuştur. Bu noktada şu hususu özenle vurgulamak gerekir ki, İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a), kökleri tâbiîn ve sahâbe nesilleri üzerinden Peygamber Mektebi’ne kadar uzanan köklü bir ilmî geleneğin kendi dönemindeki en önemli vârisidir. Zira o her ne kadar tahsil hayatı boyunca pek çok âlimden istifade etmiş olsa da, aslında ilmî mirasını esas itibariyle on sekiz yıl yanında kaldığı Hammâd b. Süleyman’a borçludur. Hammad b. Süleyman’ın hocası ise İbrahim en-Nehaî, onun hocası da Alkame b. Kays’tır. Alkame ise, Rasûl-i Ekrem’in güzide sahâbîlerinden Abdullah İbn Mes‘ûd’un en seçkin talebesidir. Görüldüğü üzere, İmam Azam Efendimizin ilmi, kaynak olarak isimleri geçen hocaları üzerinden Abdullah İbn Mes‘ud’a ondan da Peygamber Efendimiz’e ulaşmaktadır.
Hanefî Mezhebi’nin Tedvin ve Tedrîsi
İmam Azam Efendimiz, Hammad b. Süleyman’dan sonra onun halkasının başına geçerek vefatına kadar otuz yıl boyunca talebe yetiştirmiştir. Riyaset ettiği kırk kişiden oluşan ders halkasında meseleler tartışılarak hükme bağlanır ve kâtipler tarafından kaydedilirdi. Bu halkadaki kâtiplerden biri de talebesi Ebu Yusuf’tur. Bir diğer talebesi İmam Muhammed eş-Şeybânî, Ebu Yusuf’tan da istifade ederek yazdığı eserlerle mezhebin tedvininin baş mimarı olmuştur.
İbn Âbidin Hazretlerinin fıkıh ilminin tedvinine dair naklettiği teşbih bize “mezheb” hakkında kıymetli bilgiler verirken, Hanefî mezhebinin tedvin sürecine de ışık tutmaktadır: Fıkıh ilmi ekmek gibidir. Bu ilmin tohumunu Abdullah İbn Mes‘ûd ekti, Alkame suladı, İbrahim en-Nehaî hasad etti, Hammad b. Süleyman harmanladı, İmam Azam öğüttü, Ebu Yusuf hamur yaptı ve İmam Muhammed ise ekmek yaptı. İnsanlar da onun ekmeğinden yemektedirler.[5]
Hanefi mezhebinin prensiplerini bizlere ulaştıran en aslî unsur Ebu Hanife’nin öğrencilerinden Ebu Yusuf ve Şeybânî’nin kavil ve yazılarıdır. Mezhebin kurucu metinleri İmam Muhammed’in altı eserinden müteşekkil olan ve İmam Azam’a aidiyetinde sıhhat problemi olmayan görüşleri ihtiva eden Zahirü’r-rivâye eserleridir. Bunların yanında İmam Muhammed’in söz konusu altı eseri dışındaki telifatı ile Ebu Hanife’nin diğer talebelerinin kendisine ve ashabına nisbet ettikleri kavilleri hâvi eserler de vardır ki bunlar literatürde Nâdirü’r-rivâye ya da Gayr-ı zahirü’r-rivâye adıyla anılırlar. Hanefi mezhebinin omurgasını bu eserler oluşturmaktadır. Hanefi mezhebini öğrenmek isteyen bir kimse öncelikle Zahirü’r-rivâye görüşleri ihtiva eden bu eserleri okuması ve ezberlemesi gerekir.
Mezhebin teşekkülünü tamamladığı hicrî VI. asrın ardından Hanefî ulemâ o döneme kadar oluşmuş fıkhî birikimi özlü bir biçimde içeren ve genel olarak muhtasar adı verilen eserler kaleme almışlardır. Böylece kurucu metinlerde yer alan dağınık kaviller belirli bir insicam ve nizam dâhilinde bir araya getirilerek derli topu metinler inşa edilmiştir. Bu metinler İslâm dünyasının çeşitli bölgelerindeki medreselerde ders müfredatlarına girmiş ve fıkıh eğitiminde yüzlerce yıl okutulan eserler haline gelmişlerdir. Bu eserlere, Kudûri’nin el-Muhtasar’ı, Sadrüşşerîa’nın Şerhû’l-Vikâye’si, ve Mergînânî’nin el-Hidaye’si gibi günümüz medreselerinde de okutulan eserleri örnek gösterebiliriz.
Gelişen hadiseler ve değişen şartlar Vâkıât, Nevâzil ya da Fetâva diye tabir edilen bir literatürü doğurmuştur. Bu tür fıkıh kitapları, mezhebin kurucu imamlarının ictihadlarını esas alarak, mezhep meslekinin prensipleri dâhilinde yetkin fakihlerin-meşâyıhın sonradan meydana gelen olaylara verdikleri cevaplardır. Günümüz ehl-i sünnet âlimlerinin fetvaları da bu edebiyatın devamı olarak değerlendirilebilir. Unutulmamalıdır ki, bin dört yüz yıldır İslam alimlerinin gayret ve çabalarının amacı, murad-ı ilâhîyi en doğru şekilde anlayıp Allah Teâlâ’nın yasakladığı şeylerden kaçınmak ve emrettiği şeyleri yapmaktan ibarettir. Bitirirken bir kez daha vurgulamakta yarar var: Mezheb, sanıldığı gibi ulemanın, Kur’an-ı Kerim’i ve hadîs-i şerîfleri şahsî arzu ve hevesleri doğrultusunda yorumlayarak ulaştıkları görüşler bütünü değildir; aksine mezhep, nübüvvet pınarından çağlayan ve Allah Rasûlü’nün “en hayırlı nesiller” müjdesine mazhar olmuş sahâbe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn âlimlerinin üstün gayretleriyle gelişmiş olan köklü bir ilmî mirasın adıdır.
[1] Haşr, 59/7.
[2] Nisa, 4/80.
[3] el-Kevserî, Muhamed Zahid, Fıkhu Ehli’l-Irâk ve hadîsuhum, thk. Abdülfettah Ebu Gudde, 43.
[4] el-Kevserî, Muhamed Zahid, Fıkhu Ehli’l-Irâk ve hadîsuhum, thk. Abdülfettah Ebu Gudde, 41. Muhakkık, İmam Serahsi’nin bu sayıyı el-Mebsûd isimli eserinde dile getirdiğini ifade etmektedir.
[5] İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr, İstanbul: Dersaadet, 1324, I/46.